Kafenin o dar penceresinden birbirlerine kenetlenen bakışlar, Ege'nin en sakin kasabasında bile zamanı durdurabilecek kadar güçlüydü. Mert, donakalmış Aslı'nın gözlerinden, lise yıllarındaki o çekingen ama zeki kızı anımsadı. Saçlarındaki sarı tutamlar, güneşte parlayan ela gözleri... Hepsi zihnine kazınmıştı.
Bir adım atmak istedi, o anın büyüsünü bozmadan yanına yürümek. Ama askerliğin öğrettiği o disiplin, içgüdüsel bir fren mekanizması gibi çalıştı. İleriye atılması gereken her adımı, geri çekilmesi gereken binlerce potansiyel tehlikeyle tartar olmuştu. Bu, sadece fiziki bir refleks değildi; duygusal bir savunma mekanizmasıydı. Genç yaşına rağmen edindiği rütbe ve tecrübeler, onu duygusal açıdan daha ketum, daha kontrollü bir hale getirmişti.
Duygularını açıkça yaşamanın ne gibi sonuçlar doğurabileceğini öğrenmişti. Bu yüzden, birkaç saniye süren bu yoğun göz temasının ardından, istemeden de olsa Can'ın koluna dokunarak yürüyüşüne devam etti. Arkasında, kalbi avuçlarında atan, kahvesi masada soğumaya yüz tutmuş bir Aslı bırakarak.
Aslı ise Mert'in yavaşça uzaklaşan siluetine baktı. Gözlerini kaçırmıştı. Oysa lisede olsa, belki de utançtan yerin dibine girerdi. Ama şimdi, içinde tanımlayamadığı bir öfke kıpırdıyordu. Neden? Neden hep aynıydı? Neden yine o, hiçbir şey olmamış gibi, tanıdık bir yabancı gibi geçip gitmişti hayatından?
Kahve fincanını sıkıca kavradı, parmak boğumları bembeyaz oldu. Bilgisayar ekranındaki kodlar anlamsız çizgiler yığınına dönüştü. Çalışmak imkansızdı. Kalbinin bu denli hızla atması, vücuduna yayılan bu garip elektriklenme, uzun zamandır hissetmediği, kendinden sakladığı duyguların habercisiydi.
Onu en son üniversiteye giderken, otobüs terminalinde görmüştü. Birbirlerine kısa bir bakış atıp vedalaşamadan ayrılmışlardı. Yarım kalan her şey, şimdi Ege'nin bu şirin kasabasında yeniden filizleniyordu.
Aslı, o akşam erkenden evine döndü. Kiraladığı taş ev, kasabanın ara sokaklarından birindeydi ve denize nazırdı. Pencereden dışarı bakarken, Mert'in yüzü zihninden silinmiyordu. Akşam yemeği bile yiyemeden yatağına uzandı, tavana bakarken geçmişe daldı.
Mert, lisedeki o popüler, sporcu çocuktu. O ise sessiz, köşesine çekilmiş, dersleriyle meşgul bir kızdı. Onu hep uzaktan sevmişti. Birkaç kez göz göze gelmişler, kütüphanede yan yana oturmuşlar, okul etkinliklerinde aynı grupta yer almışlardı. Ama hiçbir zaman o "gerçek" sohbet başlayamamış, duygular açığa çıkamamıştı.
Aslı, duygularını içine atmakta ustaydı. Duygularını göstermenin, bir zayıflık olduğunu düşünürdü. Özellikle aşk gibi kırılgan bir duygunun. Oysa Mert, bakışlarıyla, o anlık duruşuyla, sessizce bir şeyler söylemek istemiş gibiydi.
Yoksa Aslı mı öyle algılamak istiyordu? Bu kasabaya kaçışının nedeni sadece iş değil, belki de geçmişin o yarım kalan hikayesiyle yüzleşmek miydi? Bunu kendine bile itiraf edemiyordu.
---
Ertesi sabah, kasabanın küçük çarşısı her zamanki gibi hareketliydi. Mert, annesinin bakkal listesini tamamlamak için pazara gitmişti. Domateslerin tazeliğini kontrol ederken, tanıdık bir ses duydu.
"Bu patlıcanlar çok taze teyze, almalısın!" Başını kaldırdığında, Aslı'yı gördü. Yanında kasabanın en renkli simalarından, yaşlı Fatma Teyze vardı. Fatma Teyze, Aslı'yı çok sevmiş, ona "kızım" diye hitap etmeye başlamıştı. Bu, Aslı'nın kasabaya ne kadar iyi uyum sağladığının da bir göstergesiydi.
Aslı, Mert'i fark ettiğinde bir an duraksadı. Yüzüne sahte bir tebessüm kondurmaya çalıştı ama gözleri Mert'in gözlerine takılı kaldığında, o sahtelik anında dağıldı.
Fatma Teyze, durumu fark etmiş gibi ikisi arasında gidip geldi bakışlarıyla. "Aa, Mert oğlum, sen de mi geldin? Bak bu da bizim Aslı kızımız, şehirden geldi, yazılımcıymış. Çok hanımefendi, çok da akıllı." Fatma Teyze'nin bu doğrudan tanıştırma çabası, ikisini de şaşırttı.
Mert, toparlandı. Askeri duruşunu koruyarak, "Merhaba Aslı," dedi. Sesi, beklediğinden daha tok çıkmıştı. "Görmeyeli nasılsın?" Bu soru, aralarındaki onca yılı, konuşulmamış onca şeyi nasıl da sıradanlaştırmıştı.
Aslı'nın kalbi yine tekledi. "İyiyim, teşekkür ederim Mert. Sen nasılsın? Ne zamandır buradasın?" Sesinin titrememesine şaşırmıştı. Profesyonel maskesi, bu küçük kasabada bile işe yarıyordu.
"Dün geldim. İzinliyim bir süre," dedi Mert. Sesi sakindi, ama bakışları Aslı'nın yüzünden bir an bile ayrılmıyordu. "Mesleğim askerlik. Biraz... uzaklaşmak iyi geldi. Bu meslek, görünürde daha fazla iz bırakır sadece." Gözlerinde kısa bir anlık hüzün parladı, sanki arkasında bıraktığı ağır bir yükün ipuçlarını veriyordu.
Fatma Teyze, "Askerlik zor zanaat yavrum, Mert de genç yaşına rağmen çok başarılıymış duyduğuma göre," diye lafa karıştı. Mert'in yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, ama gözlerindeki o derin ifade sabit kaldı. Bu tebessüm, onun başarısının ardındaki bedelleri de fısıldıyordu adeta.
Fatma Teyze'nin araya girmesiyle buzlar biraz kırılır gibi oldu. Kısa bir sohbet daha ettiler. Aslı'nın kasabada ne kadar kalacağı, Mert'in ne işlerle meşgul olduğu gibi yüzeysel konular. Ancak her kelimenin altında, konuşulmayanların ağırlığı vardı.
O anların içinde, Aslı'nın zihni Mert'in askeri geçmişi ve rütbesi üzerinde oyalandı. 24 yaşında bu kadar kararlı, bu kadar oturmuş bir duruş... Bu, sadece disiplinle kazanılan bir şey değildi.
Mutlaka önemli tecrübeler edinmişti. Belki de bu yüzden, lise yıllarındaki o çekingen Aslı'dan çok daha fazlası olduğunu kanıtlaması gerekecekti.
Mert, pazardan ayrıldıktan sonra bile Aslı'nın kokusu burnunda, ela gözleri zihninde dönüp duruyordu. Kasabaya sadece dinlenmeye geldiğini sanmıştı. Ama Aslı'nın varlığı, içindeki uykudaki bir yanardağı uyandırmıştı.
Onunla ilgili bilmediği o kadar çok şey vardı ki. Yazılımcı olması, kasabaya neden geldiği, hayatında kimlerin olduğu... Bu sorular, izin döneminin monotonluğunu dağıtmış, yerine tuhaf bir merak bırakmıştı. Bir şeyler öğrenmeliydi.
Kasabanın fısıltıları da boş durmuyordu. Mert'in dönüşü, hele ki bu kadar başarılı bir asker olarak dönmesi, kasabada hızla yayılmıştı. Annesinin komşularına gururla anlattığı oğlunun hikayeleri, kahvehanede dönen sohbetlerin ana konusu olmuştu.
"Ah, Mert'i hatırlıyor musunuz, o yaramaz çocuk şimdi koskoca subay olmuş!" fısıltıları, kasabanın dört bir yanına yayılıyordu.
Aslı'nın da yeni gelen ve "bilgisayar başında çalışan" şehirli kız olarak dikkat çektiği biliniyordu. İki genç, kasabanın gözünde artık sadece çocukluk arkadaşları değildi; geçmişten gelen, gizemli bir bağa sahip iki 'yabancı'ydı.
Kasaba, bu iki genç arasındaki potansiyel hikayeyi koklamıştı bile. İnsanların meraklı bakışları, dostane gülümsemeleri, onların her hareketini takip etmeye başlamıştı.
Mert, akşam yemeğinde annesinin hazırladığı zeytinyağlıları yerken bile Aslı'yı düşünüyordu. Çocukluk arkadaşı Can, yemeğe davet edilmişti ve sohbeti yine kasabanın çöpçatanlık işlerine getirmişti.
"Aslı'yı gördün mü Mert? Şehirli ama bizim kızlara on basar valla. Çalışkan da, kendi ayakları üzerinde duruyor," diyerek Mert'i yokluyordu.
Mert, umursamaz bir tavır takınmaya çalışsa da, yanaklarında hafif bir kızarıklık oluştu. "Can, ne diyorsun sen? Kız yeni gelmiş kasabaya."
"Ne var yani? Sen de geldin. Belki de kader seni buraya onun için getirdi ha?" Can'ın son cümlesi, Mert'in zihninde yankılandı.
Kader... Sahiden de kader miydi bu? Yoksa sadece tesadüf mü? Cevaplar, Ege'nin yakıcı güneşinde eriyip gidecek miydi, yoksa su yüzüne çıkmayı mı bekliyordu?
O an için tek bildiği, kasabanın sıcak atmosferinin, içeride fırtınalar koparan bu iki eski dostun hayatını sonsuza dek değiştireceğiydi.