Gece, Elif’in odasına hiç bitmeyen bir gölge gibi çökmüştü. Yatağa uzanmıştı ama uyku, başucuna kadar gelip geri dönmüştü sanki. Tavana baktı, duvara baktı, pencereden sızan solgun ay ışığına baktı. Hiçbiri onu içine çekmedi. Gözlerini kapattığında babasının sesi, açtığında sofradaki bakışlar, tam göğsüne saplanan o cümle kulaklarında dönüp durdu:
“Sen nasıl uygun görürsen baba…”
Kendi ağzından çıktığına hâlâ inanamıyordu. Sanki biri dudaklarını el gibi kıpırdatmış ve o sözleri zorla söylettirmişti. O an konuşmasa, nefesi kesilecekmiş gibi hissetmişti; ama şimdi konuştuğuna pişmandı.
Dışarıda köpekler havlıyordu. Uzakta, bir yerde geç kalmış bir traktörün boğuk sesi, dağın yamacında yankılanıyordu. Elif, evin içindeki derin sessizliğe kulak verdi. Annesinin odasından gelen hafif hışırtılar, belki uyku arasında bir iç çekiş… Babasının horultusu bile yoktu bu gece. Demek ki o da uykusuzdu.
Elif, yataktan doğruldu. Ayaklarını yere bastı, tahta döşeme hafifçe inledi. Pencereye gidip perdeyi araladı. Dağ, gecenin içinde dev bir karaltı gibi duruyordu. Gökyüzünde birkaç yıldız, sanki olup biteni seyrediyordu.
“Beni seyretmeyin.” diye fısıldadı Elif, kendi kendine. “Elimden bir şey gelmiyor.”
Ama içinden başka bir ses yükseldi, ince ama ısrarlı: Bir şey gelmeli. Kalbin böyle sıkışıyorsa, susmak yetmemeli.
Elif, bu sesi bastırmaya çalıştı. Törenin, babasının, annenin, köyün ağırlığı birer birer omuzlarına bindi. Dağın gölgesinin altında büyümüştü o; “Kız kısmı”nın adının nasıl anılacağını, nelere karışmayacağını, nelere ses etmeyeceğini ezberleyerek. Şimdi bütün bildiklerine ters giden bir fikir, yüreğinin içinde kıpırdanıyordu.
Ben bir barışın hediyesi miyim?
Bu soru, beyninin içinde yankılandı. “Hediye” kelimesi bile fazla değerli geldi ona. Daha çok, bir hesabın sıfırlanması için deftere çizilen bir çizgi gibiydi kendini hissettiği. İki tarafın yıllardır biriktirdiği kin, birkaç cümleyle, bir kızın kaderine bağlanıyordu.
Perdeyi bıraktı, yatağın ucuna oturdu. Başucundaki küçük komodinin çekmecesini açtı. İçinden kenarları yıpranmış, kapağı hafifçe kıvrılmış küçük bir defter çıkardı. Bu defter, Elif’in kendi kendine konuşabildiği tek yerdi. İçine yazdıklarını kimse bilmezdi; annesi de, babası da, Demir de.
Defteri açtı. İlk sayfalarda çocukça harflerle yazılmış satırlar vardı:
“Bugün dereye gittik. Ayşe’yle kavga ettim ama barıştık. Demir bana taş attı, canımı acıttı…”
Sonra yavaş yavaş büyüyen bir kızın cümleleri beliriyordu. “Töre” kelimesi ilk kez orta sayfalarda görünüyordu.
Şimdi, yeni bir sayfa açtı. Tarih yazmadı. Tarihini kendiliğinden bilen bir geceydi bu.
“Bugün, babam beni bir anlaşmanın parçası yaptı. Aşiretin barışması için ‘kızım’ dedi. Ben de sustum. ‘Sen nasıl uygun görürsen baba’ dedim. İçimden başka cümleler geçerken, dudaklarımdan bu cümle döküldü. Bileklerim bağlı değildi, ama sanki ruhum bağlandı. Ben Elif… Kendimi yarım hissediyorum. Bazen düşünüyorum: Ben kimim? Dağın gölgesindeki kız mıyım sadece, yoksa kendi gölgem var mı? Bugün, göz göze geldiğim adamın adı Baran’mış. Şehirde okumuş, hukukçuymuş. Kitaplarla büyümüş biri, benim kaderimi kurtarabilir mi, yoksa beni daha da derine gömer mi, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Ben kimsenin kan davası defterine yazılmış bir satır olmak istemiyorum.”
Kalemi elinden bıraktı. Yazdıklarına bakarken, içinden tuhaf bir rahatlama geçti. Hiç olmazsa bir yerlerde, kendi sesi vardı. Kendi cümleleri. Korumak zorunda olduğu tek yer belki de burasıydı.
Defteri tekrar çekmeceye koydu, kalemi yanına bıraktı. Yatağa dönüp uzandı. Bu kez gözleri kapanırken, tavanda babasının yüzünü değil, masanın karşısında başını kaldıran Baran’ı gördü. O kısa anı, erkeklerin arasında neredeyse ezilip kaybolacak kadar çabuk yaşanmıştı ama Elif’in zihnine kazınmıştı.
O gözlerde, ne tam bir kabulleniş ne de açık bir isyan okumuştu. Ama bir soru vardı sanki: Biz, bu oyunun kurbanı mı olacağız, yoksa oyuncusu mu?
“Ben oyuncusu olmak istemiyorum.” diye mırıldandı Elif, gözlerini kapatırken. “Ben kendi hayatımın sahibi olmak istiyorum.”
Fakat bu cümle, odanın içinde yankı bulmadı. Sadece yastığa gömüldü.
Sabah, horozların sesiyle değil, avluda hareketlenen kadınların konuşmalarıyla uyandı. Göz kapakları ağırdı, başı ağrıyordu. Kısa bir an, “Dün olan her şey rüyaydı.” demek istedi. Ama annesinin odaya dalıp, başucuna oturması gerçeği hatırlattı.
“Haydi kalk kızım.” dedi Zeynep, alışılmıştan daha yumuşak bir tonla. “Bugün evin içi dolup taşacak. Herkes seni görmeye gelecek. Misafirlerin olacak.”
Elif, yorganı biraz daha kendine çekmek istedi. “Ne misafiri ana? Dün akşamdan beri… herkes bir şey biliyor da ben mi bilmiyorum?”
Zeynep, gözlerini kaçırdı. “Köy küçük kızım.” dedi. “Böyle büyük meseleler saklanmaz. Şimdiden duymuşlar. ‘Hacı Yusuf’un kızı, barış için veriliyormuş.’ diyorlar. Kadınlar gelecek, ‘Hayırlı olsun.’ diyecek. Kimi nazar boncuğu takar, kimi dua okur. Kız tarafının yüzü gülsün isterler.”
“Benim yüzüm gülmüyor ki…” diye fısıldadı Elif.
Zeynep’in dudakları titredi. “Biliyorum.” dedi. “Ben anayam. Sen gözlerini kaçırırsan, içindeki fırtınayı görürüm. Ama kızım…” Elini Elif’in saçlarına götürdü, okşadı. “Bazen insan, içinde fırtına varken bile dışarıda rüzgâr yokmuş gibi davranmak zorunda kalır. Hele hele bizim gibi toprağa bağlı olanlar… İçin ağlarken dışın güler. Buna da kader der geçersin.”
Elif, annesinin sesiyle bir anda hem öfke hem acı hissetti. “Ana, sen de mi böyle yaptın?” diye sordu. “Babamla evlenirken… İçin ağlayıp dışın güldü mü?”
Zeynep, bir an durdu. Gözleri boşluğa daldı. Çenesindeki ince çizgiler derinleşti. “Benim vaktimde sorulmazdı kızım.” dedi. “Sevgi lafı bile edilmezdi. ‘Hayırlı kısmet’ dediler, ‘Kısmetinden kaçılmaz’ dediler. Ben de kaçmadım. Belki bir gün sana anlatırım, ama bugün değil. Bugün güçlü görünmek zorundasın. Babana, misafirlere, aşirete… En çok da kendine.”
“Ben güçlü hissetmiyorum.” dedi Elif, yorganı yavaşça üzerinden atarken. “Ben… sıkışmış hissediyorum.”
“Güçlü hissetmek zorunda değilsin.” Zeynep ayağa kalktı. “Ama güçlü durmak zorundasın. Aradaki farkı sen bil, yeter.”
Elif, bu cümlenin içine sığınacak gibi oldu. İçinde kaynayan isyanı saklayıp dışarıya başka bir yüz göstermek… Bu, onun sessiz savaşının ilk adımı olabilirdi.
Giyindi, saçlarını ördü, başörtüsünü bağladı. Aynaya baktığında, karşısında tanıdığı ama aynı zamanda yabancı bulduğu bir yüz gördü. Gözlerinin altında hafif mor halkalar vardı. Dudakları sıkılmış, çenesi hafif kasılmıştı.
Avluya çıktığında, güneş daha tam yükselmemişti. Ama evin önü şimdiden hareketlenmeye başlamıştı. Komşu kadınlar ellerinde küçük paketlerle geliyor, kimi şeker, kimi kahve, kimi de çeyiz sandığından çıkardığı bir oyayı getiriyordu. Her birinin dilinde aynı cümleler:
“Allah tamamına erdirsin.” “Hayırlı uğurlu olsun.” “Barış için ne güzel vesile oldu kızımız.”
Elif, bu cümleleri duydukça içinden “Ben kimin ‘kızıyım’?” diye sormak istedi; babasının mı, aşiretin mi, yoksa kendi kalbinin mi? Ama dudaklarından sadece ezberlenmiş bir gülümseme döküldü. Başını hafifçe eğip teşekkür etti.
Bir kadın, koluna girip onu kenara çekti. Yaşça büyük, köyün “her şeyi bileni” sayılan Hatice Ana’ydı bu. “Elif kızım.” dedi, gözlerinin içine bakarak. “Gördün mü kaderin cilvesini? Senin kısmetinle iki aşiret barışıyor. Herkese nasip olmaz.”
Elif, yutkundu. “Benim kısmetim mi, yoksa onların hesabı mı, Hatice Ana?” diye sormak geçti içinden, ama diyemedi. Bunun yerine: “İnşallah hayırlısı olur.” diyebildi.
Hatice Ana, bunu duyunca başını salladı. “İnşallah.” dedi. “Ama unutma, kızım… Böyle evliliklerde kadın daha çok sabreder. Erkeğin yüzüne, babaların sözü damga vurur. Sen ne kadar sabırlı olursan, o kadar evin direği olursun.”
Ben evin direği olmak istiyorum ama kendi evimde… diye geçti içinden Elif. Kendi seçtiğim hayatın içinde…
Tam o sırada avlunun kapısı açıldı. İçeri Demir girdi. Diğer kadınlar hafifçe geriye çekildi, fısıltıyla selam verdiler. Demir’in yüzünde her zamanki o kendinden emin, biraz da alaycı ifade vardı. Bakışlarını kalabalığın içinden çekip direkt Elif’e çevirdi.
“Elif,” dedi. “Biraz konuşalım.”
Zeynep, bu cümleyi duyunca endişeyle araya girmek istedi. “Şimdi sırası mı Demir? Kızın başı kalabalık, sonra—”
Demir, elini havaya kaldırıp kibar ama kararlı bir jest yaptı. “Yenge, iki dakika konuşacağız sadece.” dedi. “Hem ben de aileden sayılmıyor muyum? Kardeş sayılırız Elif’le.”
Elif, bu “kardeş” kelimesini duyunca içinden bir ürperti geçti. Demir’in bakışlarında, hiçbir zaman gerçek bir kardeşlik görmemişti. Çocukken bile, oyunların ortasında bile, onda tuhaf bir sahiplenme, ince bir kıskançlık sezmişti.
“Gel.” dedi Demir, avlunun biraz daha kuytu bir köşesine yürüyerek. Elif de, arkasından gitmek zorunda kaldı. Duvar dibine geldiklerinde, kalabalığın uğultusu biraz geride kaldı.
“Dün gece olanları duydum.” dedi Demir, doğrudan konuya girerek. “Tabii tüm köy duydu. Senin baban, bizim aşiretin tarihine geçecek bir iş yaptı. Kızını barış masasına sürdü. Bravo doğrusu.”
Elif, kaşlarını hafifçe çattı. “‘Sürmek’ deme.” dedi istemsizce. “O benim babam. Onun da kendince… hesabı vardır.”
Demir alaycı bir kahkaha attı. “Elif, sen hâlâ çocuk musun? Bu topraklarda hesaplar hep başkalarının üstünden görülür. Baban da bu kuralı bozmadı işte. Yine de…” Gözlerini Elif’in yüzünde gezdirdi. “Ben, böyle şehir görmüş bir adama verileceğini beklemezdim senden. Sen dağın kızıydın. Şehirli mi olacaksın şimdi?”
“Ben ne olacağımı bilmiyorum.” dedi Elif. “Daha kendime bile alışamamışken, bir başkasına nasıl alışacağımı da bilmiyorum.”
Demir, bu sözleri duyunca bir an ciddileşti. “Bak.” dedi, sesini alçaltarak. “Sana bir şey söyleyeceğim, iyi dinle. Bu Baran denilen çocuk… Şehirde büyümüş, üniversite okumuş, düzene karışmış. Onun kafası kitaplarla dolu. Bizim dağın dili başka, şehirdeki dil başka. Senin gözyaşını okur mu, anlamam. Hem…” Durakladı, hafifçe başını yana eğdi. “Ben duydum ki şehirde gönlünü verdiği başka biri varmış. Sen o kadar kolay unutulacak bir kız değilsin ama, unutulmuş birinin yerine konmak da ağırdır. Bunu aklından çıkarma.”
Elif’in kalbi, bu cümleyle birlikte hızlandı. “Ne… ne diyorsun sen?” diye sordu. “Nereden duydun böyle bir şeyi?”
Demir omuz silkti. “Benim kulağıma çok şey gelir Elif. Şehre giden, orada çalışan, yakınlarda dönen bir iki kişi var. ‘Bu Baran, şehirde bir kızla çok gezermiş, yan yana görünürlermiş, birlikte dava dosyası taşırlar, gece yarılarına kadar konuşurlarmış.’ demişler. Ben bilemem tabii ne kadar doğrudur, ama ateş olmayan yerden duman tütmez. Sen, başkasının küllenmiş ateşinin üzerine yeni bir hayat kurmaya niyetli misin, onu soruyorum.”
Elif’in zihninde aniden Baran’ın gözleri canlandı. Sofra başında başını kaldırdığı an, o gözlerdeki yorgun ifade… Şimdi Demir’in anlattıklarıyla birleşince, bambaşka bir resim ortaya çıkıyordu. Belki de o da istemiyordu bu evliliği. Belki de ikisi de, başkalarının verdiği bir karara mecbur bırakılıyordu.
“Bilmiyorum.” dedi Elif, bir adım geri çekilerek. “Hiçbir şey bilmiyorum. Onu tanımıyorum ki… Birkaç dakikalık bakışla, bir ömrün ağırlığı taşınmaz.”
Demir, Elif’in geri çekildiğini görünce dudaklarının kenarı ince bir gülümsemeyle gerildi. “İyi.” dedi. “Tanımaya çalışma bence. Çünkü tanımaya kalkarsan, onun hayatının, seninkinden ne kadar farklı olduğunu görürsün. O zaman bu topraklar sana daha dar gelir. O zaman da, içindeki isyanı bastıramazsın.”
Bu cümle, Elif’in içini dürter gibi oldu. İçindeki isyan… Demek ki bir yerlerden sızıyordu bu, dışarıdan da görülebiliyordu.
“Sen ne istiyorsun, Demir?” diye sordu, birden cesaret bulup. “Benim isyanım mı hoşuna gidiyor, yoksa teslim oluşum mu?”
Demir, bu soruyu beklemiyormuş gibi bir an durdu. “Ben…” dedi, bakışlarını kaçırarak. “Ben sadece, bu evin kızının, yani senin, bir şehir masalının kurbanı olmanı istemiyorum. Burada, seni anlayan biri var mı, yok mu, bir düşün diyorum.”
Elif, onun ne demek istediğini anladı. Bu sözlerin arasında saklanan bir “Ben buradayım.” vardı. Bir zamanlar, çok küçükken, derenin kenarında düşüp dizini kanattığında, Demir onun yarasını temizlemiş, “Ben seni korurum.” demişti. Ama o günden sonra Demir’in koruması, giderek ağır bir gölgeye dönüşmüştü; nefes aldırmayan bir gölgeye.
“Beni kimsenin himayesinde görmek istemiyorum.” dedi Elif, sesinin titremesine engel olmaya çalışarak. “Ne senin, ne Baran’ın, ne de törenin. Bu mümkün değil biliyorum, ama içimde böyle bir arzu var.”
Demir, ona uzun uzun baktı. “İçindeki arzuların burada hükmü yok.” dedi sonunda. “Burada, törenin sözü geçer. Bunu ne kadar çabuk anlarsan, o kadar az acı çekersin. Ama…” Eliyle avluyu, evin etrafını işaret etti. “Beni de düşman belleme Elif. Bir gün başın derde girerse, koşacağın ilk yer yine bu kapı olacak.”
Elif, o kapının eşiğinde bir kez daha başkasının kararlarına mahkûm olma ihtimalini düşününce ürperdi. “Bilmiyorum Demir.” dedi. “Kimin dost, kimin düşman olduğunu anlamak zor artık.”
Demir, bir şey söylemeden geri çekildi. Avludan çıkmadan önce dönüp bir kez daha baktı ona. Elif, bu bakışta hem bir sahiplenme hem de bir tehdit sezdi. Demir, kaybolunca, avlunun uğultusu yeniden kulaklarına doldu.
Gün boyu, evin içi boşalmadı. Kadınlar gidip geldi, dualar okundu, yüzüne kınalık gibi bakışlar sürüldü. Elif, her birine aynı gülümsemeyi gösterdi. Ama içinden geçenleri yalnızca akşam, odasına çekildiğinde konuşabildi.
Babası, akşam sofradan kalkarken kararını açıklamıştı:
“Bir hafta sonra söz kesilecek. Şehirden haber bekliyoruz. Baran da hazır olsun. Bu iş uzamasın, fazla konuşulmasın. Bir an önce bitsin.”
“Söz… bir hafta sonra mı?” diye sormuştu Elif, istemsizce.
Babasının bakışı, bir an için onun üzerinde sertleşmişti. “Bir sıkıntın mı var?” demişti. “Karar verildi mi, karar verildi. Biz sözden dönenlerden olmadık hiçbir zaman. Sen de olmayacaksın.”
Elif, “Ben… sadece…” deyip cümlesini tamamlayamamıştı. Çünkü biliyordu: Bu evde bazı cümleler, başladığı yerde boğazda kalır, gerisi hiç gelmez.
Şimdi odasına çekildiğinde, içindeki isyan daha net bir şekil almaya başladı. Yatağının kenarına oturdu, yine defterini çıkardı. Kalemi eline aldığında, parmaklarının titrediğini fark etti.
“Bugün beni tebrik ettiler. Ben ise kendimi başsağlığına gelmiş gibi hissettim. Demir, Baran’ın şehirde sevdiği biri olduğunu söyledi. Yalan mı, doğru mu bilmiyorum. Ama bilmediğim bir şey daha var: Baran benim hayatıma ne kadar girmek istiyor? Bir hafta sonra söz kesilecekmiş. Bir hafta… Koca bir ömür bana yetmezken, yeniden düşünmek için verilen süre bu kadar az. İçimde sessiz bir bağırış var: ‘Durun!’ demek istiyorum. Ama dışarıda dudaklarım, ‘Hayırlısı olsun.’ demek zorunda kalıyor. Ben bu sessiz bağırışı kaybetmek istemiyorum. Belki şu an hiçbir şey yapamıyorum. Ama içimden bir söz veriyorum kendime: Kendimi tamamen teslim etmeyeceğim. Ne olursa olsun, en azından bir kez, ‘Ben ne istiyorum?’ diye sormadan hiçbir imzayı atmayacağım. Eğer Baran’la bir kere olsun konuşma fırsatım olursa, ona da bu soruyu soracağım: ‘Sen ne istiyorsun?’ İki taraf da istemiyorsa, neden iki taraf da bedel ödüyor?”
Defteri kapattı. Bu kez yastığına uzanırken, gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Bunlar, gün boyu tutmaya çalıştığı gözyaşlarıydı. Ama kendine verdiği söz, bu gözyaşlarını bile başka bir anlamla dolduruyordu:
Ben ağlıyorum, ama yenilmiyorum.
Pencerenin aralığından içeri ince bir rüzgâr sızdı. Perde hafifçe dalgalandı. Dağın gölgesi yine evin üstündeydi. Ama bu kez, rüzgârın taşıdığı seste başka bir şey vardı sanki. İnce, inatçı bir fısıltı:
“İsyan bazen bağırarak olmaz. Bazen, susarken verdiğin sözde saklıdır.”
Elif, gözlerini kapadı. İçindeki sessiz isyan, henüz kimsenin duymadığı bir şarkı gibi mırıldanmaya başladı. Dışarıda töre, evin duvarlarına kazınmış yazılar gibi duruyordu. İçeride ise, bir kızın kalbinde, silgisi olmayan ama mürekkebi de kurumayan başka bir yazı yazılıyordu.
Ve o yazının başlığı çoktan atılmıştı: Elif’in Sessiz İsyanı.