“Dur kız karışı koyma...” dedi benim aksime şehvet dolu sesiyle celladım.
Bu taşların arasında nefes almayı öğrendiğim günden beri bu konak sadece evim değil, aynı zamanda bir kafesim oldu. Ve her kafesin bir celladı vardı. Benimki ise Kağan’dı.
Kiler koridorunun loş sıkışıklığında sırtım raftaki eşyalara dayalıyken nefesim kesiliyordu. Kağan ağanın eli, bir yılan gibi kayarak kalçama kenetlenmişti.
“Zümra’m, kaçma be güzelim,” diye fısıldarken nefesi ağır şarap kokusuyla yüzüme çarpıyordu. “Hadi benim ol seni, dünyanın en mutlu kadını yapayım.”
Diğer eli mememi avuçlamaya kalktığında tüm gücümle göğsünden itekledim. Gözlerim doluydu, boğazım düğümleniyordu. “Kağan ağam, yapmayın gözünüzü seveyim! İstemiyorum sizi, uzak durun benden!”
Yıllardır süren bu taciz bir kâbustu. Zerda Hanım Ağa’ya açıldığımda aldığım tek şey, “Sakın bunu kimseye demeyeceksin,” diyen bir tehdit ve kayıtsız bir omuz silkme olmuştu. Kimsenin, bir ağanın sözünü bir hizmetçinin sözüne tercih etmeyeceğini biliyordum.
“Ne olacak yani bir kere siksem seni?” diye sırıttı yaklaşmaya devam ederek. “Bak sen de seveceksin, nasıl da sulanacaksın hem de her aklına geldiğinde! Gel de inat etme. Konağın en yakışıklı ağası seni istiyor, daha ne istiyorsun?”
Onun iğrenç sözlerini duymamazlıktan gelmeye çalışıp zihnime sığındığım tek limana kaçtım. Çetin Ağa.
O, çocukluk aşkımdı. Uzun yıllardır İstanbul’da yaşadığı için onu görmemiş olsam da, kalbimdeki yeri başkaydı. Bu yasak, bu imkansız aşk, beni Kağan’ın kirli temasından koruyan tek zırhımdı.
Tam onun sıkışan kollarının arasından kayıp kurtulmayı başarmıştım ki, Zerda Hanımağa’nın sesi koridorda yankılandı.
“Zümra!”
Yüzüm kızarmış, nefesim kesik kesikti. Kağan ise arkasını Zerda Hanımağa’ya dönmüş, sırıtarak alçak bir sesle, “Hadi, yine yırttın,” dedi. Ve ani bir hareketle kalçama acıtacak şiddette bir şaplak attı, etimi sıktı. Nefesim kesildi.
“Amma da sıkıymışsın,” diye hırladı kulaklarıma doğru eğilerek. “Bir dahakine o deliğini parmaklayacağım, haberin olsun!”
Bu iğrenç tehditle birlikte dehşet içinde kaldım. Zerda Hanımağa’nın yanına, avluya doğru koşmaya başladım. Ayaklarım yerden kesiliyor, kalbim göğüs kafesimi parçalayacak gibi atıyordu. Yanına vardığımda nefes nefese, rengim solmuş bir halde durdum. Kucağında, Çetin Ağa ile deli gelin olan Şennur Hanım’ın bir yaşındaki oğlu, küçük Berat vardı.
“Al şu paşayı uyut,” diye buyurdu Zerda Hanımağa, sesi her zamanki gibi sakindi. Kağan’la olanları duymamış gibiydi ya da umursamıyordu. “Şennur ilaçlarını içti, uykuya daldı. Bu çocuk da biraz huysuz, uykusu geldi herhalde.”
“He-hemen uyutuyorum, Hanımım,” diye kekeledim titreyen sesimi ve yüzümdeki korkuyu gizlemeye çalışarak.
Küçük Berat’ı kucağıma aldığımda yumuşak, sıcak bedeni tüm yaşadığım dehşeti bir anlığına unutturdu. Onu göğsüme daha sıkı ama yine de nazikçe bastırdım. Bedenimde, Kağan’ın bıraktığı yanma hissi ve iğrenç sözlerinin yankısı varken, odama doğru yürümeye başladım. Bu çocuk sadece huysuz değildi. Sanki minik kalbi, etrafını saran bu kirli sırlar ve tehlikelerden haberdarmış gibi, huzursuzdu.
Ben ise onu, kendimi koruyamadığım bu lanetli konağın gölgelerinden koruyabilecek miydim, bilmiyordum.
Odaya girip kapıyı arkamdan usulca kapattım. Odayı bütün konağı saran keskin ve ağır bir koku, üzerlik tütsüsü kaplamıştı. Zerda Hanımağa, nazar değmesin diye neredeyse her gün yakardı da bugünkü ayrı bir ağır, ayrı bir boğucuydu. Yüzümü buruşturdum. İçimden, “Bu kadar ağır duman, bu minicik yavruya zararlı değil mi ya?” diye mırıldandım.
Yatağın kenarına oturdum. Kucağımdaki Berat, uykulu gözlerini bana dikmiş, minik parmağını ağzına götürmüştü. O an tüm korkularım, Kağan’ın iğrenç sözleri, bir an için silinip gitti. İçimde, saf ve koruyucu bir sevgi dalgası yükseldi.
Ona tebessüm edip alçak, yumuşak bir sesle, “Uykun mu geldi, yakışıklı?” diye sordum. “Hadi uyutalım seni o zaman.”
Onu kollarımda hafifçe sallamaya başladım, ayağımı yere vurarak ritim tuttum. Sonra yıllar önce, belki de kendi annemin bana söylediği hafızamın derinliklerinden süzülüp gelen bir ninniyi mırıldanmaya başladım,
“Dandini dandini dastana
Danalar girmiş bostana...
Kov bostancı danayı
Yemesin lahanayı...”
Ninninin tekdüze, huzur veren melodisi odada yankılanırken kendi göz kapaklarımda da bir ağırlık hissetmeye başladım.
Bu sıradan bir yorgunluk değildi. Ani bastıran, karşı konulmaz bir uyku arzusuydu. Beynim sisleniyor, düşüncelerim bulanıklaşıyordu.
İçimden, “Allah Allah... Neden bir anda uykum geldi böyle? Niye gözümü açık tutamıyorum?” diye geçirdim. Bu normal değildi. Berat’ı daha sıkı tutmaya, kendime gelmeye çalıştım ama bedenim isyankârdı. Ninniyi söyleyen sesim giderek uzaklaşıyor, kelimeler birbirine karışıyordu.
Kollarımın gücü çekiliyor, başım hafifliyordu. Son bir çabayla Berat’ı göğsüme yasladım onun minik, sıcak bedenini hissetmeye çalıştım. Ama karanlık çoktan beni de sarmalamaya başlamıştı.
Göz kapaklarım, bir daha açılmamak üzere kapandı. Ninnim, yarım kalan bir fısıltıya dönüştü ve ben de Berat’ın yanında o boğucu üzerlik kokulu odada, uykunun kollarına düştüm.
...
Gözlerimi açtığımda başım zonkluyordu. Karanlık odaya bakınırken, zihnimdeki sis yavaş yavaş dağılıyordu. Sonra aniden, kucağımın boş olduğunu fark ettim.
Yerimden fırladım. Yatak bomboştu.
“Allah’ım!” diye inledim sesim korkudan titremeye başlarken. “Nasıl uyuyakaldım ben? Berat! Berat nerede?”
Dehşet içinde yataktan fırladım. Kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu. Oda kapkaranlıktı, dışarıda gece çoktan çökmüştü. Ellerimle yatağı yokladım, hiçbir yerde yoktu. Ne yapacağımı şaşırmış, nefes nefese odanın ortasında dönüp duruyordum. Zerda Hanımağa’ya ne diyecektim? Çetin Ağa’ya ne diyecektim? Bu nasıl bir kabustu?
Tam o an pencereden gece sessizliğini yırtan ince, cılız bir ses geldi.
Bir bebek ağlaması.
Kanım dondu. Pencereye koştum, perdeleri bir çekişte açtım. Arka bahçe, ay ışığıyla soluk bir şekilde aydınlanmıştı. Ve orada kuyunun tam başında, kucağında bir bebekle dikilen bir kadın silueti gördüm.
Gözlerime inanamadım. Bu... Bu benim gibiydi! Aynı uzun, kumral saçlar. Aynı basma entari. Aynı boya, aynı posa sahip biri. Yüzü ise gece karanlığı ve belki de bir örtüyle kapalıydı. Kucağında, minik kollarını çırparak ağlayan Berat’ı tutuyordu.
Şok oldum. Donup kaldım. Bedenim taş kesilmişti. Bu bir rüya olmalıydı. Ya da o boğucu üzerlik otunun getirdiği bir halüsinasyon...
Ama ağlama sesi o kadar gerçekti ki. Ve kuyunun başındaki o kadın, o korkunç ikizim, o kadar somuttu ki.
Hiç düşünmeden, deliye dönmüş bir halde odadan fırladım. Merdivenlerden aşağı, karanlığa doğru koşmaya başladım. Konak haddinden fazla sessizdi. Normalde böyle sessiz olmazdı.
Tek bir düşüncem vardı o da Berat’ı onun elinden kurtarmak. Ama içimi kemiren bir korku daha vardı...
Ya biri onu gördüyse? Ya herkes, kuyunun başında bebekle duran kadının ben olduğumu düşünürse? Aslında o an anladım korktuğumun başıma geleceğini.
Allah’ım ne olur o küçük bebeğe bir şey olmasın...