BÖLÜM 6 – İlk Karşılaşma: Göz Göze

2435 Words
İkindi güneşi, dağın yamacından süzülüp köyün üstüne eğildiğinde, ceviz ağacının gölgesi avlunun arka tarafına uzun bir örtü gibi serilmişti. Ceviz ağacı, Elif’in çocukluğundan beri en çok sığındığı yerlerden biriydi. Dalları yazın serinlik, sonbaharda hüzün, kışın da çıplaklığıyla gerçeği hatırlatırdı. Bugün, o ağacın gölgesi altında, hayatının en zor konuşmalarından birini yapacağını biliyordu. Elif, ceviz ağacının dibindeki taş sıraya oturmuş, ellerini dizlerinin üzerinde birleştirmişti. Parmakları, heyecanla birbirine kenetlenmiş, tırnakları hafifçe avucuna batıyordu. Kalbi, göğsünün içinde düzensiz atıyor, nefesi bazen hızlanıyor, bazen daralıyordu. Üzerine en sade entarisini giymişti. Ne fazla süslü olmak istemişti, ne de bakımsız görünmek. Saçlarını örgü yapmış, başörtüsünü gevşekçe bağlamıştı. Aynaya baktığında kendine “Bu benim.” diyebilmek istemiş, ama tam diyememişti. Bugün, biraz da başkası için hazırlandığını bilmek canını sıkıyordu. Ben onu tanımadan evlenmeye mecbur bırakılıyorum. diye geçirdi içinden. Ama madem konuşma fırsatı var, bari kendimi tanıtmaya çalışayım. En azından bir kez, içimden geçen bir cümleyi yüksek sesle söyleyeyim. Evin ön tarafından ayak sesleri duyuldu. Önce tok, ağır bir adım… Babasının adımlarıydı bu. Arkasından daha hafif, ama şehirde yürümenin alışkanlığını taşıyan başka bir adım… Baran. Elif, refleksle başını biraz daha eğdi. Ama kulakları, her adıma dikkat kesilmişti. Hacı Yusuf’un sesi önce geldi: “Ceviz dibindeler.” dedi, içerideki birine seslenir gibi. “Ben sözümü söyledim. Şimdi sıra sizde. Ama unutmayın; bu konuşma, bu evin duvarlarını yıkmak için değil, sağlamlaştırmak için olsun.” Sonra ayak sesleri biraz daha yaklaştı. Baran, ceviz ağacının gölgesine adım attığında, güneş bir anlığına arkasında parladı. Elif, istemeden başını kaldırdı. Göz göze geldiler. İlk karşılaşmalarında, sofranın iki ucunda, kalabalığın ortasında kısa bir anlığına bakışmışlardı. O zaman ikisinin de aklında daha çok başkalarının cümleleri vardı. Şimdi ise, aralarında kimse yoktu. Sadece ceviz ağacının gölgesi, uzakta dağ, içeride suskun bekleyen bir ev… Baran, Elif’in karşısında durdu. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Ceplerine ellerini sokmak istedi ama bunun kaba kaçacağını düşünüp vazgeçti. Sanki, bütün okuduğu kitaplar, bütün hukuk cümleleri, bütün savunma metinleri kafasından uçmuştu. “Merhaba.” dedi sonunda, sesi sakin ama içten. “Ben Baran.” Elif’in dudakları hafifçe aralandı. İçinden “Biliyorum.” demek geçti ama bunun çocukça bir cevap olacağını düşündü. Sanki bu adamı yıllardır tanıyormuş gibi bir his, saniyeliğine içini yoklamıştı. O yüzden daha sade bir şey söyledi: “Hoş geldin.” Baran, bu iki kelimenin içinde, bir ağırlık sezdi. Ne tam bir kabul, ne tam bir reddediş… Ama içinde hafif bir titreme vardı. Gözlerini kaçırmak istemedi. Onu rahatsız etmeden, ama ciddiyetle süzdü. “Buraya gelmeden önce,” diye başladı, ceviz gövdesine sırtını fazla dayamadan, biraz kenarda durarak. “Babanla konuştum. Eski defterlerden… kan davasından… geçmişten söz ettik. Sonra da…” Nefes aldı. “Sonra da senden söz ettik. Bu evliliğin, bu barışın tam ortasında duran kızdan.” Elif, “kız” kelimesini duyunca hafifçe irkildi. Adım var benim. diye düşündü. Elif’im. Ama herkes beni bir sıfatla anmayı daha kolay buluyor; kız, gelin, barışın hediyesi… “Biliyorum.” dedi kısaca. “Benim adım herkesin dilinde ama kimse benimle konuşmadı şimdiye kadar.” Baran, bu cümlenin altındaki sitemi reddedemezdi. Tam da bu yüzden burada olduğunu hatırladı. “İşte,” dedi. “Ben de tam bu yüzden buradayım. Seninle… konuşmak için. Eğer izin verirsen.” Elif, onu dikkatle süzdü. Yüzüne baktığında, şehirde büyümüş bir adam gördü: Duru bakışlı, yüz hatları keskin ama yorgun, gözlerinin kenarında erken belirmiş ince çizgiler… Sanki yaşından büyük yükler taşımıştı. Onu korkutan, zorla bakmasını isteyen bir sertlik yoktu bu yüzden. Ama yine de aralarında bir mesafe, görünmez bir duvar vardı. “Konuşmak…” dedi Elif. “Burada, bizim köyde, bazen en zor şey odur. İnsanlar birbirine bakar, susar, sonra herkes herkesin ne düşündüğünü bildiğini sanır. Ama kimse yanlış düşündüğünü kabul etmez.” “Ben yanlış düşünmüş olabilirim.” dedi Baran, bu açık itirafı yaparken gözünü kaçırmadan. “Hem kendi hayatım, hem senin hayatın hakkında. O yüzden senin sesini duymak istiyorum. Sana sorulmamış bir soru sormak için geldim buraya.” Elif’in kalbi hızlandı. Belki de o sorudur bu. dedi içinden. Benim defterime yazmak istediğim soru… “Ne sorusu?” dedi, sesi çok belli etmeden titreyerek. Baran, ceviz ağacının gövdesine hafifçe yaslandı ama oturmadı. Ona yukarıdan bakmak istemiyor, ama fazlaca da yaklaşmıyordu. Aralarında, ikisinin de fark ettiği ama dillendirmediği bir mesafe bırakmıştı. “Sana hiç,” dedi yavaşça, “bu evliliği isteyip istemediğin soruldu mu?” Elif, bir an nefes alamadı. Soru, bir ok gibi geldi, tam göğsüne saplandı. Gözlerinin önünde dün gece deftere yazdığı cümleler canlandı. ‘Ben ne istiyorum?’ diye sormadan hiçbir imzayı atmayacağım. “Hayır.” dedi, dürüstçe. “Bana direkt böyle sorulmadı. Bazı cümlelerin arasında sorulmuş gibi oldu, ama cevaplar da cümlelere sıkıştı. Sonra herkes, benim ‘evet’ dediğimi varsaydı.” Baran başını salladı. “Baban, ‘Sen nasıl uygun görürsen baba.’ dediğini söyledi. O cümle, herkesin içine bir rahatlık serpti. Ama benim içim rahat etmedi. Çünkü o cümlenin içinde, başka cümleler de var gibi geldi bana. Belki de söyleyemediklerin…” Elif, başını hafifçe yana çevirdi. Onu doğrudan bakışlarıyla delip geçmesini istemiyordu. Ama sesinden kaçamazdı. “Sen,” dedi Elif, “bu evliliği istiyor musun?” Bu karşı soru, Baran’ı hazırlıksız yakaladı. Bu anın geleceğini biliyordu ama kendi içinde bile netleştiremediği bu soruyla yüzleşmek, ceviz ağacının gölgesinde, törenin nefesini ensesinde hissederken daha da zor geldi. “Ben…” dedi, kısa bir duraksamadan sonra. “Ben, bu evliliğin nedenini sorguluyorum. Buraya gelirken düşündüm: Eğer bu sadece iki ailenin barışı içinse, sadece eski bir defteri kapamak içinse, bu bana ağır gelir. Sadece töre için evlenmek, benim yıllardır anlattığım bütün cümleleri boşa çıkarır. Ama…” Elini hafifçe kaldırdı, sanki havaya asılı bir ihtimali yakalamaya çalışır gibi. “Eğer bu evlilikte senin rızan, senin isteğin, senin hayatının da bir anlamı olursa… O zaman başka bir şey olur. Ben o ‘başka bir şey’in olup olamayacağını merak ediyorum.” Elif, ilk kez doğrudan gözlerinin içine baktı. “Peki şu an, benim rızam olduğunu düşünüyor musun?” Baran bir an sustu. Yalan söylerse bu konuşmanın anlamı kalmayacağını biliyordu. “Hayır.” dedi açıkça. “Şu an, törenin ağırlığının altında ezildiğini düşünüyorum. Benden kaçmadığını, ama koşarak da gelmediğini görüyorum. Aynı şey benim için de geçerli. Ben de, bu evliliğe koşarak gitmiyorum. Ama o masadan kaçıp arkamı dönüp gidemeyecek kadar da bu topraklara bağlı hissediyorum kendimi.” Elif, bu itirafla birlikte bir şeyin yerinden oynadığını hissetti içinde. Bu adam, kendini de törenin ortasında bir “kurban” gibi görmüyordu belki, ama en azından güvende ve güçlü bir yerde durduğunu da iddia etmiyordu. İkisi de sıkışmıştı. “Demir,” dedi Elif, birden. “Senin hakkında bir şey söyledi bana.” Baran’ın kaşları hafifçe kalktı. “Ne dedi?” “Elif’le konuşurken, sesinin tınısını taklit etti içinden: ‘Şehirde bir kızla birlikteymişsin.’ dedi. ‘Onunla görünürmüşsün, birlikte dosya taşır, geceye kadar konuşurmuşsunuz.’ Ateş olmayan yerden duman tütmez, dedi. ‘Sen, başkasının küllenmiş ateşinin üzerine yeni bir hayat kurmak istiyor musun?’ diye sordu bana. Haklı mı?” Melis’in silueti, Baran’ın zihninde bir anda beliriverdi. Çocukluğundan beri tanıdığı bu köy yollarını, Melis’in hiç görmediğini; ama şehir sokaklarının neredeyse her köşesinde birlikte yürüdüklerini düşündü bir an. “Evet.” dedi, gözünü kaçırmadan. “Şehirde, hayatımda bir kadın vardı. Hâlâ da var… bir anlamda. Adı Melis. Yıllarca beraber okuduk, beraber çalıştık, beraber hayal kurduk. Aşiret, kan davası, töre cinayetleri… Biz bunlara karşı bir şeyler yapacağımızı düşündük. Sonra bir gün köyden bir telefon geldi. Bir odada sen oturuyordun, diğer tarafta babalarımız… Ve ben bir anda, kitaplarda okuduğumuz ‘töre evliliği’nden, bizzat kendi payıma düşeni aldım.” Elif’in gözlerinin içi biraz karardı. “Peki sen,” dedi, sesi ince ama sakin, “Melis’i bırakmadan bana ‘evet’ diyebilir misin?” Baran, bu soruyu bekliyordu ama yine de boğazı sıkıştı. “Ben sana,” dedi, “şu an hiçbir şey için acele bir ‘evet’ diyemiyorum. Kendime de, sana da, Melis’e de… Benim önce kendimle hesaplaşmam gerekiyor. O yüzden buradayım zaten. Bu konuşmadan sonra, hem sana hem ona karşı dürüst olmak zorundayım. Eğer bu evlilik olursa, kimsenin gölgesi olmadan olmalı. Ne törenin, ne Melis’in, ne de başka bir hesabın gölgesi…” Elif, bir süre sustu. Parmakları hâlâ birbirine kenetliydi. “Demek yani,” dedi, gözlerini ceviz ağacının gövdesine çevirerek. “Ben, sadece töreye değil, şehirdeki başka bir kadının hatırasına da ortak ediliyorum. Şöyle düşün…” Derin bir nefes aldı. “Benim yerimde sen olsan, ne hissederdin? Seni tanımadan seninle evlenmek istiyorlar. Üstüne bir de, ‘Bu adamın kalbinde başkası vardı.’ diyorlar. Elini kalbine koy, söyle: Bu adama güvenebilir misin?” Baran, bu kez daha yakıcı bir şekilde sustu. Elif’in sorusu sadece mantığa değil, vicdana da dokunuyordu. Yıllarca mahkemede “Kendinizi onun yerine koyun.” diye başlayan cümleler kurmuştu; şimdi aynı cümleyi kendi ruhunda denemek zorundaydı. “İlk gün,” dedi, dürüstçe, “güvenemezdim. Hatta belki birkaç ay da güvenemezdim. Ama… insan, karşısındakinin ne kadar dürüst olduğuna bakar. Sana şehirde bir kadın olduğunu söylemeseydim, ‘Hayır yok.’ deseydim, belki bu daha kolay olurdu. Ama bu kolaylık, yalanın üstüne kurulan bir kolaylık olurdu. Ben zor olanı seçtim bugün: Yalan söylememeyi.” Elif, bu cevapla birlikte içindeki öfkeyi tam besleyemedi, tam da söndüremedi. İnsanın dürüstlüğüne saygı duyuyordu ama dürüstlüğün anlattığı hakikat, yine de canını yakıyordu. “Peki,” dedi, “ben de dürüst olayım o zaman.” Başını tamamen Baran’a çevirdi, gözlerinin içine baktı. Bu, bugüne kadar kimsenin gerçekten talep etmediği bir bakıştı ondan. “Ben senden korkuyorum Baran.” dedi, çok sakin ama çok net bir tonla. “Senin kötü biri olduğunu düşündüğüm için değil. Tam tersine, iyi biri olmandan korkuyorum. Çünkü iyi olursan, içimdeki isyan daha da zorlaşacak. ‘Belki de kaderim buymuş.’ deyip susmaya meyledebilirim. Ama şu an…” Bir an durdu, kelimeleri seçti. “Şu an ben, töreden korkuyorum. Babamdan korkuyorum. Demir’den korkuyorum. Bir de, bu evlilikle kendimi kaybetmekten korkuyorum. Sevmeyi bilmiyorum henüz. Sevilmeyi de… İnsan neyi bilmediğinden korkar. Ben de senden çok, benden korkuyorum.” Bu itiraf, ikisinin arasında görünmez bir çizgi çizdi. Baran, bu çizgiyi zorla geçmeye kalkarsa her şeyi daha en başında kıracağını biliyordu. “Bak Elif,” dedi, adını ilk kez bu kadar yumuşak ama net bir şekilde söyleyerek. “Ben buraya, senden hazır bir ‘evet’ duymaya gelmedim. Törenin benden beklediği bu, biliyorum. Aileler de bunu istiyor. Ama ben… hazır bir ‘evet’ istemiyorum. Ben, birlikte verilmiş bir karar istiyorum. Olursa da beraber ‘evet’ diyelim, olmazsa da beraber ‘hayır’ diyebilelim istiyorum.” Elif’in dudakları hafifçe titredi. “Biz ‘hayır’ dersek,” dedi, “sen biliyorsun değil mi ne olacağını? Bu defterler yeniden açılır, dağ yeniden silah sesi duyar. O zaman, sadece biz değil, başkaları da bedel öder.” “Biliyorum.” dedi Baran, yüzünde derin bir gölgeyle. “İşte bu yüzden bu kadar zor. Aşk kolay bir kelime; herkes kolayca telaffuz ediyor. Tutku, ihtiras… Onları da filmlerde, kitaplarda bol bol okuyoruz. Ama gerçek hayatta, en büyük dram, ‘hayır’ demenin bedelinde gizli. Bazen birilerinin kanı, iki kişinin ‘hayır’ında saklanıyor. Bazen de, iki kişinin sessiz ‘evet’inde bir ömürlük ihanet saklı.” Elif, “ihanet” kelimesine takıldı. “Kime ihanet?” dedi. “Töreye mi, ailesine mi, kendine mi?” “En çok,” dedi Baran, içini çekerek. “Kendine. Ben, kendime ihanet etmek istemiyorum. Sana da… Melis’e de… Bu topraklara da… Ama belki en çok kendime ihanet etmekten korkuyorum. Çünkü insan kendine ihanet etti mi, gerisi zaten geliyor.” Ceviz ağacının yapraklarını hafif bir rüzgâr okşadı. İki genç, gölgenin içinde, sadece kendi nefeslerinin sesini duyuyor gibiydi. Elif, bir süre konuşmadı. Sonra, beklenmedik bir sakinlikle sordu: “Peki, sen ne öneriyorsun? Diyelim ki benim de söz hakkım var. Şimdi burada, ikimiz de törenin ortasında sıkışmışken, ne yapmak istiyorsun?” Baran, sonunda ceviz ağacının dibine, ondan biraz mesafe bırakarak oturdu. Aralarında hâlâ ciddi bir boşluk vardı ama bu boşluk, bir duvar gibi değil, üzerinde yol çizilebilecek bir alan gibi hissettirdi. “Ben,” dedi, “önce birbirimizi tanımayı öneriyorum. Bu süre, belki bir hafta, belki bir ay… Bilmiyorum. Babana söz için bir hafta demiş. Ama ben, bu süreyi bir ‘deneme süresi’ gibi değil, bir ‘gerçeği görme süresi’ gibi kullanmak istiyorum. Sana söz veremem; ‘Seni kesin seveceğim.’ diyemem. Bu, dilin değil, kalbin işi. Ama şunu diyebilirim; seni tanımadan, seni duymadan, seni görmeden ‘Eşim’ demeyeceğim.” Elif’in gözlerinde, ilk defa çok hafif, belli belirsiz bir ışık kıpırdadı. “Beni görmeye çalışmana izin verecek kadar gücüm var.” dedi. “Ama bütün hayatımı bir anda sana emanet edebilecek kadar güçlü değilim. Bu da benim gerçeğim.” Baran, başını eğdi. “Bu gerçeğe saygı duyuyorum.” dedi. “Ben de sana kendi gerçeğimi saklamamaya söz veriyorum. Melis’i gizlemeyeceğim, töreyle sıkışmışlığımı saklamayacağım. Eğer bir gün sen de bana kendi defterini göstermek istersen… okurum. Ama zorlamam.” İkisi de sustu. Ceviz ağacının gölgesi biraz daha uzamış, ikindinin sonuna doğru güneş hafifçe eğilmişti. Uzakta, bir yerde bir çocuk ağlıyor, annenin teselli eden sesi rüzgârla birlikte buraya kadar geliyordu. Bu sessizliğin içinde, Elif, hiç beklemediği bir cümle kurdu: “Bugün,” dedi, “ilk kez babamın yüzünde ‘ağa’ değil, ‘insan’ gördüm. Eski defterlerdeki çizili satırları anlatırken, sesi değişti. İlk kez ‘günah’ kelimesini ondan duydum. Seninle konuşmana izin verişi bile bana tuhaf geliyor. Belki de bu, yeni bir şeyin başlangıcıdır. Belki de değildir. Ama şunu bil: Ben, bugün seninle konuşmasaydım, bütün ömrüm boyunca sadece başkalarının cümleleriyle yaşamış olacaktım. Bunun için… teşekkür ederim.” Bu teşekkür, Baran’ın beklediği türden bir “yakınlık” değildi. Ama içten, ağır ve gerçekti. O, bugün için bundan fazlasını beklememesi gerektiğini biliyordu. “Ben de teşekkür ederim.” dedi. “Gerçeğini saklamadığın için.” Ayağa kalktı, Elif’e bakarak son bir cümle ekledi: “İkimiz de bu evliliğe hem ‘evet’ hem ‘hayır’ arasında sıkışmış durumdayız. Belki de bizim ‘aşk’ dediğimiz şey, bir gün bu sıkışmışlığa rağmen birbirimizi seçebilirsek, o zaman anlam kazanacak. Eğer kazanmazsa… o zaman da en azından birbirimize dürüst olduğumuzu bileceğiz.” Elif, başını hafifçe eğdi. “İkimiz de kendi defterimizi tutalım o zaman.” dedi. “Kim bilir, belki bir gün aynı sayfada buluşuruz. Belki de ayrı kitaplarda kalırız.” Baran, bu sözle birlikte ceviz ağacının gölgesinden çıktı. Avlunun öbür ucuna yürürken, arkasında bıraktığı genç kızın hâlâ taş sıranın üzerinde oturduğunu biliyordu. Onu geri dönüp tekrar görmek istedi, ama yapmadı. Bu görüş, bugünkü kadarla kalmalıydı. Acele edilmemeliydi. Elif, Baran’ın uzaklaştığını duydu. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. İçindeki sessiz isyana, yeni bir cümle ekledi: “Artık oyunda ben de varım. Sadece adım değil, sözüm de var.” Ceviz ağacı, bu ilk gerçek karşılaşmanın tanığı oldu. İki kalp ilk kez, törenin gölgesinde ama kendi sözleriyle konuşmuştu. Aşk, henüz tam adı konmamış bir ihtimaldi. Tutku, henüz sadece içten içe yanan küçük bir kıvılcımdı. İhanetin ihtimali gölgede bekliyor, Töre bıçak gibi aralarında duruyor, Cinayet, eski defterlerin satırlarında hâlâ pusuda, Dram ise, her yeni cümlenin altına ince ince işleniyordu. Ve hikâye, artık sadece törenin değil, Elif’le Baran’ın da hikâyesi olmaya başlıyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD