Haziran

1001 Words
Aylardan Haziran’dı, Haziran’ın on biri. Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Islak çimenlerin çıplak ayaklarının altından kaydığını hissederek açık kollarıyla etrafında bir kez daha döndü. Gecenin içinde ılık bir rüzgâr, saçlarının arasında usul usul gezinerek ürpermesine neden olsa da umursamadı. Sonunda dönmeyi bırakarak ayaklarını sıkıca ıslak çimenlerin üzerine bastırırken, olduğu yerde sallanarak nefes nefese gülümsedi. Kanında dolaşan bir şey vardı; coşkun akan deli bir ırmak gibi ama kaynağını kendi içinden alıyordu. Tüm benliğini rüzgârıyla titreten, onu tamamen etkisi altına alan, ruhunu iplerinden çözülen özgür bir uçurtma gibi gökyüzüne bırakan, onu cesaretlendiren, kanının deli deli akmasına neden olan, adeta sarhoş eden ve bilhassa, oturduğu yerden sigarasını içerek onu izlemeye devam eden adamın derin bakan, kahverengi gözlerine baktığında etkisini artıran çok tehlikeli ama cezp edici bir şey... Çok tehlikeli ama cezp edici bir şey... Nedenini anlatmakta zorlandığı derin bir heyecan, nefesinin gürültüyle hızlanmasına neden olurken yutkunarak bakışlarını Ali Kemal’e eğdi. Üzerindeki yazlık elbisenin mütemadiyen uçuşan eteklerini düzeltirken “Ali,” diye sızlandı. “Bitmedi mi sigaran?” Ali Kemal, oturduğu yerde hafifçe kıpırdanırken bacaklarını öne uzatarak kendisi için daha rahat bir pozisyona geçerken dişlerinin arasında çiğnediği izmariti baş ve işaret parmağının arasına alıp ne kadar kaldığına baktı. Sigarasının çoktan bittiğinin farkındaydı ancak bunu görmek, yine de onu durumdan memnun olmadığını anlatmak istercesine huysuzca kaş çatmaktan geri koymadı. Yaklaşık yarım saat önce Dila, dans etmeleri için ilk teklifini yaptığında sigarasının bitmediğini bahane ederek oturduğu yerde kızı izlemeye devam etmişti. Sigarasının zehirli, kara dumanı mı yoksa kızın teninden yükselen kışkırtıcı karanfil kokusu mu daha etkiliydi; bir türlü emin olamıyordu. Üzerindeki kırmızı, yazlık elbisenin açıkta bıraktığı pürüzsüz, yumuşak tenine bakmaktan kendini alamazken boğazının kuruduğunu hissederek zorlukla yutkundu. “Haydi, Ali Kemal!” Ali Kemal? Melike Dila, diğer herkesin aksine ona Kemal yerine Ali demeyi tercih ediyordu. Genellikle, diye düzeltti içinden. Bazen, tıpkı şimdi olduğu gibi sabırsızlandığında ya da kızıp öfkelendiğinde iki ismini birden söylüyordu. Ali Kemal diyordu. Bu ayrıntıyı bilmenin, yani kıza bu kadar yakın olmanın sebep olduğu mutluluk dudağının kıyısında incecik bir gülüşün filizlenmesine neden olurken başını kaldırdı. Onun durumu da Melike’den farklı değildi; herkes kıza Dila demeyi tercih ederken Kemal, kendine dahi izah etmekte zorlandığı güçlü bir istekle kıza Melike diye seslenmeyi alışkanlık edinmişti. Düşüncelerini bir kenara bırakmaya karar vererek ayaklanmaya karar vermişti ki Melike Dila'nın sesi yeniden duyuldu. “Gelmeyecek misin?” dedikten sonra, mavinin en derin tonuna sahip olan iri gözlerini adamın canına kast etmek ister gibi koca koca açarak devam etti. “Bugün senin doğum günün.” Aslında doğum günü on iki Haziran'dı ama gece yarısına çoktan geçmiş olduklarını düşünerek bu ayrıntının üzerinde durmamaya karar verdi. Sonunda ellerini – muhtemel ki heyecanını bastırmak için - kot pantolonuna sürterek ayaklandıktan sonra çıplak ayaklarıyla kıza doğru küçük bir adım attı. Melike Dila onun aksine, aradaki mesafeyi kapatmak için büyük bir adım atarak tam karşısına geldi. Ali Kemal’in, kollarını beline dolamasını beklemeden beyaz, ince kollarını boynuna sararak heyecanla gülümsedi. Bir an sonra, adamın ellerinin belinde birleştirdiğini fark ederek nefesinin titreyen dudaklarının arasından usulca dışarı bıraktı. Aralarında öyle kuvvetli bir çekim vardı ki nefes almakta bile zorlanıyordu. Ali Kemal’in “Benim doğum günüm ama,” diyen fısıltılı sesi içinin gıcıklanmasına neden olurken çekinerek göz göze gelmelerini sağladıktan sonda devamını beklediğini belirtir biçimde sessiz kalmayı tercih etti. “Yine senin istediğin oluyor.” Melike Dila, duyduklarına karşılık gülümsemeden edemedi. Dişlerini, gülüşüyle kıvrılan alt dudağına bastırarak ıslak izler kalmasına neden olurken adama doğru sokularak yavaşça fısıldadı. “Çünkü bana hayır diyemiyorsun.” Çünkü bana hayır diyemiyorsun. Ali Kemal, dudaklarını sabırsızca yalayarak başını sol tarafa çevirirken durumu kabullendiğini anlatmak istercesine kaşlarını havalandırırken gönülsüz bir tavırla omuz silkti. Buna verebilecek bir cevabı yoktu. Ne zaman olduğunu bile bilmiyordu ama kız, onun için giderek daha derin bir zaaf halini alıyordu. İçinde bulundukları şartlar, bu evdeki konumu, Saim Kırcalı, sonra Sinan’la aralarındaki ilişki; bunların hepsini düşününce kıza bu şekilde zaafının olması onun için fazlasıyla tehlikeliydi ama elinden, bunu değiştirmek için hiçbir şey gelmiyordu. Melike Dila'nın, onu bu şekilde etkisi altına alması için çabalaması bile gerekmiyordu. Sadece gözlerinin içine bakması, gülümsemesi ya da çok daha basit başka bir şey yapması bile yeterli oluyordu. Düşünerek bir yere varamayacağını biliyordu, aklındaki dağıtmak istercesine hızla başını salladı bu nedenle. Müziğin yokluğunu, Melike’nin ince ince mırıldandığı melodiyle dans ettiklerini umursamadan hafif bir gülüşle kızı bileğinden tutup kendin etrafında bir tur döndürdü. Tam onu yeniden kollarının arasında tutmaya hazırlanırken, Melike Dila olduğu yerde sendeleyerek düşecek gibi oldu. Eğer Ali Kemal, hızla beline sarılarak onu düşmekten son anda kurtarmasaydı yere kapaklanması işten bile değildi. Korkuyla açılan gözlerini adama usulca adama kaldırdığında aralarında neredeyse hiç mesafe kalmadığını, burun buruna olduklarını fark ederek nefessiz bekledi. Kendini çekecek güce sahip olmadığını biliyordu; işin aslı, Ali Kemal’e bu kadar yakınken, kendini çekmek istediği falan da yoktu. Nereden geldiğini bilmediği büyük bir cesaretle başını geriye atarak yüzünü adamın yüzüne biraz daha yaklaştırdı. Geriye attığı başı nedeniyle bütünüyle açığa çıkan zarif boynu, bembeyaz teni, adamın ellerine kadar dökülen yumuşak saçları ve nefesinin baştan çıkarıcı bir yavaşlıkla havaya süzüldüğü aralık dudakları ile ne kadar davetkâr göründüğünden; adamı nasıl bir ateşe attığından habersiz gibiydi. Adamı nasıl bir ateşe attığından kesinlikle habersiz değildi. Ali Kemal’in başının, sanki onun iradesi dışındaymış ya da derin bir ihtiyaca boyun eğiyormuş gibi belli belirsiz kendisine eğildiğini fark ettiğinde uzanarak kısacık bir an dudaklarının birbirine sürtünmesine neden oldu. Aynı anda adamın, dehşet biçimde boğuklaşmış, karizmatik, kısık, hatta neredeyse kışkırtıcı bir fısıltıya dönen, derin bir tınıya bürünmüş sesiyle “Melike,” dediğini işiterek kendini hafifçe geri çekti; titrediğinin bile farkında değildi. İçine doğru dürüst tek bir nefes dahi çekemediği için daha güçlü bir ses çıkaramayacağının bilincinde olarak “Ali,” diye fısıldadı. Aralarındaki boy farkını azaltmak istercesine parmaklarının ucunda yükselirken, ellerini ensesine yerleştirerek adamın yüzünü kendine doğru eğmesini sağlamaya çalıştı. Kendini, onun nefesini hissetmeye öyle muhtaç hissediyordu ki başka türlü davranması mümkün olmuyordu. Bir eli hala Ali Kemal'in ensesindeyken, diğer elini içi titreyerek yanağına yerleştirdikten sonra uzanıp sağ yanağına, güldüğünde gamze olmayacak kadar küçük, belirsiz bir çukurun oluştuğu yere dudaklarını bastırdı. “İyi buradasın şimdi, yanımdasın.” Yüzünü geri çekmeden burnunu Ali Kemal'in çene çizgisine sürterek kokusunu derince içine çekti. “İyi ki doğdun.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD