Yumurtalı jip ( Giriş bölümüdür)
Liva kazdal
Sabah gözlerimi nenemin çığırmasıyla açmıştım. Sabah dediğimde henüz gün ağarmamış sabah ezanı okunmamıştı.Kalkasun artuk uyuşik uşak hamsilar kavağa çıktı, sen hala yataysun.
Sızlanarak yataktan kalktım nenem emine hatun daha fazla oyalanırsam elinde sopayla yanıma gelmesi an meselesiydi.
Elimi yüzümü yıkayıp nenemin yanına indim.
Ninem hele şükür livaye ben çayu koydum. Sen hele ekmağı hazır edesun bende namazumu kılayum bu gaybana hoca gene unuttu ezanu okumayu .
Nene imsak vakti girmedi ki hocaya ne kızaysun .
Sen sus hep geç kalayu tabi karısinun koynundan çıkamadı kuduruk.
Nenem herzamanki nenemdi işte yanlız kendi bildiği yanlız kendi inandığı.
Daha fazla inatlaşmanın anlamsız olduğunu bildiğimden onu namaz kılmaya gönderirken, bende kahvaltıyı hazırlamaya başladım.
Canım babam balıktan dönmek üzereydi.
Biz rahat yatağımızda yatarken o ekmek peşinden koşuyordu ve balık ne yazıkki karanlıkta guruplar halinde geziyordu.
Kahvaltıdan sonra babamla birlikte balık haline gidecek diğer illere gönderilecek olan balıkları kolileyip ,geriye kalanları pazar tezgahında satışa koyacaktık .
Babam geldiğinde kahvaltı çoktan hazırdı. Nenem de ezan okunmadan sabah namazını kılmış, ezan okunurken de imam Yusuf amcayla kızmayı ihmal etmemişti. Şimdi ezan okunmadan senin kıldığın namaz kabul olmadı, nenem desem beni de kalaylayacağı için Allah kabul etsin. Demekle yetinmiştim. Babamla kahvaltıda avı konuşmuş, bugün pazarda satılacak balığın daha fazla olduğunu söylemişti. Kahvaltı sofrasını toplayıp yılların emektarı beyaz kanat Anadolu’muza binip balık haline geçtik. Babam inatla vazgeçmemişti, beyaz kanattan sürekli yolda bıraksada onu satmaya gönlü razı gelmiyordu. Yine olan olmuş, tam hale yaklaşmışken bizim külüstür emektar bizi yine yolda koymuştu. Babama dönüp, "İnat ediyorsun, Orhan Reis, gel değiştirelim şu külüstürü, bak artık gitmeyi da gitmeyi!" dedim. "Dema kızım, küstüreceksin benim beyaz kanadımı, havalar soğuktur, ondan üşütmüştür motorunu." Kahkahama engel olamamıştım. "Ay babam ya, insan mıdır bu araba? Üşütecek, neyse hale az kaldı, ben yürüyerek geçeyim, sen de beyaz kanadını ısıt, gel," diyerek indim külüstür kanattan. "Sen benimle eğleniyorsun ama bir gün elbet kanadıma muhtaç olursun. Haydi sen git, ben de beyaz kanadı çalıştırıp pazara geçerim, orada buluşuruz." Karadeniz’in insanı gibi havası da eserekliydi; bir bakarsın dingin, günlük güneşlik, bir bakarsın bulutlu, şakır şakır yağışlı. Şansıma bugün de yağışlıydı. Şemsiyemi almıştım, şükür ki kaldırıma geçip temiz yağmur havasını ciğerlerime doldura doldura hale doğru yürümeye başladım. Yoldan geçen arabaların üzerimi ıslatmaması için iyice kenara geçip yürüyordum. Derken koca siyah bir jip hızla geçip yol kenarındaki tüm suyu üzerime sıçratana kadar şemsiyeyle ıslanmaktan kurtardığım kıyafetlerim, gaybana arabanın tekerinden çıkan sulardan kaçamamıştı. O kadar hızlı geçmişti ki jipin plakasını alacak vaktim bile olmamıştı. Tek dikkatimi çeken arkasındaki kocaman kartal simgesiydi. Baştan aşağı ıslandığıma mı yanayım, beni ıslatana hesap soramadığıma mı, bilemedim; öfkeyle hale ulaşmıştım.
Beni sudan çıkmış balık gibi gören Oruç kahkahayı koyuvermişti.
"Gülme, da gülme, tüm sinirimi senden çıkaracağım," bak, şemsiyende var, kızım, nasıl bu kadar ıslanmayı başardın acaba?" diye sordu.
Ağzımı bozmayacağım, Oruç, gaybana puştun biri tam gaz geçip yoldaki tüm suyu üstüme boca etti. Bak, gene aklıma geldi, alamadım ki plakasını ama elbet biyerde denk gelir, o koca kartal amblemini nerede görsem tanırım.
Olan olmuş, hadi gel, sana üst baş vereyim de üşütme bu havada.
Eve gidemem zaten, külüstür bozuldu gene, senin tulumlara kaldık yani Oruç bey.
Gel hadi deli kız, üşütme de hemen giyin.
Üzerime en az 3 beden büyük gelen tulumu, içine de Oruç’un kırmızı kazağını giyip, siyah bereyi de takmıştım kafama, beni gören tam bir balıkçı olduğumu düşünürdü.
Koskoca gemi mühendisini de kendinize benzettiniz ya, "Oruç Uşak," dedi Temel Reis.
Balıkçı halinin maskotu da olmuştuk, iyi mi?
Gece tutulan balıkların büyük çoğunluğunu paketleme alanına yönlendirip, haldeki işimi tamamladım, Oruçla ve Temel Reis'le balık pazarına geçip tezgahımızı açtık.
Babam da beyaz kanadı tamir etmiş yanımıza gelmişti.
Beni tulumla gören babam şaşırmıştı.
"Ne oldu kızım, hayırdır, bu üç beden büyük tulumu da niye giydun, senin kıyafetlerin nerededur?"
"Gaybana uşağın biri ıslatmış, Orhan Reis üşümesin, balıkçı güzelimiz," diye benim yedek tulumu verdim Leva’ya.
"Hay, sen çok yaşa Oruç uşağım, yakışmış benim güzelime," de, haydi, başlasın satışlar, haydi bismillah.
Temel Reis yeni keşfettiği ses bombasından horon açmış balık pazarını inletmişti.
Keyifliydi pazarda satış yapmak, herkes birbirini kollar, yeri geldiğinde benim balığım taze değildir der, kim az satış yaptıysa ona yönlendirirdi.
Sefa Balık Pazarı, tezgahları birbirini kollayan sıkı dostları olan esnaflarıyla ünlüydü.
Turist olarak gelen insanlar bile çoğu zaman ününü duyup geldikleri Sefa Pazarını gezmeden, o balık kokusunu almadan geçip gitmezdi.
Arada Temel Reis'in horonuna eşlik edip, oynamayıda ihmal etmiyordum. öğlene kadar gelen müşterilere istedikleri balıkları tartıp veriyordum.
Oruç’un seslenmesiyle ona dönüp baktım. "Leva Reis, hadi öğle yemeği vakti gelmiştir. Bugün pideler benden, haydi gidip alıp gelelim." "Omuz silkip, iki paket pideyi getiremiyor musun," dedi Oruç. "Hayırdır?" dedim gülerek. "O kadar paketi üst üste getirdiğimde birbirine yapışmış diye şikayet etme o zaman," dedi.
"Bak şimdi, hadi gidelim o zaman," dedim. Sıcak pide üst üste gelince yapışıyordu, hamur oluyordu. Mis gibi pide keyfini hamur olmuş pidenin bozmasına izin veremezdim.
Pideciye girdiğimizde pidelerimiz paketleniyordu. Paketlenen pideleri alıp pazara doğru geri dönüyorduk. Sabahki yağış yerini güneşe bırakmış, hava mis gibiydi.
Derken marketin önünde duran araç dikkatimi çekmişti. Sabah beni suya bulayan jiple aynı gibi duruyordu. "Oruç, bir dakika," diyerek aracın yanına koştum. Arkasına geçip aklımda kalan kartal amblemini görünce, beni ıslatan araç olduğunu anladım. Oruç, beni ıslak hamsiye çeviren araç bu. Oruç, gülerken ölümcül bakışlarımı ona atmayı ihmal etmedim. Anında gülüşünü sonlandıran Oruç, "Vay puşt, demek burada bir yerde ha," dedi.
Araba yeni yıkanmış, pırıl pırıl parlıyordu. "Birinin yolda insanlar yürüyebileceğini bu hayvanata öğretmesi lazım," diyerek elimdeki pide poşetini Oruç’un eline tutuşturdum. Oruç, "Ee, yapışacak pideler," diyince, "Başlatma şimdi pidene, Oruç. Birine vermem gereken bir hayat dersi var, bekle burada," diyerek markete girdim. Bir koli yumurta alıp aracın ön camında da tek tek kırdım.
Beni çamurlu suyla yıkayan aracı, ben de yumurtayla yıkayacaktım. Aslında arabanın suçu yoktu ama onu en uğraştıracak şey yumurtaydı. Araçta kimse yoktu, keşke olsaydı da beni ıslatan manyağın kafasında da bir iki tane yumurta kırabilseydim. Şansına elimde sadece arabası kalmıştı.
Marketten çıkanlar, çevreden çıkan birkaç esnaf hayretle beni izliyordu. Dayanamayan market sahibi, "Kızım, ne yapıyorsun? Ayıptur," dedi. "Ne ayıbı, amca? Ne ayıbı? Bu araç sabah beni sırıl sıklam ıslattı, ben de hak ettiği dersi verdim." "Eh, haklısın o zaman," deyip marketin önüne oturup beni izlemeye devam etti.
Yumurtanın yanında ek olarak aldığım köpük kremayla da geçtiğin yollara dikkatli bak. Kartal yavrusu yazdım. Sabahki öfkeme yerini sakinliğe, muhteşem bir rahatlamaya bırakmıştı.Şimdi uğraşsın temizlesin, arabasını dikkatsiz pislik! Oruç beni hayretle izlemiş, çıtını dahi çıkarmamıştı. Elinden pideleri alıp yürümeye başladım. Olduğu yerde kalan Oruç’a seslenip, "Ne duruyorsun, Oruç? Soğudu da pideler!" dedim. "Haa evet," diyip olay yerine dönen Oruç’la gülmeme engel olamadım. Benim içim soğumuştu, varsın pideleri soğuk yiyelim. Pazara geri dönüp soğuyan pideleri sıcak çayla bir güzel gömüp balık satışına devam ettim. Aradan geçen 1 saatin sonunda pazarda hırsla bağıran adamın sesiyle ortaya çıktım. Arabamı yumurtaya bulayan balıkçı kız nerede diye bağırıyordu. Tevekkeli avuçlarım kaşınıyordu. "Gel, gaybana gel!" Hırsımı arabandan almıştım ama belliki yumurtalı jip beyimize fazla dokunmuştu…