Köyün gecesi, gündüzünden daha kalabalıktı aslında. Gündüz herkes ortadaydı, kim ne yapıyorsa göz önündeydi. Gece olduğunda ise toplu sessizliğin altında, herkes kendi odasında, kendi zihninde başka bir hayat yaşardı.
Elif, odasının küçük penceresini aralamış, karanlığa bakıyordu. Gökyüzünde birkaç yıldız, sanki utanarak parlıyordu; tıpkı köyde “aşk” kelimesini anmak isteyen ama bir türlü dili dönmeyen gençler gibi.
Aşk…
Kelimeyi zihninde fısıldadı. Dudakları kıpırdamadı, sesi çıkmadı. Sanki odanın duvarlarında biri bu kelimeyi duysa, hemen koşup babasına haber verecekmiş gibi bir tedirginlik vardı içinde.
Bu köyde “aşk” kelimesi, hiç yokmuş gibi davranılan ama her evin içinde görünmeyen bir misafir gibi dolaşırdı. Kimse onunla açık açık konuşmaz, ama herkesi o yönetirdi. Gelinler, damatlar, gizli bakışlar, sessiz gözyaşları… Hepsinin altında, adı söylenmeyen o kelime yatardı.
“Elif…” diye fısıldadı kendi kendine. “Sen hiç âşık oldun mu?”
Kendine verdiği ilk cevap, netti: “Hayır.”
Ama ikinci bir ses, hemen devreye girdi: “Olmadın, çünkü izin vermediler. Sevgi denilen şeyi, ‘Zamanla alışırsın.’ diye bir teselliye hapsettiler. Sen daha ‘sevmek istiyorum.’ diyemeden, ‘Sevgi sonradan gelir.’ dediler.”
Yatağın kenarına oturup başını duvara yasladı. Gündüz ceviz ağacının altında geçen konuşmalar, aklına bir film şeridi gibi geri geliyordu. Baran’ın yüzü, sesi, söyledikleri… Ve en çok da söylemediği şeyler.
Ben senden korkuyorum Baran… demişti ona. Oysa o cümlenin arkasında başka bir itiraf daha vardı: Bir gün seni sevmekten korkuyorum.
Sevmenin ne demek olduğunu bilmiyordu ama birini düşündüğünde kalbinin böyle daralıp esnemesinin, nefesinin düzensizleşmesinin normal olup olmadığını da bilmiyordu. Baran’ı her düşündüğünde, sanki önündeki seçenekler artmıyor, azalıyor gibi hissediyordu. Bu da onu hem ürkütüyor, hem de tuhaf bir çekime sürüklüyordu.
Ceviz ağacının gölgesini hatırladı. Gök yüzüne değil, birbirlerine bakmaya çalıştıkları o anı… Baran’ın gözlerinde gördüğü şeyin adını koyamıyordu ama içinde güvenle korkunun tuhaf bir karışımı vardı. Bu adam bana yalan söylemeyecek. diye düşündüğü bir an olmuştu mesela. Ama bunun, onu daha mı güçlü, yoksa daha mı savunmasız kılacağını kestiremiyordu.
Aşk… diye fısıldadı zihninde yeniden. Sonra kendi kendine kızdı:
“Daha ortada ne var ki sen bu kelimeyi düşünüyorsun? İki konuşma, birkaç bakış, üç cümle… Aşk dedikleri bu kadar kolay mı gelir bir insana?”
Ama bilmediği bir şey vardı: Aşk bazen bir ömür tanıdığın insanda bile uyanmazken, bazen tek bir bakışta, hatta bir cümlenin yarım kalışında bile filizlenebilirdi. Şartları, zamanı, mekanı yoktu. En çok da yasaklandığı yerde çoğalırdı.
Bu köyde en çok yasaklanan şey, buydu işte.
Kapı hafifçe tıkırdadı. Elif irkildi, hemen başını örttü, yorganını düzeltti. “Gir.”
Kapı aralandı, içeri Zeynep girdi. Elinde küçük bir lamba, yüzünde yorgun bir tebessüm vardı.
“Uyumadın mı hâlâ?” dedi. “Gözlerin kıpkırmızı olacak yarın.”
“Elim ermiyor uyumaya ana.” dedi Elif. “Sanki gözlerimi kapatsam, kafamın içi daha çok konuşacak.”
Zeynep, yatağın ucuna oturdu, lambayı komodinin üzerine bıraktı. Oda sarı, titrek bir ışıkla doldu. “Erkekler bugün çok konuştu.” dedi. “Sen mutfaktayken bile sesleri buraya kadar geliyordu. Ama sesleri çok çıksa da, kalpleri o kadar açık olmuyor işte. Hep bir şeyler saklı.”
Biz de saklıyoruz. diye düşündü Elif. Ama bizimki mecburiyetten.
“Ana…” dedi, tereddütle. “Sen hiç… aşık oldun mu?”
Bu soru, Zeynep’i afallattı. Yüzündeki çizgiler, bir anda başka bir anlam kazandı. Birkaç saniye cevap vermedi. Sonra, hafif bir gülüşle omuz silkerek konuştu:
“Bizim gençliğimizde bu soru büyük ayıp sayılırdı.” dedi. “ ‘Aşık oldun mu?’ diye soran olursa, kızar, utanır, ‘Sen ne biçim konuşuyorsun?’ derlerdi. Aşk kelimesini, türkülerde, ağıtlarda, bir de gizli mektuplarda duyardık. Ama kimse anasının babasının yüzüne bakarak bu kelimeyi söylemeye cesaret edemezdi.”
“Peki sen…” dedi Elif, gözlerini annesinden ayırmadan. “Kendine sorabildin mi hiç?”
Zeynep, derin bir nefes aldı. “Ben kendime çok soru sordum kızım.” dedi. “Ama çoğunu içimde gömdüm. Babanla evlendiğimde onu tanımıyordum. Korkuyordum, çekiniyordum. ‘Bir gün sever miyim?’ diye kendi kendime sordum. Sonra çocuklarım oldu, ev büyüdü, aşiret işleri, kavgalar, dertler… Sevgi dediğin şey, bazen bir bakış, bazen bir elin omzuna dokunuşu, bazen de bir susuşta gizli olur. Babanı bir gün ‘aşık’ kelimesiyle düşündüm mü, bilmiyorum. Ama onu sadece ağa olarak görmedim hiçbir zaman. Bazen başımı yastığa koyduğumda, ‘İyi ki o değil de başkası değilmiş.’ dedim. Bu da kendimce bir sevgiydi belki.”
Elif, bu sözleri dinlerken, annesinin yıllarca sakladığı bir sırrı çözüyor gibi hissetti. Demek o da bir gün benim gibi düşünmüş…
“Peki,” dedi usulca. “Senin gibi düşünemeyen, ‘İyi ki bu değilmiş.’ diyemeyen kadınlar ne yapıyor?”
Zeynep, kızının gözlerinde gördüğü endişeyi fark etti. “Onlar da susuyor.” dedi kısaca. “Bizim dünyamızda, susmak bazen yaşamanın şartı. Ama bu, içimizde hiç bağırmadığımız anlamına gelmez.”
Elif, Baran’la yaptığı konuşmayı hatırladı. Ceviz ağacının altındaki o itiraf, şu an odanın içinde de yankılandı sanki: “Ben senden korkuyorum Baran.”
“Ana,” dedi, dudaklarının kenarı titreyerek. “Sence… bir kız, evlenmeden önce… birini sevebilir mi?”
“Sevebilir.” dedi Zeynep, fazla düşünmeden. “Sevemez diyen yalan söyler. Ama ne kadarını yaşayabilir, işte o tartışılır. Kimi sevdiğini içine gömer, kimi kaçmaya kalkar, kimi de kaderine razı olup, sevdiğini rüyalarına saklar. Bu köyde, aşkın en çok yaşandığı yer, rüyalardır kızım. Gerçek hayatta fırsat bulamayan kalpler, geceleri birbirini bulur.”
Elif’in içinden, Ben kimi rüyamda görürüm acaba? diye bir soru geçti. Henüz bir rüya kuracak kadar bile cesur değildi. Ama ceviz ağacını, Baran’ın bakışlarını, Demir’in sözlerini, babasının defterini… hepsini tek tek düşünürken, zihninde yeni bir dünya kuruluyordu.
Zeynep, kızının yüzündeki bu uzak bakışı görünce, hafifçe eğilip yanağını okşadı. “Sen,” dedi, “kalbini bozmamaya bak. Aşk, bir gün gelir, kapını çalar. Ama kim olarak gelir, onu bilemezsin: Kocan mı olur, bir yabancı mı, çoktan gitmiş biri mi… Bazen de hiç gelmez. O zaman da insan, kendini sevmeyi öğrenmek zorunda kalır.”
Bu cümle, Elif’in içini hem ürpertti hem de bir parça rahatlattı. Belki de diye düşündü, benim önce kendimi sevmeyi öğrenmem lazım. Başkasını ne kadar taşıyabilirim ki, kendimi bile taşıyamazken?
“Ana…” dedi, sesini iyice alçaltarak. “Sence Baran nasıl biri?”
Zeynep, bu soruya hazırlıklı değildi. Ama gün boyu, kızının gözlerinin bir köşesinde o adamın gölgesini görmüştü.
“Bunu bana değil,” dedi. “Kendine sor. Ceviz dibinde konuştunuz. Ben orada değildim. Göz göze geldiniz. Ben o bakışlarda yoktum. Sana ne hissettirdi, onu söyle bana.”
Elif, bunda zorlanıyordu. Duygularına isim koymak, bu köyde en zor yapılan işti. Çünkü ismini koyduğun her şey, bir anda hüküm giyerdi.
“Bilmiyorum.” dedi, dürüstçe. “Hem güven gibi bir şey hissettim… hem de… sanki beni anlamasından korktum.”
“Nasıl yani?” diye sordu Zeynep. “Anlayan adamdan niye korkarsın?”
“Elimi yüzümü görmesinden değil ana…” dedi Elif, içini çekerek. “İçimi görmesinden… İçimdeki isyanı… İçimde akıp giden soruları… Eğer beni anlarsa, o zaman ben kendimi saklayamam. Belki de bu yüzden korkuyorum. Çünkü bugüne kadar hiç kimse beni gerçekten anlamaya çalışmadı. İlk defa biri denerse, ben ne yapacağımı bilmiyorum.”
Zeynep, bunu duyunca sessiz kaldı. Kızının ne kadar büyüdüğünü o an fark etti. Onu hâlâ saçını ördüğü küçük çocuk gibi görüyordu ama Elif, artık kalbinde yaşayan bir dünyası olan genç bir kadındı.
“İnsan,” dedi Zeynep sonunda. “Bazen anlaşılmaktan korkar, haklısın. Ama anlaşılmamaktan daha yalnız bir şey yoktur. Eğer bir gün, seni gerçekten anlamak isteyen biri olursa… onu hemen itme. Ama hayatını da bir anda eline verme. Arada mesafe olsun. Mesafe, insanı korur.”
Elif’in zihninde ceviz ağacının altındaki mesafe belirdi. İkisi arasında bırakılan boşluğun sadece adım farkı değil, bir dünya farkı olduğunu düşündü.
“Aşk…” diye tekrar etti içinden. “Belki de önce mesafeyle başlar. Yaklaşmayı istemekle ama tam yaklaşamamayı seçmekle…”
Zeynep kalktı, lambayı hafifçe kıstı. “Artık uyu.” dedi. “Gecenin bu saatinde aşk konuşulmaz. Hele bu evde… Duvarların da kulağı vardır.”
Kapıya yönelirken durdu, kızına son kez döndü: “Bak Elif… Baban ne kadar sert görünse de, yaşlandıkça bazı şeyleri sorgulamaya başladı. Eski defterleri açması, sana bu konuşmayı izinli yapması, bunlar az şey değil. Belki bizim nesil, aşkı adını koymadan yaşadı. Ama siz… belki biraz daha şanslı olursunuz. Yine de fazla umutlanma; töre kolay yerinden oynamaz.”
Kapı kapandığında, Elif yorganın altına süzüldü. Tavana baktı, sonra gözlerini kapattı. Karanlığın içinde, ceviz ağacının gölgesi, Baran’ın silueti, Demir’in bakışı, babasının defteri, annesinin suskun gençliği… hepsi bir film şeridi gibi dolaştı.
Ben aşka inanıyor muyum? diye sordu kendine.
Cevap gelmedi. Ama bir başka soru geldi: Bir gün “aşk” kelimesini, suçluluk duymadan, korkmadan, gizlemeden söyleyebilecek miyim?
Belki de asıl dram buydu. Cinayetlerden, ihanetlerden önce, bir kelimenin yasaklanmış olması… Aşk daha doğmadan suçlu ilan ediliyordu bu topraklarda.
Aynı saatlerde, köyün biraz dışında, eski taş evin odasında Baran da uyuyamıyordu. Pencerenin önünde durmuş, dağın karanlık siluetine bakıyordu. Elinde sigara yoktu, alışkanlık edinmekten hep kaçınmıştı. Ama şu an, nefes alıp verişi bile ağır geliyordu.
Melis’in mesajlarını tekrar okudu. Cevap vermemişti son gönderilenlere. Son mesajda Melis şöyle yazmıştı:
“Aşkımız, töreye kurban gidecek bir not mu sadece, Baran?”
Bu cümleyi okurken, ceviz ağacının altında Elif’le yaptığı konuşma geldi aklına. Ben senden korkuyorum Baran…
İki kadın, iki dünya, iki ayrı “aşk ihtimali”… Ve arada, töre.
Baran, kendi kendine mırıldandı: “Aşk… Kimine göre bir seçim, kimine göre kader. Ama burda… tam anlamıyla bir suç.”
Elini göğsüne götürdü, kalbini yoklar gibi. Ben kiminle yan yana anılmak istiyorum? diye sordu. Elif’le mi, Melis’le mi, yoksa kendi yalnızlığıyla mı? Cevap yine belirsizdi.
Ama bir şeyi biliyordu: Aşk kelimesini ağzına almaya bile çekinirken, birinin kalbini eline almaya hakkı olmadığını.
“Önce…” diye fısıldadı kendi kendine. “Önce bu kelimenin suç sayılmadığı bir yer bulmalıyım içimde. Sonra dışarıdaki dünyaya bakarım.”
Dağın gecesi, bu iki ayrı odada, iki ayrı kalpte aynı soruyu dolaştırıyordu:
Aşk, gerçekten yasak mı, yoksa sadece korkulan bir misafir mi?
Bu sorunun cevabı, ileride verilecek kararların, yaşanacak ihanetlerin, işlenecek cinayetlerin ve dökülecek gözyaşlarının gölgesini taşıyordu.
Ve kimse farkında değildi ama, o gece “aşk” kelimesi, ilk kez iki ayrı odada, iki ayrı dudakta aynı anda görünmeden şekillenmişti.
Yasak olduğundan değil… Henüz adı konmadığı için suçsuzdu.
Ama çok geçmeden, bu kelimenin bedelini herkes ödeyecekti.