BÖLÜM 7 – Töre Masasında Konuşulanlar

1480 Words
Akşam, köyün üstüne ağır ağır çökerken, Hacı Yusuf’un evinin içi yeniden dolmaya başladı. Gün boyu dağınık dolaşan erkekler, ikindi namazından sonra yavaş yavaş aynı noktada toplandı: büyük oda. Elif, mutfakta bakır tepsilere çay bardakları dizerken, içeriden gelen sesleri duyuyordu. Erkek sesleri hep birbirine benzerdi; tonu kalın, kelimeleri ağır… Ama bugün, o odadan çıkan her kelime, Elif’in kalbine değen bir taş gibi geliyordu. Zeynep, kızının tepsiyi düzgün taşıyıp taşımadığına baktı. “Dikkat et.” dedi. “Elin titrese de tepsi titremesin. Erkekler, çayın tadından çok, taşıyanın hâline bakar.” Elif, bu cümleyi duymamış gibi davrandı. Bir an, “Peki onlar konuşurken, kim bizim hâlimize bakıyor?” diye sormak istedi, ama yuttu. Sessiz isyanını yine defterine saklamak zorunda kalacaktı. Tepsiyi iki eliyle kavrayıp büyük odaya doğru yürüdü. Kapının eşiğinde bir an durdu, derin bir nefes aldı. İçeri girdiğinde odanın havası yüzüne çarptı: tütün kokusu, eski kilimlerin tozu, erkek bedenlerinin sıcaklığı ve en çok da törenin ağır kokusu… Odanın ortasında, duvara paralel bir şekilde uzun bir yer sofrası kurulmuştu. Baş tarafta Hacı Yusuf oturuyor, sağında solunda aşiretin yaşlıları, akrabalar, birkaç genç delikanlı duruyordu. Baran, babasının biraz gerisinde, sofranın kenarında yer bulmuştu. Demir de karşı tarafta, hafif yan tarafta, tam Baran’ı görebileceği bir noktaya oturmuştu. Elif içeri girince, birkaç bakış kısa süreliğine ona döndü. Ama bu bakışlar, misafire yönelen sıcaklıkla değil, masaya bırakılan bir tabak gibi, işlevsel bir dikkatle doluydu. Çay getiren kız… Elif, başını hafifçe eğerek herkese kısık bir “Hoş geldiniz.” mırıldandı. Bardakları tek tek masaya bırakırken, gözleri istemeden Baran’ın bulunduğu tarafa kaydı. Baran, onun geldiğini görünce hafifçe doğruldu, ama gözlerini çok uzun süre tutmadı. Elif de bakışlarını hemen geri çekti. Bu odada, göz göze gelmenin bile bir adabı vardı. Çayları bıraktıktan sonra, sessizce geri çekildi. Kapıdan çıkarken, içeride konuşmalar yeniden ağırlık kazandı. Hacı Yusuf, bardağını eline aldı, çayı üfleyip bir yudum içti. Sonra bardağı tabağına bıraktı, eliyle sofranın ortasını işaret etti. “Bugün,” dedi, sesi odanın her köşesine aynı sertlikle yayılarak. “Hem eski defterleri açtık, hem de yeni bir sayfanın hazırlığını başlattık. Eskiden yazılanların günahını, şimdiki çocuklar çekmesin diye, bir karar verdik. Baran’la Elif’in nikâhı, iki tarafın barışı olacak dedik.” Bir uğultu, hafifçe odanın içinde dolaştı. Kimi onaylar gibi başını salladı, kimi bıyığını sıvazlayarak düşündü. Karşı taraftan, yüzü güneşten yanmış, gözlerinin çevresi kırış kırış bir adam söze girdi. Bu adam, karşı aşiretin yaşça büyüklerinden, barış için masaya oturmayı kabul edenlerden biriydi. “Yusuf Ağa,” dedi. “Biz de kendi tarafımızda konuştuk. Baran’ın şehirde okumuş olması, bizim için de gurur meselesi sayılır. Sonuçta kanımız birdir, kökümüz birdir. Biz de bu evliliğin arkasındayız. Ama bir mesele var ki… açık açık konuşmak lâzım.” Hacı Yusuf kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Konuş ağam.” dedi. “Bu masada saklı söz kalmasın.” “Şimdi,” diye devam etti adam, “şehirde büyümüş çocuk, elbet şehrin hâline huyuna alışır. Orada başka türlü hayat var. Bi’ duyduk ki hani…” Gözlerini Baran’a kaydırdı. “Baran’ın orada bir gönül hikâyesi olmuş. Biz bu işten şikâyetçi değiliz, gençliktir, olur. Ama yarın kızımıza bir gölge düşmesin, bizim haysiyetimiz lekelenmesin.” Odanın içindeki hava bir an gerildi. Baran, bu cümlenin nereye gideceğini biliyor ama susuyordu. Hacı Yusuf, hafifçe dişlerini sıktı. “Şehirdeki hâli sizden önce ben duydum.” dedi, kelimeleri tartarak. “Oğlumla konuştum. Gençlikte insanın gönlüne birileri girer çıkar. Ama nikâh masasına oturan adam, oraya boş oturmayacak. Ya aklını fikrini bu eve getirecek ya da hiç gelmeyecek.” Demir, bu fırsatı kaçırmadı. Kadeh değil ama çay bardağını eline almış, dudaklarına götürmeden önce lafa karıştı: “Burada söz, bizim köyün kızının üzerine kuruluyor.” dedi. “Elif bizim namusumuz. Şehirdeki bir hatıranın gölgesi, dağın kızının üstüne düşerse… o zaman dağ yerinde durmaz.” Kendisini “aşiretin hamisi” ilan etmiş gibi bir tavırla konuşuyordu. Bazıları onaylar gibi başını sallarken, Baran bu sözlere sessizce sinirlenen birkaç bakış da yakaladı. Baran, son söyleneni yutamadı. “Ben de,” dedi, çay bardağını masaya bırakıp dikleşerek. “O masaya sadece töreyi değil, kendi sorumluluğumu da koymaya geldim. Melis’ten söz ediyorsunuz. Evet, şehirde bir kadın vardı hayatımda. Bunu inkâr etmedim, etmeyeceğim. Ama buraya o ilişkiyi sürdürmek için değil, her şeyi açık etmek için geldim. Melis’e karşı da, Elif’e karşı da yalan söylemek istemiyorum. Eğer evlenirsem, bu evlilikte bir başkasının gölgesi kalmayacak. Ben bunu kendime söz verdim. Ama…” Bakışlarını tek tek herkesin üzerinde gezdirdi. “Beni, daha ben kendimle hesaplaşmadan, sadece duyduklarınızla yargılarsanız, o zaman masada ‘barış’ değil, yeni bir zulüm kurmuş olursunuz.” Demir dudaklarını büzdü. “Biz seni yargılamıyoruz.” dedi. “Sadece diyoruz ki, köyün kızı, şehirdeki kadının yedeği olmasın.” Baran’ın içine, bir anlık öfke dalgası yürüdü. Demir’in gözlerindeki kıvılcımı fark etti; bu, sadece aşiretin namusu adına konuşan bir adamın kıvılcımı değildi. Kıskançlık kokuyordu. “Sözlerin güzel.” dedi Baran, sesini alçaltarak ama keskinleştirerek. “Ama bana öyle geliyor ki, sen sadece Elif’in namusunu düşünmüyorsun Demir. Kendi gururunu da düşünüyor gibisin. ‘Köyde delikanlı yok mu da şehirden adama kız veriliyor?’ diye geziyorsun ortalıkta, öyle duydum.” Oda bir anda buz kesildi. Birkaç kişi yerinde kıpırdandı. Bu cümle, açık bir meydan okumaydı. Demir’in gözleri büyüdü, çay bardağını hafifçe masaya bıraktı. “Ben,” dedi, sesi biraz daha toklaşarak. “Bu evin çocuğuyum. Elif’le çocukluğumuz bir geçti. Onu korumak da, gerekirse ona öfke duymak da benim hakkım. Şehirden geldiğin gibi, şehir ağzıyla konuşma Baran. Burada lafın da, bakışın da hesabı vardır.” Hacı Yusuf, eliyle masaya hafifçe vurdu. “Yeter.” dedi, otoritesini hatırlatan o tok sesle. “Bu masa kavga masası değil. Hepinizin içine kurt düşmüş biliyorum. Ama unutmayın: Bu barış nikâhı sadece Elif’le Baran’ın meselesi değil. Yıllardır toprağa verdiğimiz çocukların meselesi. Bu masaya otururken, her birinizin zihninde bir mezar taşı olmalı. Ona saygı duyup ona göre konuşmalı.” Kısa bir sessizlik oldu. Herkes, Hacı Yusuf’un sözlerinden payına düşeni aldı. Demir bile başını hafifçe eğdi. Ama gözlerinde hâlâ sönmemiş bir ateş vardı. Karşı taraftan yaşlı adam tekrar söze girdi: “Bizim tarafın şartı nettir.” dedi. “Baran, madem ki kendi ağzıyla ‘Gölgeleri temizleyeceğim.’ diyor, biz ihtiyatla bakarız ama razı oluruz. Yalnız…” Gözlerini Baran’ın gözlerine dikti. “Sözünden dönenin, sadece kendi değil, bizdeki karşılığı da olur. Bunu unutma.” Bu, hem tehdit hem uyarıydı. Baran bunun dilini biliyordu. “Hukukta ‘taahhüt’ vardır.” dedi. “Ben bugün, kendime verdiğim sözü dile getirdim. Siz yine de törenin diliyle ‘tehdit’ diyin. Fark etmez. Ama bilin ki, ben bu evliliğe ‘evet’ diyeceksem, önce Elif’in gözlerinin içine bakıp diyeceğim. O göze bakmadan sarf ettiğim her söz, benim için boş laf olur.” Hacı Yusuf, oğlunun bu sözlerini dikkatle dinledi. Oğlunun dilini tam anlamasa da, içindeki bir yer, onun samimiyetini hissediyordu. “İyi.” dedi. “Ben de şunu söylerim o zaman: Elif bu evin namusudur, benim evladımdır. Onu barış için masaya getirdim ama kurban etmek için değil. Eğer bir gün, bu evliliğin içinde kızımın canı daha çok yanarsa, ben de eski defterleri yeniden açarım. O yüzden Baran… Bir daha düşün, kararını ona göre ver.” Demir, lafı yeniden ele geçirmek ister gibi araya girdi: “Ben de bir şey diyeceğim.” dedi, herkesin yüzüne tek tek bakarak. “Bu evlilik olursa, ben araya girmem. Ama bilinsin ki, bu köyün dağlarında sadece töre değil, insanın içindeki hesaplar da dolaşır. Birinin kalbi kırılırsa, o da dağın diline karışır. O yüzden herkes attığı adıma dikkat etsin.” Bu laf, hem Baran’a hem Elif’e hem de belki başka birine dolaylı bir gözdağıydı. Baran, bu cümledeki tehdit kokusunu aldı ama şimdilik üzerine gitmedi. Elif, mutfaktan içeri uzanan sesleri dinlerken, sanki ayrı bir hikâyenin içinde duruyormuş gibi hissetti. Onun adı, masanın ortasında sürekli dönüyor, ama kendisi o masaya yanaşamıyordu. Bir odada, hayatımın pazarlığı yapılıyor. diye düşündü. Ben ise başka bir odada, onların çayını taşıyan kişi olmaktan öteye geçemiyorum. Zeynep, kızının pencereye doğru kulağını kabarttığını görünce omzuna dokundu. “Duymaya çalışma.” dedi. “Ne kadar az bilirsen, o kadar az yorulursun.” “Ben zaten bilmediklerimden yoruldum ana.” diye geçirdi içinden Elif. Ama yine de ses etmedi. Gece ilerledikçe, büyük odadaki konuşmalar ağır ağır şekil kazandı. Net bir “tamam” çıkmadı ama herkes, bir sonraki adımın ne olduğunu biliyordu: Söz kesilecekti. Gün bile aşağı yukarı belirlenmişti. Dağ, geceyi üzerine çekerken, köyün üstünde görünmez bir anlaşma dolaşıyordu: Töre masasında konuşulanlar, bir daha geri alınmayacak cümleler doğuracaktı. Baran, odadan çıktığında başı kalabalıktı. Avlunun karanlık köşesinde, ceviz ağacına doğru kısa bir an baktı. Gündüz orada yapılan konuşma, bu geceki kadar gürültülü değildi ama ondan çok daha gerçekti. Ben iki masanın arasında sıkıştım. diye düşündü. Biri töre masası, biri ceviz dibindeki taş sıra. Birinde herkes konuşuyor, diğerinde sadece ikimiz. Hangisi daha haklı? Cevabını bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı: Töre masasında konuşulanlar, kalplerdeki masanın üzerine ağır ağır dökülmeye başlamıştı. Ve o kalp masasının tarafında, Elif’in sessiz isyanı, Baran’ın çelişkili vicdanı, Demir’in kıskançlığı, Hacı Yusuf’un geç kalmış pişmanlığı, hepsi aynı anda yer arıyordu. Bu kadar duygu, bu kadar hesap, bu kadar sessizlik… İlerde işlenecek bir cinayetin, bir ihanetin, bir dramın ilk cümlelerini yazıyordu aslında.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD