Kin beslemek, acıyı hatırlamanın tek yoluysa; bu hatırayı sonsuza dek taşırım…
YILDIZ DAĞHAN
Acı… Bütün bedenimde, ruhumda ve zihnimde hissettiğim tek duygu…
Ellerimde hâlâ abimin kanı varken polis arabalarının ve ambulansın ışıkları gözlerimi aldı. Bir anda etrafta koşturan pedimetrikler ve polisler ile sanki zaman durmuşken tekrar ağır çekimde ilerlemeye başlamıştı.
“Hanımefendi… Hanımefendi beni duyuyor musunuz?” diyen bir ses beni kontrol ederken bir diğeri abimin yarasına bastırdığım ellerimin temasını keserek abimle ilgilenmeye başlamıştı.
Kulağımda derin bir uğultu varken gözlerimi kapatarak kendime gelmeye çalışıyordum.
“Hanımefendi yaralı mısınız?” diye soran pedimetrik vücudumu kontrol ederken boğuk bir sesle “hayır” dedim.
Başımı abimin olduğu tarafa çevirip “Abim… Abimi vurdular” dedim.
“Tamam hanımefendi, arkadaşımız onunla ilgileniyor. Siz derin nefes alıp sakinleşmeye çalışın” dediğinde bir gerçek yüzüme çarptı. Abimin göğüs hareketlerine baktım, hareket yoktu.
“Abim… O nefes almıyor” dediğimde kadın bir memurla birlikte kollarımdan tutup beni kaldırdılar. Benim gözlerim hâlâ abimin göğsündeyken onunla ilgilenen kişinin abimin üzerinden ellerini çektiğini gördüm. Hiçbir şey yapmıyordu.
“Durdu…” dedim yanımdakilere. “Bir şey yapmıyor… Durdu…” Onlar hiçbir şey demeden beni ambulansın arkasına doğru alırken “neden bir şey yapmıyor?” diyerek parmağımla abimin olduğu tarafı gösterdim.
Birkaç saniye sonra siyah bir poşet geldiğinde gözlerim sonuna kadar açıldı “Hayır… Hayır… Hayır… Ne yapıyorlar? Neden torbaya koyuyorlar? Abim o benim!.. Neden torbaya koyuyorlar?” diye bağırmaya başladığımda bir kişi beni tutmaya çalışırken diğeri iğne hazırlıyordu.
“Bırak beni! İstemiyorum iğne falan” diyerek ikisinin de ellerinden kurtulup abimin yanına koşup yere eğildim.
“Abi… Abi… Aç gözünü… Abi lütfen aç gözünü…” diye sayıklarca bağırıyordum ama abim hiç tepki vermiyordu.”
“Hanımefendi çok üzgünüm, ama biz geldiğimizde yapılacak bir şey yoktu. Başınız sağ olsun” dediğinde gözlerim kapandı, başımda sanki tonlarca yük taşıyormuşum gibi bir ağırlık oluşmuştu. Öyle ki kafamı çevirip bana bunları söyleyen adamın yüzüne bakamıyordum.
“Olmaz öyle şey… Sadece… Sadece… Olamaz… Böyle bir şey olamaz… Abim o benim…” diye konuşurken gözlerimden sessizce yaşlar akıyordu…
“Çok üzgünüm” diyen ses daha sonra “arkadaşlar alıyoruz… maktülü” dedi. Maktül… Katledilen… Bu kelime belki şimdiye kadar birçok kez filmlerde, operasyonlarda, eğitimlerde karşıma çıkmıştı ama ilk kez benim için can atıcı bir anlam taşıyordu.
“Ama abim o benim” diye fısıldadıktan sonra kendimi daha fazla taşıyamayan bedenim kendini bırakmıştı.
…
Gözlerimi açtığımda beyaz ışık gözlerimi alırken kafamı çevirdiğimde bir hemşire beni bekliyordu.
“Merhaba Yıldız Hanım, Özel Hayat Hastanesindesiniz… Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”
Elimi başıma götürdükten sonra “iyiyim” dedim ve ayağa kalkmak istediğimde beni durdurdu.
“Biraz daha uzansanız… Hâlâ şok etkisinde vücudunuz…”
“Abim...” dedim sadece. Gözümden akan yaş yüzümü yakarken hemşire “çok üzgünüm başınız sağ olsun” dediğinde bu cümleyi duymak daha da canımı yakıyordu. Başım nasıl sağ olurdu ki? Kendimi bildim bileli değil, doğduğumdan beri benimle olan; babamdan bile daha fazla bana babalık yapmış olan adam gitmişti… Ben artık nasıl iyi olabilirdim ki?
“Yıldız Hanım, kendinizi iyi hissettiğinizde polisler ifadenizi almak istiyorlar” dediğinde başımı öne arka sallayarak “gelsinler” dedim.
“Merhaba Yıldız Hanım… Olayla ilgili ifadenizi almak için buradayız… Öncelikle başınız sağ olsun… Aramamızı istediğiniz birileri var mı?” diye bana bakan polislere başımla “hayır” dedim.
Defne’yi bu şekilde arayıp ne diyecektim ki? Ya minik prensesim Parla… Defne’nin karnında daha doğmamış olan bebeği…
“Öncelikle kayıtlara geçmesi için adınızı soyadınızı alabilir miyiz?”
“Üsteğmen Yıldız Dağhan” dediğimde birbirlerine baktılar. Şaşırdıkları belliydi. Yanımdaki komidinden sırt çantama uzanıp kimliğimi gösterdim.
“Üsteğmenim… Olayı anlatabilir misiniz?”
“Abimle ikinci kez baba oluşunu kutlamak için dışarı çıkmıştık. Oradan dönüyorduk. Arabanın önünü kestiler, şoförü vurdular… Abimle ben silahlarımızı elimize alıp arabadan indik ve siper alarak bize ateş açan adamlara karşılık verdik. Sonra ben… Ben… Sniperdan gelen kurşun sesini duydum. Etrafta keskin nişancı ararken abim seslenince ona baktım. O… kan içindeydi. Ambulansı aradım ama…”
“Üsteğmenim bu saldırı planlı yapılmışa benziyor. Keskin nişancının hedefinde olan kişinin siz değil abiniz olduğu belli… Eğer hedef siz olsaydınız, bulunduğunuz açıdan keskin nişancının sizi ıskalaması söz konusu olmazdı, ayrıca abinizden sonra size de ateş ederdi, ama etmedi… Bu durumda abinize düşmanlık besleyen birilerinden şüpheleniyoruz. Sizin bu konuda bir bilginiz var mı?” diye sorduğunda başımı iki yana salladım.
“Ben görevdeydim, zaten pek sık görüşmezdik, şirket işleriyle pek ilgilenmiyorum… Varsa bile bilmiyorum” dedim. Sesimi mümkün olduğunca sabit tutmaya çalışıyordum.
Abimin bana bahsettiklerini söylesem bile polisin bir şey bulabileceğini sanmıyordum. Ardahan’daki adamın söylediklerini ise söyleyemezdim. Çünkü bu bilgi Doğan’ların usulsüz adam tutması nedeniyle onların da başını ağrıtabilirdi. Üstelik o adamla benim de işim vardı…
Polisler gittikten sonra içeriye aile avukatımız geldi.
“Merhaba Yıldız Hanım… Öncelikle başımız sağ olsun… Kendinizi iyi hissediyorsanız çıkalım mı?” dediğinde başımla onu onayladım.
Üzerimi değiştirmem için odadan çıktığında elime geçen kanlı kıyafetlerimi elimde sıktıktan sonra sırt çantamdan temiz gri eşofmanımı ve beyaz tişörtümü çıkarıp giydim. Kanlı giysileri de çantama tıktım. Abimin kanı ile rengi değişen kıyafetlere ihtiyacım vardı.
Odadan çıktığımda kapıda avukat ile birlikte giyiminden koruma olduğu belli olan bir adam vardı, adam sırt çantamı almak istediğinde izin vermedim. Birlikte koridorda ilerlerken avukat “Defne hanım ve anneniz aşağıda… Yavuz Bey’in naşını almak için gerekli işlemleri yaptık. İkindi namazından sonra da cenaze töreni yapılacak” diye bana bilgi vermeye başladı.
“Yarın vasiyet açıklanacak” dediğinde kaşlarımı çattım.
“Ne vasiyeti?” Yavuz bu yaşta vasiyet bırakmayı düşündüğüne göre öldürülebileceğine dair bir düşüncesi vardı demek ki. Gerçi silah taşımaya başlaması da bunu işaret ediyordu…
“Yavuz Bey, 2 hafta kadar önce bir vasiyet hazırlattı… İçeriği hakkında bilgiyi tüm aile üyeleri önünde açıklayabilirim. Ama bilmeniz gereken şey şu ki; yarın hayatınız tamamen değişmek zorunda kalacak, hem sizin, hem Defne ve Parla hanımın hem de annenizin…” dediğinde şu anda bunu düşünecek durumda olmasam da avukatın böyle konuşması kafamı karıştırdı.
Aşağıya indiğimizde annem Defne’ye destek oluyordu… Defne’nin sessiz gözyaşları yanaklarından süzülürken Parla beni görünce hemen annesinin elini bırakıp bana koştu “Hala!”
Kollarımı açıp onu kucağıma aldım: “Prensesim” deyip burnumu onun saçlarına gömdüm.
Abimin gözleri ile bana bakan prensesime biraz sarılıp öpüp kokladıktan sonra kendimde ondan ayrılma gücünü buldum.
“E sen de ağlıyorsun hala, annemle Perrancığım da sürekli ağlıyor” dediğinde dudaklarımı yukarı kıvırmaya çalıştım.
“Ben seni çok özledim ondan” dedim yutkunduktan sonra.
“Annemle Perrancığım neden ağlıyor?” dediğinde ileride oturan Defne ve anneme baktım. Torununa babaanne dedirtmeyen Perran Dağhan… Yıllar mı ona iyi davranmamıştı yoksa oğlunu kaybetmiş olmanın etkisiyle mi çökmüştü?
“Prensesim ben annen ve babaannenle konuşayım sen burada Ahmet amcanla oturur musun?” dediğimde elini ağzına götürdü.
“Babaanne dediğini duymasın… Perrancığım sana da ceza verir” dediğinde sinirden gözüm seyirirken “merak etme, ben büyüdüm artık bana ceza veremez” dedim.
“O zaman benim yerime de söyle” diye fısıldadığında ona göz kırpıp avukata döndüm. Biraz uzaklaşmaları için başımla işaret ettiğimde başıyla beni onayladı ve Parla’nın elini tutarak bizden uzak bir köşeye gittiler.
Annemle Defne’nin yanına gittiğimde Defne benimle göz göze geldiği anda annemden ayrılıp kollarını bana sardı.
“Gitti” dediğinde burnum sızlarken gözlerim doldu, ama şu anda karnında abimin son yadigarını taşıyan kadına destek olmalıydım.
“O bizimle” deyip elimi onun karnına doğru götürdüm. “Çocukları bizimle” dediğimde arkadan annem “babasız nasıl olacak? O karnındakine de yazık değil mi?” dedi. Söyledikleri ile kaşlarım çatılmıştı.
Nasıl bu kadar kalpsiz olabilirdi bir kadın? Hadi bize karşı hiçbir zaman yakın olmamıştı ama oğlunu yeni kaybeden daha toprağa vermeyen bir kadının söyleyeceği sözler miydi bunlar?
“Hiç bana kaşlarını çatma, ben Defne’yi de düşünüyorum. Daha genç, babasız iki çocukla nasıl ilgilenecek?” dediğinde Defne hıçkırıklara boğulurken ona ateş püsküren gözlerimle baktım “Kes sesini!”
“Sakın… Sakın benimle bu tonda konuşma! Zaten her şey senin suçun!” dediğinde delirmeme ramak kalmıştı.
“Senin geldiğin gün böyle bir şey yaşanması… Elbette senin yüzünden oldu. Yavuz’un ne işi olur silahlı insanlarla?” dediğinde bu kadının yıllarca babamla birlikte yaşayıp babamın bulaştığı işleri bilmemesi bana hiç inandırıcı gelmiyordu.
“Sana kes sesini dedim! Bir kelime daha edersen-“
“Ne olur?” diye diklendiğinde Defne’yi oturtup onu kolundan tutup başka bir köşeye çektim.
“Senin karşında her türlü eziyeti yaptığın o küçük kız yok artık. Ayağını denk al Perran Dağhan yoksa o çok güvendiğin aile servetinin yok olduğunu görürsün!” dediğimde bana şaşırarak baktı.
“Ne demek istiyorsun?” dediğimde yüzünde birkaç saniye önceki kibirden eser yoktu. Onun tek derdi, para, servet, sosyetedeki yeriydi… Bunlar elinden gidecek diye ölesiye korkardı.
“Babamın çevirdiği işler yüzünden abimi öldürdüler… Sence ben o işleri ortaya çıkardığımda ortada senin o ölüp bittiğin servet kalır mı? O servet gittiğinde sosyetede bir yerin kalır mı düşün! O yüzden benim damarıma basmıyorsun! Defne’nin ve Parla’nın yanında abuk sabuk konuşmuyorsun, benim canımı sıkmıyorsun” dediğimde onunla bu şekilde konuşmama şaşırarak yüzüme baktı ama bir şey diyemedi.
Tüm sabah cenaze için oradan oraya koştururken telefonlarım susmuyordu. Çoğu da bilmediğim numaralardı. İlk saatler açıyordum, ya bir tv muhabiri ya abimle iş yapanlardan biri oluyordu arayan. Bu kadar çabuk başıma üşüşmelerini beklemiyordum.
Öğlene doğru beni arayan Doğan’ın telefonunu açtım.
“Doğan…”
“Yıldız, şimdi duydum… Başın sağ olsun…” dediğinde yutkundum.
“Sağ ol”
“Yapabileceğim bir şey var mı senin için?” durdum derin bir nefes aldım.
“Sağ ol… Ben cenazeden sonra geleceğim” dediğimde “Cenaze ne zaman?” diye sordu.
“Bugün ikindi namazından sonra”
“Tamam, ben şimdi Ankara’ya geçiyorum. Öğle saatlerinde Deren’in doktor randevusu var, yetişeceğim” dediğinde gözyaşlarıma engel olamadım.
“Doğan… Karısı hamileydi…” derken sesim titriyordu. Şu anda abime mi daha doğmadan yetim kalan yeğenime mi daha çok üzülüyordum bilmiyorum.
“Çok üzgünüm Yıldız… Ne diyeceğimi bilmiyorum” kısa bir sessizlikten sonra “ben şimdi kapatıyorum gelince görüşürüz” dedi.
“Görüşürüz” deyip kapattım telefonu.
Cenaze için avluda beklerken kendimi ayakta tutmaya çalışıyordum. Deren için, Parla için ve daha doğmamış olan yeğenim için...
Siyah kot pantolonu, siyah bluzu, siyah örtüsü ve siyah gözlüklerimle sadece duruma uygun giyinmiştim. Annem ise özel olarak mağazadan cenaze için siyah bir takım getirtmişti. Bu kadının annelikle ilgili duygularının tamamen alındığından emindim artık.
Kalabalık bir cenaze olmuştu, daha önce yüzünü görmediğim birçok kişi gelip bana baş sağlığı dilerken çoğuna sadece başımla teşekkür ettim.
Defne ile yanana durup ayakta kalmaya çalışıyorduk. Bir yandan da Parla'nın neden burada olduğumuzu soran sözleri ile ilgileniyordum. Küçücük bir çocuğa babasının öldüğü nasıl söylenir ki? Söyleyemedik...
Babasının bir yolculukta olduğunu söyledik şimdilik. Cenaze işleri bitip başlaşa kaldığımızda Defne de kendini daha iyi hissettiğinde bir pedagogdan yardım olarak söylemenin daha doğru olacağına karar verdik.
Defne, yakamdaki fotoğrafa elini götürüp “baba” dediğinde gözlerimin tekrar dolmasına engel olamazken onu kucağıma çektim. Güçlükle kendimde konuşacak gücü bulurken ağzımdan tek çıkan söz “Prensesim…” oldu.
“Yıldız” diyen sese başını kaldırıp baktığımda Doğan'la karşılaştım. Arkadaşım, ab,mden sonra bu dünyada güvendiğim iki insandan biri olan Doğan, bugün beni yalnız bırakmamıştı. Gözlerimde briz önce dolan yaşlar onu görmemle akmaya başladı.
Güçlükle sesimi toparlayıp Parla'ya “Prensesim, sen biraz annenle otur” deyip başına bir öpücük kondurduktan sonra kalktım ve onu kendi oturduğum yere oturttum. Defne'nin kulağına birazdan döneceğimi fısıldadıktan sonra kalktım.
Doğan'a bir baş işareti yapıp ilerlemeye başladığımda o da beni takip etti. Cami avlusundan çıkarken beni görenler baş sağlığı dilerken ben başımı dik tutmaya çalışarak sadece insanlara başıyla selam veriyor ve ilerlemeye devam ediyordum.
Abimin başına gelenlerden sonra bu insanların hangilerinin dost hangilerinin düşman olduğunu bilemiyordum. Bu yüzden kimseye güçsüz ve savunmasız gözükemezdim. Abim için... Defne için... Parla ve daha doğmamış yeğenim için güçlü olmak ve onlar ile düşmanlarımız arasında duvar gibi durmak zorundaydım.
Sonunda camiden çıkıp bir ara sokağa girdiğimizde durdum, omuzlarım düştü, arkamı dönüp Doğan'a sarıldım ve omuzlarım titreye titreye haykıra haykıra ağlamaya başladım. Burada, bu eski dostumun yanında güçlü olmak zorunda değildim... Şu anda burada güvenebileceğim ve en savunmasız halimle durabileceğim yer onun yanıydı...
Ağlayışlarım iç çekişlere dönene kadar ona sarıldım ve onun sırtıma hafif hafif vurarak beni sakinleştirmeye çalışmasına izin verdim. Sonunda konuşabildiğimde ise “hiçbir şey yapamadım” dedim.
“O, orada can çekişirken ben hiçbir şey yapamadım”
“Ne yapabilirdin ki?” dedi otomatik bir şekilde sesindeki şefkatle.
“Önüne geçmeliydim. Adamları fark eder etmez önüne geçmeliydim” dediğimde omuzlarımdan tutarak beni kendinden uzaklaştırdı ve eğilerek yüzüme baktı.
“O zaman da sen…” demiş devamını getirememişti. Devamını getirmesine gerek yoktu, o zaman ben ölürdüm ama o yaşardı.
“Daha iyi olurdu... Daha çocuğu doğacaktı… Doğan… O abim…” derken sayıklar gibi fısıltıyla konuşuyordum.
Bana tekrar sarılıp “Biliyorum… Ecel-“ dediğinde sözünü kestim.
Kafamı kaldırdım, gözlüklerimi çıkardım. Kıpkırmızı olduğuna emin olduğum gözlerim ile ona bakıyordum. “Ecel değil… Bunu yapanları bulacağım. Hepsi cezasını çekecek” diyerek aslında içten içe ettiğim yeminimi dile getiriyordum.
“El birliği ile onları bulup cezaları neyse çekmelerini sağlarız” dediğinde durdum.
“Abim… Dün gece bana bir şeyler söyledi… Babamızın bazı karanlık insanlara bulaştığından ve onları temizlemek için çok uğraştığından bahsetti. Bu onların işi… Abimi, babam gibi kullanamadıklarından onu…” derken dişlerimi sıktım.
“Konuşacağız… Hepsini konuşacağız… Cenaze bitsin, Ardahan’a döneceksin…” dediğinde başımı iki yana salladım.
“Hayır… Önce abime bunu yapanları bulacağım. Onlar cezalarını çekmeden başka bir şeyle ilgilenemem” dediğimde içten içe bana hak verdiğini biliyordum.
“Dediğim gibi yalnız değilsin… Şimdi, abini uğurlayalım” dediğide gözyaşlarım tekrar şiddetle akmaya başladı, zaten tüm konuşmamız boyunca zaman zaman yavaşlasa da gözyaşlarımın akması hiç durmamıştı.
Doğan'la birlikte camiye tekrar dönerken ileride siyahlar içinde bir adamın bize baktığını gördüm. Aradaki uzaklık ve gözlerindeki gözlüklerden dolayı yüzünü seçemiyordum ama doğrudan bize dönük bir şekilde bakıyordu. Benim ona baktığımı görünce kafasını çevirip kalabalığa karıştı. Sonrasında zaten herkes siyahlar içinde ve gözlüklü olduğundan kim olduğunu fark edemedim.
Cenazeden sonra eve geçtik. Doğan evde de bizi yalnız bırakmamıştı ama artık gitmesi gerekiyordu. Onunla vedalaştıktan sonra evde ki kalabalık da neredeyse dağılmıştı.
Son misafirler de gittikten sonra eve bir sessizlik çökmüştü. Mutfak çalışanları gelip yemek isteyip istemediğimizi sorduğunda "getirin" dedim. Defne "hiçbir şey yiyecek hlim yok" dediğinde yanına gidip ellerini tuttum.
"Yemek zorundasın... Hepimiz aç kalabiliriz ama sen kalamazsın. Hem Parla için hem de bebeğin için" dediğimde sonlara doğru elimin birini karnına götürdüm. O da elini benim elimin üzerine koyarken "onsuz nasıl olacak?" diye sordu. Endişesini anlıyordum.
"İyi olacak... Annesi, ablası ve halası ile iyi olacak" dedim oa güven vermeye çalışarak.
Annem "Daha 12 haftalık değil, yasal süreçte iken aldırma seçeneğini de düşünmelisin bence-" dediğinde ateş saçan gözlerimi ona çevirdim ve "sana fikrini soran olmadı!" dedim dişlerimin arasından.
Defne'ye döndüğümde elleri ile karnını sarmış gözleri korku içindeydi "Sen ona bakma! Bu bebek hakkında karar verebilecek tek kişi sensin. Sen ne karar verirsen ben yanındayım" dediğimde bir elini bana uzatıp sıkı sıkı tuttu.
"Yavuz'un emaneti" dediğinde gözlerimin dolmasına engel olamasam da abimin son sözlerini hatırladığımdan güçlü olmaya çalıştım.
"Abimin emaneti... Sen de Parla da bebek de... Üçünüz de abimin emanetlerisiniz. Asla size bir şey olmasına izin vermem..." dediğimde annem soğuk bir sesle "sanki zorla aldırtacakmışım gibi konuşma! Ben onun iyiliği için dediğim. Daha genç, yarın öbür gün-" dediğinde lafın devamını anlayan Defne bu kez sesi titreyerek cevap verdi.
"İstemem... Ne yarın ne öbür gün... Yavuz'dan başkasını istemem" dediğinde zorla evlenmelerine rağmen aralarında derin bir bağlılık oluştuğunu anladım.
Elinin tersini baş parmağımla okşarken "Sen ömrümün sonuna kadar burada kalacaksın... İstemediğin sürece buradan kimse seni gönderemez!" diyerek ona güvence verdim.
"Yemek hazır efendim" diyen yardımcılardan birinin sesi ile ayaklandım ve Defne'yi de kaldırdım.
Annem önden önden gidip masaya kurulurken "Parla'yı getirin bizimle olsun" dedim. Yardımcılar odadan çıkarken anneme döndüm:
"Sakın Parla'nın yanında abuk sabuk konuşma! Yemin ederim bu birlikte yediğiniz son yemek olur!" dediğimde aslında bunun onu durdurup durdurmayacağından da emin değildim.
Kadın, oğlu öldüğü halde sarsılmamış gibiydi. Torunu ya da bir başkası için hassasiyet göstereceğini beklemek de ne kadar doğruydu bilemiyorum.
Yemeğimizi yedikten sonra Defne ile birlikte Parla'yı yatırdık. Defne kendi odasında uyuyamayacağını söyleyince Parla'nın yanına kıvrılıp yattı.
Onları odada yalnız bıraktıktan sonra yıllardır girmediğim odama geçtim. Sırt çantam yere konulmuştu. Yerleştirmek isteseler de izin vermemiştim. Çantamı açtığımda içindeki silahımı elime aldım. Cüzdanımdaki askeri kimliğimi de çıkarıp komodinin üzerine koydum ve yatağın üzerine oturup bir süre onları izledim. Şimdi onlarla vedalaşma vaktiydi.
Çantamdaki kanlı kıyafetleri çıkardığımda ellerim titremeye başlamıştı. Abimin kanı bulaşan bu kıyafetler yaşadığım kabus gibi geçen 24 saatin canlı kanıtıydı.
Onları bir torbaya koyup dolabımın köşesine yerleştirdikten sonra içinde temiz kıyafetler aldım. Bunlar benim çok eskiden bu evde yaşarken kullandığım kıyafetlerdi. Biraz küçük gelseler de bu gecelik idare edebilirdim.
Banyoya geçip bir duş aldım, temiz kıyafetlerimi giydikten sonra başıma bir havlu sardım. Yatağıma geçtiğimde telefonuma gelen bildirim sesi ile komodinin üzerindeki telefonumu elime alıp baktım.
"Abinin kaderini yaşamak istemiyorsan onun yolundan gitme"