Hayat, Uğur’un arabasıyla konağa dönerken saati düşünmeden, Eva’yı aradı. Telefon ikinci çalışta açıldığında, Eva’nın endişeli sesi hattın diğer ucundan geldi: “Sabahın dördünde hayır ola, Hayat?” dedi, zira bu saatte aranmak pek de alışıldık bir durum değildi.
“Valla abla, hayır mı şer mi, ona öğrenince sen karar vereceksin artık” dedi Hayat, sesinde biriken öfkeyi bastırmaya çalışarak.
Eva, Hayat’ın bu tuhaf ve ani çıkışını anlamlandırmaya çalıştı. Kafası karışmıştı; ne olduğunu çözemeden, “Seni anlamıyorum. Ne demek istiyorsun, Hayat?” diye sordu. Ses tonu hem merak hem de hafif bir huzursuzluk taşıyordu.
Hayat, derin bir nefes aldı ve sakin olmaya çalışarak, “Evde misin abla?” dedi. “Eğer evdeysen, bende bir emanetin var. Sana onu vermem gerekiyor”
Emanet kelimesi, Eva’nın zihninde bir soru işareti daha oluşturdu. Ne olabilirdi ki bu saatte? Hayat’ı çocukluğundan beri tanıyordu. Bu saatte arayıp böyle şeyler söylemek hiç ona göre değildi. İyice şaşkın ve meraklanmış bir halde, “Ne emaneti, Hayat? Ne diyorsun, açık konuş!” dedi. Ancak Hayat, detay vermekten kaçındı. “Görüşünce anlarsın” dedi.
Eva ısrarına rağmen cevap alamayınca “Hastanedeyim, bugün nöbetçiyim,” diye yanıt verdi. Sesinde yorgunluk ve gerginlik birbirine karışmıştı.
Hayat, Eva’nın nerede olduğunu öğrenince, on beş dakikaya orada olacağını söyledi. “Seni aradığımda acil servis kapısında çıkar mısın?”
“Olurum, tamam,” dedi Eva, hala ne olduğunu anlamamış, ama Hayat’ın sesindeki ciddiyetten dolayı endişelenmeye başlamıştı. Ailesi sabaha karşı bir saatte dışarıda olmasına nasıl izin vermişlerdi? Telefonu kapatırken Eva’nın kafasında bin bir soru dönüyordu.
Hayat, telefonu kapattığında öfkeden titreyen elleriyle direksiyona sıkıca sarıldı. Başına gelenler aklına geldikçe, düştüğü durum yüzünden “Orospu çocuğu!” diye bağırdı. Uğur’un yüzünden huyu suyu değişmişti. Bir zamanlar neşeli, hayat dolu bir kız olan Hayat, aşkın pençesinde bambaşka birine dönüşmüştü. Uğur’un etkisi altında, kendini yeniden inşa etmeye çalışmış, onun hayalindeki kadın profiline uymak için her şeyi yapmıştı. Kendi benliğini bir kenara bırakmış, Uğur’un her isteğine boyun eğmiş, onun mutluluğu için kendi mutluluğunu feda etmişti. Uğur’u mutlu ettikçe daha çok sevileceğini sanmıştı. Ama ne büyük bir yanılgıydı bu! Göz göre göre kendini kullandırmıştı. Aşk, Hayat’ı aptallaştırmış, onu bir kuklaya çevirmişti. Ve şimdi, bu saf ve masum sandığı aşk, onun sonunu getirebilirdi.
Sabahın erken saatleri olduğu için yollar bomboştu. Şehrin sessizliği, Hayat’ın içindeki fırtınayla tezat oluşturuyordu. Arabayı hızla sürdü, hastaneye ulaşması on beş dakikadan bile kısa sürdü. Acil servisin kapısına vardığında, Eva’yı orada, üzerindeki hastane formasıyla beklerken gördü. Ani bir frenle arabayı Eva’nın önünde durdurdu.
Eva, arabayı tanıyınca kaşlarını çattı. Bu Uğur’un arabasıydı. Şaşkınlığı yüzüne yansırken, Hayat kapıyı açıp arabadan atlayarak dışarı çıktı.
Eva, daha ne olduğunu soramadan, Hayat elindeki çakmağı ona doğru uzattı. “Emanetin” dedi.
Eva kendi aldığı çakmağı görünce inanamadı “Bu da ne demek oluyor, Hayat?” dedi.
Hayat, Eva’nın elini tuttu ve çakmağı avucuna sıkıca yerleştirdi. Öfkeden alevler saçan gözleriyle genç kadına bakarken, dişlerini sıkarak zoraki bir gülümseme takındı. “Şu demek oluyor ablacığım,” dedi, “O orospu çocuğu sevgilin, yani aynı zamanda benim de sevgilim olan yavşak, ikimizi birden idare etmiş! Çakmağı görünce anladım.”
Eva, duydukları karşısında donup kaldı. Gözleri anında doldu, ama ağlamamak için kendini zor tuttu. “Sen ne dediğinin farkında mısın, Hayat?” dedi, sesi titrek ve inanmaz bir tonda. “Böyle bir şeyin olması mümkün değil!” Ama elindeki çakmak, Hayat’ın sözlerini doğruluyordu.
Hayat, cebinden telefonunu çıkardı ve Uğur’la çekilmiş samimi fotoğraflarını açtı. Birlikte geçirdikleri anların kanıtı olan bu görüntüler, Eva’nın gözlerinin önüne serildi. Hayat, alaycı bir ifadeyle, “Hâlâ mümkün değil diyebilecek misin?” dedi. Fotoğraflarda Uğur’la Hayat’ın sarmaş dolaş halleri, gülümseyen yüzleri, Eva’nın dünyasını başına yıkmıştı. Ama Hayat’ın amacı onu üzmek değil, gözlerini açmaktı.
Tam o sırada, acil servisin girişinde başka bir araba durdu. Acil bir hasta getirilmişti. Eva, yaşadığı şok ve üzüntüye rağmen gözyaşlarını tutmaya çalışıyordu. Hayat’a dönerek, “Arabayı servisin girişinden çek ve bana her şeyi baştan anlat,” dedi.
Hayat, Uğur’un arabasını acil servisin girişinden dikkatle çekerek hastanenin otoparkına yöneldi. Arabayı park ettikten sonra derin bir nefes aldı, aynada kendine bakıp “O, haysiyetsiz için ağlamayacaksın” dedi. Sonra acil girişinin yan tarafındaki bankta oturan Eva’nın yanına yürüdü. Eva, bankta elleri kucağında, dalgın bir şekilde oturuyordu. Yüzünde şaşkınlık, üzüntü ve öfke karışımı bir ifade vardı. Allak bullak olmuştu. Hayat, onun yanına çöktü ve anlatmaya başladı. Sözleri, yıllardır biriken duyguların patlaması gibiydi.
“Uğur’la lise yıllarından beri birlikteydik,” dedi Hayat, “Onun için Amerika’dan döndüm, biliyor musun? Onunla aynı şehirde, aynı havayı soluyabilmek için her şeyi göze aldım. İzmir’de onunla rahat rahat görüşebilmek için yetenek sınavına girdim, kazandım. Her şey onun içindi, Eva abla. Onunla bir gelecek hayal ettim. Aptal gibi inandım ona.”
Eva, Hayat’ın anlattıklarıyla adeta yerle bir olmuştu. “Aşağılık piç kurusu” diye söylendi. Kendi dünyası da bir anda altüst olmuştu çünkü o da Uğur’a inanmıştı. Mutsuz bir evliliği geride bırakmış, bir daha asla mutlu olamayacağını düşünürken, kendinden beş yaş küçük Uğur’un enerjisi, ilgisi ve sözde sevgisi onu yeniden hayata bağlamıştı. Uğur’un gözlerindeki o sahte ışıltıya kapılmış, onunla geçirdiği anların büyüsüne kendini kaptırmıştı. Ama şimdi, Hayat’ın sözleri, Eva’nın tüm inancını yerle yeksan etmişti. Elindeki peçeteyle gözlerini ve burnunu silerken, Hayat ona bakarak “Asıl perişan olması gereken benim,” dedi. “Sen sadece ona olan inancını kaybettin. Ya ben…” Sözünü tamamlayamadı, boğazı düğümlendi. Ama Eva, onun gözlerindeki acıyı görünce anlamıştı.
Eva’nın kalbi sıkıştı. Faltaşı gibi açılmış gözleriyle Hayat’a bakarak, “Sakın bana birlikte olduğunuzu söyleme,” dedi, sesi korku ve şüpheyle doluydu.
Hayat’ın bu sözlere cevabı, dakikalardır öfkesinden deliye dönmüş olan genç kadının gözlerinden akan yaşlar oldu. “Biz… Evlenecektik,” dedi Hayat, sesi hıçkırıklarla kesilirken. “Öyle demişti. Çok seviyordum ben onu, Eva abla. Her şeyimi verdim ona. Geleceğimi, hayallerimi, kendimi…”
Eva, kendi kalp acısını bir an için unuttu. Karşısında küçük bir kız çocuğu gibi ağlayan Hayat’a dayanamadı. Bankta ona doğru yaklaştı ve kollarını açarak sarıldı. Hayat’ın hıçkırıkları göğsünde yankılanırken, Eva hiçbir şey söylemeden sadece ona sarılmaya devam etti. Birkaç dakika boyunca Hayat’ın rahatlaması için ağlamasına izin verdi. Sonra cebinden bir peçete çıkardı ve Hayat’a uzattı. “Al, sil gözyaşlarını,” dedi yumuşak bir sesle.
Hayat, peçeteyi alıp gözyaşlarını silerken Eva “Deva berdeli anlattı,” dedi, “Peki, şimdi ne yapacaksın? Bundan sonra ne olacak?”
Hayat’ın gözyaşları tekrar hızlanırken, “Bilmiyorum,” diye mırıldandı. “Erkeklerden nefret ediyorum. Hepsi aşağılık, hepsi iğrenç!” Sesi öfkeliydi, ama aynı zamanda çaresizdi. Tüm dünyası yıkılmış, ne yapacağını bilemez bir hale gelmişti.
Eva, içinden bildiği tüm küfürleri tek tek Uğur’a sayarak onun elini tuttu. “Sakin ol, Hayat. Her şeyin bir çözümü var,” dedi. “Okuldan bir arkadaşım kadın doğum kliniğinde çalışıyor. Eğer istersen, bekaret konusunu hallederiz. Ama asıl mesele Uğur gibi karaktersiz biri. Ya susmazsa? Ya bir yerde anlatırsa?”
Hayat, Eva’nın sözlerini duyunca başını iki yana salladı. “Doktora falan ihtiyaç yok,” dedi kararlı bir şekilde. “Ben başımın çaresine bakarım. O korkak pisliğe gelince, kimseye bir şey anlatamaz.”
Konuşurlarken Eva, o an bir şeylerin ters gittiğini hissetti. Hayat’ın hastaneye Uğur’un arabasıyla geldiğini, elinde Uğur’un çakmağını tuttuğunu hatırladı. “Hayat,” dedi, sesi ciddiydi. “Arabayı ve çakmağı nasıl aldın? Bunlar neden sende?”
Hayat, bu soruya cevap vermedi. Gözlerini yere indirdi, sessizce bankta oturmaya devam etti. Eva, onun bu sessizliğinden bir şeyler sakladığını anladı ve tekrar sordu, “Araba neden sende, Hayat? Anlat bana!”
Tam o sırada, acil servisin girişine korna sesiyle birlikte arkası açık bir kamyonet yanaştı. Hayat ve Eva, istemsizce başlarını çevirip kamyonete baktılar. Şoför koltuğundan inen orta yaşlı bir adam, telaşla acill servisin kapısında içeriye doğru bağırdı: “Acele edin, yaralı var!” Sesi geceyi yırtarcasına yükselmişti.
Eva, hemen bankta dikleşti ve ne olduğunu anlamaya çalıştı. Uzaktan bir inleme sesi geliyordu. Adam, kamyonetin kasasını açarken yanındaki erkek sağlık görevlilerine panikle olanları anlatıyordu. Hastanenin etrafı ıssız olduğundan, konuşmaları net bir şekilde Hayat ve Eva’nın kulağına geliyordu. Adamın sesi kamyonetten gelen inleme sesine karışarak “Gardaş, fırına gidiyordum, fırıncıyım ben” dedi, nefes nefese. “Adam dal taşak tarlanın ortasında yatıyordu! Aldım, getirdim buraya.”
Sağlık görevlilerinden biri, “Sende de iyi göz varmış abi,” deyince adam “Götü ayna gibi parlamasa vallahi göreceğim yoktu!” diye cevap verdi.
Hayat, yaralının Uğur olduğunu anlayınca ayağa kalktı ve kamyoneti işaret ederek Eva’ya döndü. “Neden bende olduğunu ona kendin sorarsın,” dedi, sesinde garip bir soğukkanlılık vardı. “Arabada çantam kaldı. Onu alıp anahtarı sana bırakırım, verirsin. Eve taksiyle döneceğim.”
Eva, şok içinde, bir kamyonete bir de Hayat’a baktı. “Sen ne yaptın, Hayat!” dedi. Tam o sırada sedyeye alınan Uğur’un acı dolu inleyişi sessizliği yırttı: “Yanıyorum lan!”
Hayat, taksiyle konağa döndü. Sessizce içeri süzüldü ve odasına çıktı. Saat sabahın 05.45’ini gösteriyordu. Yorgunluktan bitap düşmüş, ruhu kırılmış bir halde kendini yatağa bıraktı. Yastığa başını koyar koymaz gözyaşları sel gibi akmaya başladı. O gece yaşadıkları, Uğur’un ihanetinin ağırlığı, Eva’yla yüzleşmesi ve hastanede olup bitenler zihninde bir fırtına gibi dönüyordu. Gözyaşları akmaz oluncaya kadar ağladı, ta ki bedeni yorgunluğa teslim olup uykuya dalana dek.
Sabah dokuzda gözlerini açtığında, başucunda annesi Selime’nin dikildiğini gördü. Selime’nin kaşları çatılmış, yüzünde endişeli bir ifade vardı. “Sabahın köründe Deva ve Arjin geldiler,” dedi. “Kalk hadi, seni bekliyor.” Hayat, yorgun gözlerini ovuşturarak yatakta doğruldu. Selime, kızının haline bakarken şüpheyle süzdü onu. “Üzerindeki kıyafetler ne böyle? Bunlarla mı yattın sen?” diye sordu. Hayat’ın üstünde hâlâ dün geceki kıyafetler vardı.
Hayat, annesinin sorusuna cevap vermedi. Şişmiş gözkapakları yüzünden gözlerini tam açamıyordu. Selime, kızının sessizliğinden rahatsız olmuş olacak ki, “Kızları gönderiyorum,” deyip odadan hızlıca çıktı. Kapı kapanır kapanmaz Hayat, yorganı tekrar tepesine kadar çekti. Sanki dünyadan kaçmak, her şeyi unutmak istiyordu. Ama bu kaçış kısa sürdü. Çünkü İki dakika geçmeden odanın kapısı açıldı ve Deva ile Arjin içeri daldı. Deva, yorganı bir çırpıda çekip Hayat’ın yüzünü ortaya çıkardı. “Kızım, sen ne yapmışsın?” dedi
Hayat, gözlerini kısıp arkadaşına bakarak, “Ne yapmışım?” diye çemkirdi.
Deva, kollarını göğsünde kavuşturarak, “Ablam anlattı. Uğur’u hastanelik etmişsin!” dedi. Arjin ise ortamı yumuşatmak için “Sen gerilim filmi falan izlemezsin, nereden öğrendin bunları?” dedi.
Hayat, arkadaşlarına “Doğaçlama yaptım,” dedi, yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Üç arkadaş, bir an için birbirlerine bakıp sinirden gülmeye başladılar. Bu gülüş, içlerindeki gerilimi bir anlığına hafifletmişti, ama Hayat’ın gözlerindeki hüzün hâlâ capcanlıydı.
Sonra Hayat birden ciddileşti. Deva’nın her şeyden haberi olduğunu anlayınca, “Eva abla nasıl?” diye sordu,
Deva, iç çekerek, “Nasıl olsun, üzgün, kırgın, öfkeli…Ablam, ‘Hayat bana yapacak bir şey bırakmamış,’ diyor,” diye cevap verdi. “Şerefsiz, ikinizi aynı anda nasıl idare edebilir? Tam bir orospu çocuğuymuş!”
Deva’nın öfkesi, Hayat’ın içindeki yarayı daha da deşti. Hayat’ın gözleri tekrar doldu, gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı. “Beni kullanmış,” dedi, sesi hıçkırıklarla kesilirken.
Deva ve Arjin’in de gözleri doldu. Hayat’ın acısı, onları da sarmıştı. Deva, Hayat’ın sağ elini tuttu, Arjin ise sol elini. Sessizce, sadece varlığıyla destek olmaya çalıştılar.
Deva, kısa bir sessizlikten sonra, “Ablama o meseleyi de anlatmışsın,” dedi. “Doktor istemiyormuşsun. Delirdin mi, Hayat? Sen bu işin sonunun nereye varacağının farkında değilsin galiba. Bakire olmadığın anlaşılırsa, seni öldürürler!” Sesinde hem korku hem de endişe vardı. Hayat’ın bu umursamaz tavrı, Deva’yı çileden çıkarmıştı.
Hayat, arkadaşlarının endişeli bakışları altında yataktan kalktı. Odanın içinde birkaç adım attı. “Ne olacaksa olsun,” dedi, sesinde tuhaf bir kararlılık vardı. “Umurumda değil. Kaderimde ne varsa razıyım ben.” Bu sözler, Deva ve Arjin’i daha da telaşlandırdı.
Arjin, kaşlarını çatarak, “Yani, kendini evleneceğin adamın vicdanına bırakıyorsun, öyle mi?” dedi.
Deva ise yalvarır gibi, “Yapma Hayat,” dedi. “Lütfen, dinle bizi. Bu işin şakası yok.”
Ama Hayat, onları dinlemedi. Gözlerini pencereye dikmiş, dışarıdaki gri gökyüzüne bakıyordu. “Ben kararımı verdim,” dedi, sesi soğuk ve kesin. “Boşuna uğraşmayın.”
Tam bu sırada annesi tekrar odanın kapısın çaldı ve içeriye girdi. “Öğleden sonra hazırlanacakmışsın. Alışveriş yapılacak, gelinlik bakılacak”