Milat
Otelin en üst katına geldiğinde duran asansörün kapısı aralanırken, gerginliğini biraz olsun üzerinden atmasına yardımcı olacağını umarak derin bir nefes aldı. Küçük, tedirgin ve kararsız bir adım – tek bir adım – atarak gideceği odanın bulunduğu koridora yöneldikten hemen sonra durakladı; ne yapması gerektiğini bilmiyordu ve bunun sebep olduğu çaresizlik kendini hepten savunmasız hissetmesine neden olurken, sanki onlarla daha önce ne yaptığı ile en ufak bir fikri yokmuş gibi öylece ellerine bakakaldı. Ne şekilde durması gerektiğine bir türlü karar veremiyordu; o kararsız kaldıkça ellerinin biçimi değişiyordu sanki, gövdesine büyük gelmeye başlıyordu. Sakinleşmesini sağlayacak bir şeyler bulmayı umarak başını kaldırdığında koridorun sonunda tanıdık bir yüz görmenin emniyeti ile sonunda ellerinin önünde birleştirmeye karar vererek omuzlarını geriye itti.
Avşar onu görmüş ve kadının bir tufan gibi peşinden sürüklediği telaşın aksine oldukça sakin bir şekilde ona doğru gelmesini beklemeye başlamıştı. Karşı karşıya geldiklerinde, tedirgin bakışlarının kadının gözlerindeki maviliği belirgin bir şekilde vurguladığını fark ederek bir şey söylemesine fırsat vermeden odanın kapısını araladı. Melike, kararsızca kıpırdanan dudaklarını sıkıca birbirine bastırırken zarifçe öne eğdiği başıyla karşılık vererek odadan içeri girdi. Avşar bir şey söylemesine müsaade etmeden onu içeri postalamasına memnun olmadığını söyleyemezdi çünkü adama ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Son kez bir araya geldikleri zamanı dün gibi hatırlıyordu ama yedi yıldan sonra öylece karşısına geçip ne diyebilirdi ki?
Derince içine çektiği hava kaburgalarına baskı yaparak göğsünün sıkışmasına neden olurken, adeta taş kesilmiş omuzlarını dikleştirerek duruşunu düzeltmeye çalıştı. Hala kapısında beklediği odanın, bu otelin en büyük, lüks ve gösterişli süiti olduğunu biliyordu. İleri doğru sessizce adımlayarak geniş süitin ortasına geldiğinde, gördüğü manzara nefesini tutarak duraksamasına neden oldu. Ali, sırtı ona dönük bir şekilde, dimdik gövdesiyle birkaç adım ötesinde elleri cebinde öylece dikilmiş, şehrin ışıklarını izliyordu. Siyah takımı hala üzerindeydi; ceketini çıkarmış, gömleğinin kollarını direklerine kadar kıvırmıştı. Bakışları adamın üzerinde gezinmeye devam ederken, onu ne kadar özlediğini fark ederek kaşlarını çattı. Tüm benliğinin, adama sarılmak için duyduğu istekle sarsıldığını hissederken, artık aralarında hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını kendine yeniden hatırlatarak derin bir nefes aldı.
İleri doğru yeni bir adım atmıştı ki Ali, ayakkabılarından çıkan sesi fark ederek hızla ona döndü. “Avşar, nerde kaldın?”
Dönerken sorduğu soru, karşısında Melike’yi gördüğünde dudaklarında asılı kalırken, kaşlarını çatarak başını eğdi. Bir zamanlar uğruna ömrünü kül etmeye razı olduğu gözlere bakarak konuşmak, nefsine ağır geliyordu. Sıktığı dişleri çenesinin kasılmasına neden olmuştu. Melike’nin gözleri, hepten belirgin bir hal alan çene çizgisinde gezindiği bir andan sonra adamın baktığı noktaya eğildi. “Ali,” derken fısıldamasına rağmen sesinin titrediğini fark ederek çaresizce yutkundu.
Adam, kötü bir rüyadan uyanır gibi silkinerek çatık kaşlarını düzeltme gereği görmeden omuzlarını kaldırıp indirdi. “Burada olduğunu bilmiyordum.”
Melike “Ali,” derken öne doğru büyük bir atarak “Bugün yanımda gördüğün adam,” diye araya girdi.
“Beni ilgilendirmez.”
Sadece bir an duraksadıktan sonra, hızla aradaki mesafeyi kapatarak adama sarıldı. Geri kalan her şey bekleyebilirdi. Hepsi, tüm sorunlar, tüm sıkıntılar, düşmanlıklar, zorunluluklar, aralarına giren onlarca şey, sabaha kadar ertelenebilirdi. Şimdi, sadece sesiyle, nefesiyle, kokusuyla sarmalanarak adamın kollarının arasında olmak istiyordu. Kalbinin sesini duymayı; sıcaklığını, gücünü hissetmeyi öyle çok özlemişti ki Ali’nin sarılışına karşılık vermemesini bile umursamadı. Adamın gövdesine yaslanan gövdesini çekmeden, burnunu çene çizgisi boyunca gezdirerek Ali’ye iyice sokuldu. Adamın sakallı yanağı, teninde tatlı bir karıncalanmaya neden olurken fısıltıya benzeyen, buğulu bir sesle “Seni çok özledim ben,” diye mırıldandı.
Ali sertçe iç çektikten sonra kollarından kavrayarak onu hızla kendinden uzaklaştırırken, aldığı karşılığı umursamadan başını geriye atıp dudaklarını usulca adamınkilere bastırdı. Dudakları birbirine sadece kısacık bir an dokunmuştu. Gerçek bir öpücük değildi, gerçek bir öpücüğün kıyısından bile geçmiyordu ama onca yıldan sonra ikisinin ruhunda da derin bir etkiye sebep olmuştu. Adam geçip giden uzun saniyelerin sonunda gözlerini ağırca aralayarak dudaklarını ıslattıktan sonra “Uzun zaman oldu,” diye cevap verdi, sesindeki boğukluk insanın içinin ürpermesine neden olacak kadar belirgindi. “Yokluğunda çok şey değişti.”
“Belki,” dedikten sonra zarifçe gülümseyerek kaşlarını meydan okurcasına havalandırdı Melike. Adamın omzuna çıkardığı eli aheste aheste gömleğinin yakasında oyalanırken, öne doğru tek bir adım atarak burun buruna gelmelerini sağladı. Nefesini bütünüyle Ali’nin dudaklarının üzerine üflerken “Ama sen hala,” diye fısıldadı. “Beni öperken titriyorsun.”
Barut
Aralanan kapıyla birlikte başını çevirdi. Melike gittiğinden beri pencerenin önünden ayrılmamıştı. Önce kadının gidişini izlemiş, ondan uzaklaşmak için attığı her bir adımı tek tek takip etmiş, sonra da gözlerini karanlığın içinde belirsiz bir noktaya dikerek öylece dikilmeye devam etmişti. Kadın gittiğinden beri geçmişin, özellikle de onu ilk kez öptüğü anların hatırası, hiç istemediği halde aklında dönüp duruyordu. Kaşlarını çatarak derin bir nefesle kendine gelmeye çalıştı. Melike'yi öyle çok özlemişti ki kollarını boynuna doladığını hissettiği ilk an, kalbi duracak gibi olmuştu. Kadının teninden yükselen karanfil kokusu etkili bir zehir gibi ruhuna sızarak tüm boşluklarını istila etmişti. Melike'nin sıcak teniyle birleşerek olduğundan daha baştan çıkarıcı bir aromaya bürünen o yakıcı karanfil kokusunu duyduğu ilk an, kendinden geçmeye öyle yaklaşmıştı ki nasıl olup da kendini geri çekmeyi başarabildiğine hala akıl sır erdiremiyordu.
Selman'la Nasuh'un önlü arkalı içeri girdiğini fark ettiğinde, damarlarında buz kesen öfkenin keskin şiddetini hissederek gözlerini kapatıp açtı. Sakinleşmek için yaptığı bir hareket değildi. İşin aslı, sakinleşmek istediği falan yoktu. Melike'nin dönüşü, cehennemin dibine kadar gömdüğünü düşündüğü hisleri öyle amansız bir şekilde gün yüzüne çıkarmıştı ki elinden, çaresizce öfkesine tutunmaktan başka bir şey gelmiyordu. Yine de ani bir hamlede bulunmadı. Dudaklarının arasındaki sigaradan son bir nefes alarak dumanını ağır aheste dışarı salarken öne doğru bir adım attı. Ardından, kimse ne olduğunu anlamadan hırsla öne atılıp Selman'ın çenesine sert bir yumruk geçirdi. “İçeri girmek için Çavuş'un gelmesini mi bekledin?”
Selman, olduğu yerde geriye doğru savrulurken dengesini son anda sağlayarak düşmek üzere olan gövdesini düzeltti. Eli, kırılıp kırılmadığını anlamak istercesine çenesini kontrol ederken acıyla inleyerek tuttuğu soluğu bıraktı. Bunu beklemediği söylenemezdi. Melike'nin döndüğünü, ondan bilerek saklamış değildi. Sadece nasıl söyleyeceğini bilememişti. Bu denli şiddetli bir yumruğu hak ettiğini düşünmüyordu ama yine de adamı alttan almaya karar vererek doğruldu. O bir şey söylemeden Nasuh araya girdi. “Barut, ne oluyor?”
Kemal, onu duymamış gibi yaparak öfkeli gözlerini Selman'dan çekmeden dişlerinin arasından adeta hırladı. “Melike'nin geldiğini bana ne zaman söylemeyi düşünüyordun, Avşar?”
“Ben de yeni öğrendim.”
Selman'ın kendini savunmak için söylediği cümle, Kemal'in daha çok keskin bir ıslığa benzer öfkeli gülüşüyle kesilirken Nasuh ne olup bittiğini anlamak istercesine ikisine baktı. Bu geceye dair bildiği tek şey, Kemal'in Saim Kırcalı ile aynı ortamda bulunmasına neden olacak bir davete katılması gerektiğiydi. Melike'nin döndüğüne ya da bu gece orada olacağına dair herhangi bir ayrıntıya vakıf değildi. Anlaşılan kadın, dönüşüyle bu ikisini de hazırlıksız yakalamıştı. Durum karşısında ne düşünmesi gerektiğini bilemeden karşısındaki adamlara bakarken Kemal'in ileri atılarak Selman'a doğru hamle yaptığını fark ederek araya girdi. Anlaşılan adam, aldığı cevabı beğenmemişti. “Oğlum bir dur!” diyerek Kemal'i omuzlarından geriye istekleri. “Bir dur, yeter!”
“Sen karışma Çavuş!”
Nasuh, sabrının tükendiğini hissederken Kemal'i omzundan sertçe yeniden itekledi. “Sen bu kızı uğruna ölecek kadar sevmiyor muydun?” diyerek söylendi. “Dönmüş işte!”
Kemal, duyduklarına inanamıyormuş gibi başını iki yana sallarken öfkeyle gülümsedi. “Kızın babası beni öldürmeye ant içmiş, senin söylediğine bak!” Söylediklerinin, kendi içinde hala bir umut barındırdığını fark ettiğinde çatık kaşlarıyla homurdanarak devam etti. “Geçmiş bitmiş mesele.”
Tam o noktada Selman, kendini alıkoyamadığı bir şeyi yaparak kaşlarını meydan okurcasına havalandırdı. Yüzüne ikinci bir yumruk yeme ihtimalini de göze alarak “Vallahi aga,” diye mırıldandı. “Kızın arkasından nasıl baktığını görünce bana pek öyle gelmedi.”