1. ASKERİN YEMİNİ
Yazar anlatımı...
Aşk için dökülen gözyaşı ve savaşta akan kanın bedeli biçilemez.
“Merkez 1, görev noktasına ulaşmış bulunmaktayız.”
“Anlaşıldı Kurt. Merkez 1 dinlemede. Mevkinizi ve durumunuzu bildirmeyi unutmayın.”
“Anlaşıldı Merkez 1. Şu anda Azerbaycan-Ermenistan sınır bölgesindeyiz.” dedi Kıdemli Başçavuş Kenan Karabey güven veren tonuyla.
Yıl 2020, Ekim ayının ilk günleri. Azerbaycan ile Ermenistan arasında yıllardır süren soğuk savaş, artık sıcak çatışmalara dönmüştü. Kardeş ülke Azerbaycan, otuz yıl önce haksız yere elinden alınan topraklarını geri almak için ayağa kalkmıştı. Suçsuz insanların kanı dökülmüştü bir zamanlar o topraklarda. Şimdi o kanın hesabının sorulma zamanı gelmişti.
Bu yolda kan gerektiriyorsa, kan akardı.
Şehit gerekliyse, seve seve verirdik.
Bu topraklar bin yıllardır şehit kanıyla sulanmamış mıydı zaten? Eğer yine sulanacaksa, ilk damla bizden olurdu.
Ermenistan, savaş alanında başarı elde edemeyince, gözü dönmüşçesine sivillere yönelmişti. Kadın, çocuk, yaşlı demeden can alıyordu. Türkiye ise bu duruma sessiz kalmadı. Kardeşliğin sadece sözle olmadığını tüm dünyaya gösterdi. Cesaretle, kararlılıkla, askerlerini sınır hattına göndermişdi. Onlardan biri de Kıdemli Başçavuş Kenan Karabey’di.
Telsizi kapattıktan sonra timine döndü ve tok bir sesle konuştu:
“Şimdi hepiniz beni iyi dinleyin. Ne konuştuysak o şekilde ilerliyoruz. Kimse, hiçbir koşulda plan dışına çıkmayacak.”
“Emredersiniz Komutanım!” Tim, tek ağızdan bu yanıtı verdi. Gözlerinde inanç, yüreklerinde vatan aşkı vardı.
Kenan, sonra bakışlarını sağa çevirdi. O an yeşil gözler yakaladı onu. Çimen gibi yemyeşil, savaşın ortasında bile içini aydınlatan bir bakış: Hazan. Sevdiği kadındı. Savaşın ortasında bile gönlünün tek sığınağıydı.
“Hazan Hanım, sizden de emirlere uymanız rica olunuyor.” Sesi yumuşaktı ama ciddiyetten ödün vermemişti. Hazan, gülümsedi. O gülümseyişte aşk da vardı, itaat de. Kenan’ın uyarısı, sevgiden çok görev bilinciyleydi. Herkes onların sevgili olduğunu, Kenan’ın ona evlenme teklifi ettiğini, yazda düğün hazırlıklarının başlayacağını biliyorlardı. Ama Kenan, tim komutanıydı. Ve Hazan, duygularına çok çabuk yenik düşebilen, vicdanı büyük bir insandı.
Düşmana karşı acımasız olabilirdi, ama suçsuz bir çocuğa ya da yaşlıya merhameti gözlerinden okunurdu. Ve o merhamet, geçmişte az kalsın başına iş açacaktı.
“Emredersiniz Komutanım.” dedi Hazan. Başını hafifçe eğerek onay verdi. Birlikte ilerlemek üzere harekete geçtiler. Azerbaycanlı bir görevli asker, onları bölgeye yönlendirecekti.
*****
Kenan Karabey
Savaş alanından yalnızca iki kilometre uzaklıktaydık. Günlerdir aynı noktadaydık. Aynı soğuğu, aynı sessizliği ve aynı gerilimi yaşıyorduk. Burada bulunmak, sadece bir görev değil, bir sorumluluktu. Biz, vatanın sesine kulak veren askerlerdik. Her gün kan dökülüyor, her gün şehit haberleri geliyordu. Ama bu acının içinde bir de haklı zaferin doğmakta olduğu bir umudu vardı.
Cəbrayıl ve Hadrut bölgeleri ermeni işgalinden kurtarılmıştı. Bu haber, sadece bir asker için değil, tüm millet için yüreğe su serpen bir andı. Evet, acı vardı. Gözyaşı vardı. Ama özgürlük, toprakların geri alınması, halkın elinde dalgalanan bayrakları görmek... O tarifsiz bir onurdu. Televizyondaki spikerin, haberi anlatırken tutamadığı gözyaşlarını biz de karargâhta izlerken hissetmiş, yutkunmuş ve gururla başımızı dik tutmuştuk.
*****
O sabah tüm ciddiyetimle döndüm ve emrimi verdim:
“Hepiniz dikkatli olun. Bugün ileri gideceğiz. Füzuli şehrinin birçok köyü azat edildi. Bugün büyük ihtimalle şehir tamamıyla geri alınacak. Düşman köşeye sıkıştı, aç köpek gibi saldırıyor. Tetikte ve dikkatli olun.” dedim. Ve Merak ettiğim başka bir detay daha vardı ki bazı insanlar bu şehre "Kan kokan Füzuli" diyordu. Burada dökülen kan o kadar fazla mıydı ki insanlar bu şehri böyle adlandırmıştı.
“Emredersiniz komutanım!” sesi yankılandı hep birlikte. Fakat gözlerim bir kişiye takıldı: Hazan. Benim vatanım iki kişilikti çünkü. Birincisi topraklarım, ikincisi ise hayatımı verdiğim sevdam.
Hazan, benim ilk ve tek aşkımdı.
Savaşın ortasında bile kalbimde yer tutan, gülüşüyle içimi sımsıkı saran kadın. Evet, hırçındı. Kara denizin suları gibi hem de. Kuralları pek umursamazdı. Ama belki de onu özel kılan şey tam da buydu. Ben yalnızca onun karşısında susardım. Gözlerimiz konuşurdu daha çok.
İlerlerken bir ses yankılandı:
“Dikkat! Burası mayınlı bölge!”
Azerbaycanlı askeri bizi uyardı. Zaten ileride “mayınlı alan” tabelaları vardı, ama ermeniler toprağın bile güvenirliğini almıştı ellerinden. Her yeri tuzaklamışlardı. Her adım ölümle yüz yüze atılıyordu.
İçlerinden biri sordu:
“Komutanım, ateşkes ne kadar sürecek?”
Evet, şu an kısa süreli bir ateşkes vardı. Bu yüzden ilerleyebiliyorduk. Ama ateşkesin sessizliği, mermilerin vıyıltısından daha çok geriyordu insanın sinirini. Bir saat önce gökyüzü, patlayan bombaların sesiyle yankılanıyor, toprak çatlıyor, insanın sinirleriyle birlikte dünya da sarsılıyordu.
Ama şimdi sessizdi. Sanki bir fırtına yaklaşmadan önceki son huzur gibi. Bir az daha ilerledik ve siperlerin olduğu noktaya geldik.
“Kenan…”
Sesini duyar duymaz irkildim. Görev başında nadiren ismimi söylerdi. Eğer "Komutan" yerine “Kenan” diyorsa…
Bir şey olmuştu. Olmalıydı.
“Efendim, Hazan?”
Yüzüne baktım. Ciddi ve endişeliydi. Elindeki dürbünü bana uzattı.
“İleriye bak. Gördün mü?”
Aldım dürbünü elinden. Ama neye bakmam gerektiğini anlamamıştım. Gözümün önünde sadece küçük, ürkek bir tavşan vardı. Onun dışında bir hareketlilik yoktu.
“Tam olarak nereye bakmamı istiyorsun?”
“Tavşanı... Gördün mü?”
“Evet, gördüm. Ama?”
“Kenan… Ateşkes bozulmadan onu alabiliriz. Ölmez belki. Hayatta kalır.”
Derin bir nefes aldım. Yüreği yumuşaktı. İşte bu kadına nasıl kızılırdı? Ama o savaş alanındaydı. Ve ben onun komutanıydım.
“Hazan… Onu almaya kalkarsak... Görürlerse, alnımızdan vururlar. Bu kadar basit.”
“Ama onun da canı var, Kenan. Hayvan diye kaderine mi terk edelim? Onun canı kıymetsiz mi?”
“Hazan, olmaz!”
Sesim yükselmişti. Gözümdeki sevda bir anlığına yerini korkuya bırakmıştı. Onu kaybetmekten korkuyordum. Ama o anlamıyordu. Kendi bildiğini okurdu hep. Bu yüzden daha önce de ölümle burun buruna gelmişti. Bu yüzden onu önceden uyarmıştım. Ama yine de söz dinlememişti.
Tam o sırada bir Azerbaycanlı komutan beni çağırdı. Bilgi vermesi gerekiyordu.
Keşke gözüm Hazan'ın üstünden hiç ayrılmasaydı. Keşke...
“Komutanım! Hazan...”
“Ne olmuş Hazana?”
“Dediğini yaptı. Tavşanı almak için gitti...”
İçimden bir lanet okudum. Siperin dışına baktım. Oradaydı. Sürünerek ilerliyordu. Kendi bildiğini yine yapmıştı. Tavşana yaklaştı, ürkmüş hayvan taşların arasına sinmişti. Sonunda kucağına aldı. Tam geri dönerken göz göze geldik.
“Affet beni... Ama yapmam gerekiyordu...” dedi telsize konuşarak. Gözleri hâlâ o tanıdığım ışıkla parlıyordu.
Ama o an... Ağır bir silah sesi! Sanki zaman durdu. Hazan oturur pozisyondaydı ama bir anda yere yığıldı. Bacağından vurulmuştu.
O an duramazdım. Sevdiğimi orada bırakamazdım. Siperden çıkıp sürünerek ilerlemeye başladım.
“Beni koruyun!” dedim askerlere. Hazan'a ulaştım. Kucağıma aldım. Uğruna vurulduğu tavşan ellerinden kayıp kaçıp gitmişti.
“Bir kere de söz dinle be kızım! Neden bu kadar başına buyruksun?”
“Çünkü sen beni hep korursun...”
Ve zoraki gülümsemeye çalıştı. O gülümsemeye canımı verirdim ben. Ama canının yandığı da çok belliydi.
Ve tam o anda ikinci bir silah sesi yankılandı. Bu kez hedef bendim.
Sarsıldım. Kucağımda Hazan olduğu için yere çömeldim. Sırtımdan vurulmuştum. Yüzümü düşmana döndüm. Ateş etmeye başladım . Canımı verirdim ama sevdiğimi onlara vermezdim.
Ama olmadı…
Çatışma kısa sürdü. Ve o son mermi...
Benim hikâyemi sonlandıran oldu. Çünkü öleceğimi anlamıştım. Yüzüm toprakla buluşurken, sadece bir cümle geçti içimden:
“Yeminimi tutamadım çimen gözlüm… Affet beni sevgilim. Nişanlın artık bir şehit.”
Ama Hazan duymadı beni. Ve bir şeyi anladım bu kısa saniyeler içinde. "Kan kokan Füzuli". Neden böyle söyleniyordu şimdi anlamıştım. Anlamam için çok geçti. Hazan kan kaybından bilincini yitirmişti. Uyandığında hissettiklerini asla öğrenemeyecektim. Çünkü ben artık hayatta olmayacaktım.