TOYGAR
Hayat’ın yanındaki kızlar restoranda gördüğüm arkadaşlarıydı. Beni görünce şaşırmışlardı, yüz ifadelerinden belliydi. Hayat’a bir şeyler fısıldıyorlardı. Ne konuştuklarını merak ederken Babam, “Oğlum, ne duruyorsun?” diyerek omzuma dokununca irkildim. Hayat’a doğru ilerledim. Ona yaklaştıkça kendimi bir tuhaf hissediyordum; ellerim terliyordu, nefesim hızlanıyor, dünya sanki yavaş çekimde dönüyordu. Bu kız birazdan benim karım olacaktı. Şaka gibiydi. Yarıyıl tatili için geldiğim Diyarbakır’dan, töre baskısıyla evli bir adam olarak dönecektim İzmir’e. Üstelik iki kişi olarak; sanki bir bavula fazladan bir yük bindirmişim gibi.
Hayat’a ulaştığımda, girmesi için kolumu uzattım. Sanki bana dokunmak istemiyormuş gibi çekinerek koluma girdi. O da en az benim kadar mutsuz görünüyordu. Yeşil gözlerini yere dikilmiş, omuzları hafifçe içe çökmüştü. Nasıl olmasındı? Birbirimizi tanımıyorduk ki; adımız dışında hiçbir şey bilmiyorduk. Berdel yüzünden evlenmek zorunda kalmıştık, nesiller boyu süren bir lanet gibi. Belki onun da bir sevdiği vardı, kim bilir; İzmir’in kafelerinde el ele tutuştuğu bir çocuk, geceleri mesajlaştığı, hayaller kurduğu biri… Hayat’ın başka birisiyle ilişkisi olduğunu, berdel yüzünden erkek arkadaşından ayrılmak zorunda kaldığını düşününce kravatım beni boğuyormuş gibi hissettim. Göğsüm daraldı, nefesim kesildi; sanki görünmez bir el boğazıma sarılmıştı. Birlikte arabaya bindiğimizde, kapı kapanırken dışarıdaki soğuk hava kesildi; içerideki sessizlik ise daha da ağırlaştı. Aklımdan bir sürü olasılık geçiyordu: Belki o çocukla öpüşmüştü, belki el ele yürümüşlerdi Alsancak’ta, belki de yatakta... Hayır, dur. Saçmalıyordum. Kafamı salladım, pencereden dışarı bakarken. Koltukta yan yana otururken, onun yüzüne döndüm. Çok güzel kızdı; yeşil gözleri zümrüt gibi parlıyordu. Dağınık şekilde toplanmış siyah renkteki saçları, alnının iki yanına düşen dalgalı tutamları bir şelale gibi görünüyordu. İnce zarif yüz hatları, yüksek elmacık kemikleri, küçük burnu, dolgun dudakları, bir tabloyu andırıyordu. Üstelik o da benim gibi İzmir gibi bir yerde üniversite okuyordu. Üniversitede özgürdü. Böyle bir kızın hayatında illaki birileri olurdu; erkekler boş bırakmazdı onun gibisini. Peşinden koşan çok olurdu. Bunları düşündükçe huzursuz oldum bir an; çenemin kasları gerildi. Benim evleneceğim kıza kimse dokunamazdı. Dokunmamalıydı. Kabul edemezdim.
Nikâh dairesinin önünde durduğumuzda; önce ben indim, soğuk rüzgâr yüzüme bir tokat gibi çarptı, burnumun ucu uyuştu. Sonra Hayat’ın kapısını açtım; gelinliği yüzünden inmesi biraz zor oldu. Düşmemesi için yardımcı olmak için elimi uzattım. Tıpkı koluma girerken ki çekingenliği gösterdi. Parmaklarının ucuyla elimi tuttu.
Birlikte kol kola nikâh dairesine girerken, kolumu tutan eli hala titriyordu; “Sakin ol,” diye fısıldadım kulağına, “Tek kurban sen değilsin.”
İlk defa yüzüme baktı. Sanki bakışlarıyla “Sen ne diyorsun” der gibiydi. Ne sanıyordu bu kız, onunla evlenmek için ölüp bittiğimi mi?
Nikâh salonuna girdiğimizde gözüme ilk çarpan nikâh memuru oldu. Önündeki masa beyaz örtüsüyle bir ada gibi duruyordu. Üzerinde kalın bir defter, kalem ve çiçekler vardı. Ailelerimiz masanın karşısındaki bordo renk koltuklarda yerlerini alırken Hayat’ın oturacağı koltuğu geri çekip oturmasını bekledim. Sonra yerime geçtim. Bizimle beraber nikah şahitlerimizde oturdular. Salonda neredeyse kimse konuşmuyordu. Gözle görülür bir gerginlik hakimdi.
Herkes hazır olunca nikah memuru konuşmaya başladı. Yaptığı konuşmanın ardından sorusunu ilk olarak bana yöneltti. “Toygar Kazvanoğulları,” dedi, sesi salonu doldurdu. “Hayat Kutan’ı eş olarak kabul ediyor musun?” Bir an Hayat’ın yerinde Lale’yi hayal ettim ama bu çok kısa sürdü. Çünkü o Lale değil, Hayat’tı. Şimdi vereceğim cevapla Lale tamamen geçmişe gömülecekti. Ki zaten bitmiş bir ilişkiydi. Ama Ömür’ün hayatını kurtarmak için kabul etmekten başka çarem yoktu. Burası, dönüşü olmayan bir yoldu. Mecburen “Evet,” dedim. Salonda alkış sesleri koptu.
Memur soruyu benden sonra Hayat’a yöneltti. Hayat’ın “Evet”i ise bir fısıltı gibi çıktı; gözleri doldu, başını hafifçe eğdi. Yine aynı alkış sesleri salonda yankılandı. Bizimle birlikte şahitlerimizde imzalarını attı. Bu sırada geleneksel olarak ayağına basmalıydım. Mecbur olduğumuz bu saçma evlilikte benim sözümün geçeceğini anlamalıydı. Canını acıtmamaya özen göstererek hafifçe ayağının ucuna bastım. Ama beklemediğim bir şey oldu: Ben ayağımı çekince Hayat da benimkine bastı. Üstelik sivri topuğuyla sertçe. Canım yandı. Neredeyse bağıracaktım. Yönünü bana çevirip yeşil gözlerini gözlerimin içine dikti; sinirden mi, meydan okumadan mı, bilemedim. Tek bildiğim bu kızın düşündüğüm gibi sakin sessiz biri olmadığıydı.
Nikah memuru evlilik cüzdanını Hayat’a uzattığında aramızdaki gerilim dağılmak zorunda kaldı. Hayat memurun eline gözlerini kısarak baktı. Sanki tutması için ona ateş uzatıyorlardı. Defteri sinirle çeker gibi aldı. Herkes her şeyin farkındaydı, görüyorlardı. Ona tek kurbanın kendisi olmadığını söylediğim halde bu evlilikte beni istemediğini açıkça gösteriyordu. Bu da beni daha çok sinirlendiriyordu.
İstemeye istemeye önce Hayat’ın alnını öptüm, sonra ailelerin elini öptük.
Tebriklerden ve güzel temennilerden sonra nikâh dairesinden çıktık. Küçük bir kutlama için kapatılan restorana gittik. Kapıda kırmızı halı, içeride gelin-damat masası, müzisyenlerin çaldığı hafif bir neşeli müzik… Aman ne kadarda şahane bir organizasyon.
Hayatla bizim için hazırlanılan masaya geçtik. Bir an önce bugünün bitmesini istiyordum. Ailelerimizde yerlerine geçince Altemur Ağa müzisyen ekibe bir şeyler fısıldadı. Ardından dans için uygun bir parça girdiler. Altemur ağa “Düğün dansı olmadan olmaz, gençler” dedi.
Herkes alkışladı; Babam, Dicle abla, Ömür, Sonat… ve Hayat’ın ailesi. Herkes bu, normal bir evlilikmiş gibi alkışlıyorlardı. Zorla kalktık. Hayat’ın eli avucumdaydı; soğuk ve nemliydi. Dans için açılan dar alana çıktığımızda kolumu beline doladım; kasılmıştı. O da ellerini omuzlarıma yerleştirdi. Adım atarken birbirimize değmiyorduk; aramızda bir karış mesafe vardı. Aklımdan gerdek gecemiz geçti. Tanımadığım biriyle sevişmek, onunla aynı yatakta yatmak… İstemiyordum. Ama birlikte olmak zorundaydık; aile, töre, berdel… düşündükçe resmen hararet basıyordu beni.
Dans bittiğinde masaya döndük; sessizce oturduk. Yemek bittiğinde eğlence devam etti. Akşam olunca restorandan çıktık. Arabalar sıraya dizildi; konvoy oluşturuldu. Yanımda Hayat sessizdi; gelinliğinin etekleri koltuğa yayılmış, elleri kucağında kenetlenmişti.
Otelin otoparkında ailelerimizle vedalaştık. Hayat ailesinden sonra o iki arkadaşıyla fısıltılarla konuşurken babası Mazlum ağa yanıma yaklaştı. Çaktırmadan belime bir silah sokuşturdu. “Bu da ne demek” dedim.
“Gereğinde tetiği çekesin diye” dedi.
İlk defa böyle bir şey duyuyordum. Bizim törelerimizde kızın babasının, gerdek gecesinde damadın eline silah tutuşturduğu nerede görülmüştü. Kızının, bakire çıkmaması durumunda onu öldürmem için herif bana izin mi veriyordu? Kulağına “Sen ne diyorsun Mazlum ağa” dedim.
Gülümsedi. “Bu silah sana benden yadigar olsun” dedi. “Kızımı koruman için bir tür sembol” sonra yüzü birden ciddileşerek surat ifademden yanlış anladığımı anladı. Kaşını çattı. “Ben kızımın namusuna kefilim. Eğer bir kusuru varsa cezasını vermek sana değil bana düşer” dedi. Bu sözlerle tüylerim ürperdi.
Hayatla otele girdik. Asansörde yalnızdık. Kapı kapandığında, aynada ikimizi gördüm: gelin ve damat, ama yabancı iki insan. Asansör açılınca önce onun çıkmasına izin verdim. Odamıza doğru ilerlerken ikimizde konuşmuyorduk. Tam odanın önüne ulaştığımızda karşımıza Hayat’ın annesi çıktı. Yanında da Neval halam vardı. Annesi ikimize bakarak “Burada bekliyorum” dedi.
“Hayırdır Selime hanım, niye bekliyorsunuz” dedim.
Halam sinirli çıkan sesiyle “Sence ne için olacak Toygar?” dedi. “Selime hanım ısrarla gerdeğe girmenizi bekliyor.”
Duyduğum şeyle neredeyse kafayı yiyecektim. “Öyle şey mi olur” dedim, Hayat’a bakarak. Kızcağız kızaran yüzünü saklamaya çalışıyordu.
Selime hanım “Olur, neden olmasın” dedi. “Yarın öbür gün kızımın kusurlu çıktığını, onu öyle kabul ettiğini söylemeyeceğin ne malum. Ya da erkeklik görevini yapamayıp kızıma kız çıkmadı diye iftira etmeyeceğin ne belli”
Kadın konuştukça kan beynime sıçradı. Halam onu susturmaya çalışıyordu ama dinlemiyordu. Öfkeden titreyen ellerimle odanın kartını okutup Hayat’a “Sen gir” dedim.
Hızla odaya girdi. Selime hanıma “Bu laflarınızı hakaret kabul ederim” dedim. “İftira etmekte ne demek. Sizin ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu?”
“Siz Kazvanoğullarısınız” dedi. “Kızımla evlenmeye gönüllü olmadığın besbelli. Berdelle evlendiniz diye belki ondan kurtulmak isteyeceksin”
Halama bakarak “Götür şu kadını gözümün önünden elimden bir kaza çıkacak, hala!” dedim.
Halam Selime’nin koluna girerek onu sürükler gibi uzaklaştırdı. Balayı süitine girdiğimde elim ayağım titriyordu. Ortamın ambiyansı bir an boğdu beni. Belimdeki silahı çıkartıp masanın üzerine koydum. Hayat yatağın önünde duruyor, yüzüme bakamıyordu. Olduğu yerde bedeni zangır zangır titriyordu. Üzerimdeki lanet takıp elbiseden bir an önce kurtulmak istiyordum. “Ben duşa gireceğim” dedim. Yatağın örtüsünü açtım. Örtünün üzerindeki güller yerlere saçılırken “Çıktığımda yatağa girmiş ol!” dedim.
Yüzüne bakmadan sırtımı döndüm. Kravatımı çözerek banyoya yöneldim. Çıktığımda uyumuş olmasını diliyordum. Benim gerginliğim bana yeterdi. Birde onun suratını çekemeyecektim. Anasının laflarından sonra bu gece ona elimi sürmek bile istemiyordum.
Banyoya girip kapıyı kapattım. Soyunurken içimden bildiğim tüm küfürleri saydırıyordum. Duşa kabini açtım, içine girdim. Suyun altında Selime’nin söylediklerini düşünüyordum. Kadın neredeyse bana cinnet geçirtecekti. Ben şerefsiz miydim ki kızına iftira atacaktım. Nasıl olurda o lafları söylerdi. Öfkeden yerimde duramıyordum. İstemediğim bu evlilik başlı başına bir dert gibi boynuma takılmışken bir de kızın anasıyla uğraşıyordum.
Dakikalarca suyun altında kaldıktan sonra duşakabinden çıktım. Her yerde mumlar yanıyordu ve bu balayı odası sinirlerimi daha çok bozuyordu. Havluyu alıp kurulanırken yanıma kıyafet almadığımı fark ettim. Siktir! Bir bu eksikti. Havluyu belime dolayıp banyodan çıktığımda kapı eşiğinde dondum kaldım. Çünkü Hayat tam karşımdaydı. Silahı almış, bana doğrultmuştu. Ani bir refleksle ellerimi havaya kaldırdım. İki eliyle silahı tutan Hayat ağlıyordu. Perişan haldeydi. Onunla yatmak istediğimi, zorlayacağımı sanıyordu herhalde “Ne yapıyorsun sen, manyak mısın?” dedim.
Burnunu çekti. Gözlerinden yaşlar şelale gibi akıyordu. “Ben… Bakire değilim” dedi.