Göz kamaştırıcı bir sabah, güneşin ilk ışıkları Suriye sınırındaki tozlu yolları aydınlatıyordu. Ela Yıldırım, sırtında acil tıp çantasını taşırken, bir an için bile durmadı; yorgunluğunu unutur gibi görünüyordu. Görev, onun için nefes almak kadar doğal bir şeydi. Başarılı bir cerrah olarak, insanlara dokunmak onun en büyük gücüydü. Ama bu kez sadece hastaları değil, yüreğinde taşıdığı ağır yükü de taşımaktaydı.
Göz ucuyla etrafına bakındı; sınır köyündeki klinik, çatlamış duvarları ve solmuş tabelasıyla zamana direnen bir yer gibiydi. Çocuklar, Ela’yı merak dolu bakışlarla izliyor, kadınlar başlarını hafifçe eğerek selam veriyordu. Bir tebessüm, birkaç kelime Arapça; Ela, dilin ötesinde bir dilden, kalpten konuşmayı biliyordu.
Seminer, sağlık çalışanlarına acil müdahale ve ilk yardım üzerineydi. Ela konuşurken sesi hem yumuşak hem kararlıydı; etrafındakilerin gözünde hayranlık ve saygı okunuyordu. Onun dünyasında “imkânsız” kelimesi yoktu, en azından insan hayatını kurtarmak söz konusu olduğunda.
Fakat o günün akşamı, sessizlik bozuldu. Klinik koridorunda yankılanan ayak sesleri, uzaklardan yükselen patlama sesine karıştı. Telaş ve korku anbean artarken, Ela’nın içindeki sezgi ateş gibi alevlendi: Bir şeyler olacaktı.
Akşam karanlığında, gökyüzünü yırtan bir alev topu kliniği aydınlattı. Ela, cam kırıkları arasında kendini yere attı; patlamanın ardından yükselen toz bulutu, göz gözü görmez hâle getirdi. Kadın çığlıkları, çocuk ağlamaları, her yan kargaşayla doluydu.
“Ela! Bu tarafa!” diye bağıran bir doktorun sesini duydu. Ela çantasını kaptığı gibi arkadaşlarına doğru koştu. Teröristler, kliniği kuşatmış, herkesi rehin almaya başlamıştı. Ela’nın kalbi deli gibi atıyor; ama zihni korkudan değil, çözüm aramaktan hızlanıyordu.
Bir anlığına, sığınağın kapısının açık olduğunu fark etti. Kısa ama sonsuz gelen bir tereddütten sonra, Ela yavaşça geri çekildi ve o açıklıktan dışarı sızdı. Karanlık sokaklarda nefes nefese ilerledi; taş duvarlar, keskin köşe başları, her biri saklanmak için bir fırsattı.
Fakat adımlarını takip eden ayak sesleri vardı. Ela dönüp baktığında, yüzünü maske ile gizlemiş iki adam ona doğru yaklaşıyordu. Kaçacak yer yoktu. Nefesi kesilmişti; o an tek bir dua fısıldadı: “Lütfen… bir mucize…”
Tam o anda, gecenin sessizliğini bozan bir ses yankılandı:
“Eller yukarı!”
Ela başını çevirdi. Koyu yeşil üniforması, çelik bakışları ve soğukkanlı duruşuyla bir adam; elindeki silahı tehditkâr değil, koruyucu bir şekilde tutuyordu. Bu adam, Baran Arslan’dı. Özel tim komutanı, kurtarma görevindeydi.
Göz göze geldiler. Ela’nın korkuyla titreyen bakışları, Baran’ın soğuk ama güven veren gözlerinde bir anlığına huzur buldu. Ardından, Baran hızlı bir hareketle teröristleri etkisiz hâle getirdi. Ela, hâlâ nefes nefese, kollarını sardı göğsüne.
Baran, kısa bir bakışla ona döndü:
“İyi misin?”
Ela, titrek bir sesle:
“Diğerlerini kurtarmamız gerek…”
Baran’ın yüzünde, buzları eriten bir anlık hayranlık belirdi. Cesareti, güzelliği ve inadı… Bu kadının gözlerinde bir isyan, kalbinde bir yangın vardı. O an Baran anladı: Bu hikâye sadece bir görev olmayacaktı.