**Bataklık çiçeği, onu yutmakta olan bataklıktan değil; kendini koruyan dikenlerden rahatsız olmuştu...
---
Nefret dolu değil de, tiksinerek baktılar bana. Belki aranızda o bakışı bilmeyen vardır; tarif etmesi zor olsa da söyleyeceğim. Gözler kısık, hafif... Kaşlar sinsice birbirine değmek üzere. O acımasız bakış, gözleri çabucak dolduracak bir bakıştı. Beni bir ışık huzmisi gibi takip ediyordu.
Henüz belki çocuk olabilirim, ancak anlayacak yaştaydım. Önde hizmetçi kadını takip ettim. Kadın hızlı adımlarla yürüyordu. Mavi-beyaz hizmetçi elbisesiyle ağır adımlarla önümden geçiyordu.
Koyu kahverengi ahşap parkenin üzerinde, uzun ve geniş koridorda; desenli, düz beyaz ve iki yandan siyah çizgili bir halı seriliydi. Her adımda çıkan gıcırtı sesi, koridorun sessizliğini hızla bozuyordu.
Siyah kahküllü düz saçlarım omuzumdan sallanıyordu. Etek kısmı beyaz dantelli, tamamı siyah ve dizlerime kadar uzanan bir elbise giymiştim. Üzerimde beyaz kısa bir yelek vardı. Yeleğin büyük bir dikişle zor duran düğmesi yere düştü. Düğme yuvarlanarak durdu.
Elimde, gerginlikle kucağıma yakın tuttuğum gri peluş bir fil oyuncağı vardı.Beyaz çoraplarımın dışa çıkan danteli ve siyah deri Platform lolita shoes ayakkabılarım, halının üstünde gevşekçe sesler çıkararak yürüyordu.
Aniden duraksadım. Başımı yana çevirdim, yerde duran düğmeme baktım.
"Küçük hanımefendi, hadi... Yemek odasında dedeniz bekliyor."
Hizmetçinin sesini duyduğumda merdivene doğru yürüdüm. Bu koca malikâne benim şatom değil; istenmediğim bir diyar, istemediğim bir düş kırıklığıydı. Burada büyüdüm, evet... Ama kaldığım her gün bir kemik kırılması gibiydi. Burada aldığım her nefes, hayalleri öldüren bir cinayet masalıydı.
Merdivenden her adım attığımda destek almak için tırabzana tutundum. Nefesim, o soğuklukla karışan sıcaklığı hissedince beni korkuya itti. Belki gerçekten destek almak içindi, belki de yıkılmama ramak kaldığı içindi...
Yemek odasının kapısı açıktı. Odaya girdim. Dikdörtgen uzunluğundaydı; yan yana iki pencere vardı ve dantel perdeler yere kadar uzanıyordu. Oda loş ve karanlıktı. Ortada uzun, maun bir masa yer alıyordu. Masanın üzeri özenle dizilmişti; hizmetçiler yemekleri servise hazır şekilde yerleştirmişti.
İki büyük vitrinin içinde porselen tabaklar ve bardaklar sergileniyordu. Herkes sanki beni bekliyordu. Beyza teyzem, kocası ve iki çocuğu... Rozerin teyzem, kucağında oğlu ile oturuyordu; yanında kocası vardı. Gülümseyerek oğullarına bakıyor, onu güldürmeye çalışıyordu. Dayım Atay ve eşi, ortalarında benimle yaşıt olan kızlarıyla oturuyordu. Dedem ve anneannem ise masanın iki ucunda yer almıştı. Tüm aile, torunlarının yorumlarına kahkahalarla gülüyordu.
Gözlerim dolmaya başladı. O kahkahalar, benim gözyaşımdı sanki. İçimde derin, var olmayan bir özlem vardı...
Dedem başını bana doğru çevirdi. Sanki gözümdeki hüznü, o derin acıyı hissetmişçesine ayağa kalktı.
"Geç bakalım, küçük balkabağım," dedi, sandalyeyi çekerek.
O an... Acı birden hafifledi. Sanki kısa bir anlığına da olsa gerçekten nefes alabilmiş gibiydim. Gülümseyerek dedeme baktım. İçten gülümsemesiyle gözlerinin etrafı kırışmıştı.
Tam o anda Atay dayımın sesi yükseldi. Sakindi ama aynı zamanda sinirliydi; sinirini bastıran ama yükselmeye hazır bir tonla konuştu:
“Baba, istersen başka yemek hazırlayalım.”
Dedem, bir yandan yemeğine devam ederken ağzını bezle sildi. Sakin bir sesle, “Neden?” dedi.
Atay dayım birden iki eliyle masaya sertçe vurdu, aniden ayağa kalktı. Sesi bu kez yüksekti:
“Bu kız gitsin, baba!”
Ardından Beyza teyzem konuştu:
“Evet baba, ağabeyim haklı.”
Dedem başını yeniden bana çevirdi. Ben de ona baktım ama önümdeki yemeğe hâlâ dokunmamıştım. Sessizce, masumiyetle gözlerinin içine baktım.
"Oohoo, olmadı!" dedi dedem, gülümseyerek. "O tabağı boş görmek isterim."
Başımı hafifçe salladım, elim titreyerek çatalı aldım. Masadaki tüm gözler üzerimdeydi. Her biri, ters ters bakıyordu. Yutkunurken boğazımda bir düğüm oluştu, başımı eğdim. Nefesim yine kesilmişti.
“Baba! Çıkar şu kızı!” diye bir kez daha bağırdı dayım.
Korkuyla ayaklarım titriyordu. Dedem yine de gülümseyerek bana baktı. Tam o sırada teyzem öfkeyle ayağa kalktı ve bileğimi sertçe tutmak için bana doğru yürüdü. Ancak dedem hızla elini uzattı, teyzemin elini yakalayıp onu geri itti.
“Burası benim evim! Kurallarımı ben koyarım!” dedi dedem, sesini yükseltmeden ama ciddiyetini net biçimde hissettirerek. Bu kez sabırlı olmayacağını herkes anlamıştı.
Herkes birer birer kalktı masadan. Geriye sadece ben, dedem ve anneannem kalmıştık.
“Sen...” dedi anneannem, ağır bir sesle mırıldanarak dedeme baktı. Sonra nefretle gözlerini bana çevirdi. Ama kelimeleri başka bir yöne savruldu:
“Çok yanlış yapıyorsun,” dedi ve ayağa kalktı.
Ben hâlâ oturuyordum. Dedeme baktım. O ise bana gülümseyerek karşılık verdi. Sahte değildi bu bakış; içinde bir sıcaklık, bir sahiplenme vardı. Ama işte... Hayat böyleydi. Ani gelen, nedensiz gibi görünen acı ölümler...
Ve o ölüm... Dedemi elimden alan ölüm... Gece yarısı gelen o ani kalp krizi...
Hayat, bana en ağır darbelerinden birini işte o gece indirmişti.
Dedemin mezarının başında, gözlerim ağlamaktan şişmişti. O, bana annemin veremediği sevgiyi, babamın veremediği disiplini vermişti. İki ayağımın üzerinde durmayı gerçekten o öğretmişti bana.
“Hey! Şşş, bana bak.”
Başımı yavaşça kaldırdım. Gözlerimle süzdüm adamı. Evin baş uşağıydı. Cılız, gözleri çökük, esmer bir adam.
“Cevap ver,” dedi.
Elini çeneme götürdü.
“Ooo, yüzün bembeyaz ve parlak,” dedi. Başını yavaşça yaklaştırdı, nefesini yüzümde hissedebiliyordum. Hemen kendimi geri çektim, ayağa kalktım.
“Bana bak, al bavulunu. Başka bir şehre yalnız başına gideceksin.”
Dedemin mezarına baktım, sonra tekrar adama. Bavulları ellerinden aldım. Anneannemin beni yanında tutmayacağı için şükretmiştim; ama gerçek dünyanın, anneannemle yarışacak kadar kötü olduğunu anlayacaktım.
“Annen çok güzel bir kadın, baban da çok yakışıklıymış. Boşuna bu kadar güzel değilsin, genetik,” dedi.
Hiçbir şey söylemeden sırtımı dönüp yürüdüm.
Şehir otobüsünden indim. Burası kenar bir mahalleydi. Her türlü insan vardı: Ateş yakıp etrafında oturan gençler, çeteler, köşelerde bekleyen fahişeler... Hepsi bana, sanki onlardan sakladığım bir sır varmış gibi bakıyorlardı.
Eve girdim. Bavulum, ellerimden gevşekçe düştü. Yorgunluktan yere yığıldım. Vücudum ağırdı, hem de çok ağır... Sanki üzerimde taşınması imkânsız bir yük vardı. Güçlükle ayağa kalktım ve mutfağa doğru yürüdüm. Dolabı açtım. İçeride biraz meyve vardı, bir tabağa koyup odama geçtim. Üzerimi çıkardım, pijamalarımı giydim.
Perdenin açık olduğunu hiç fark etmemiştim. Pencereye gözüm takıldığında bir adamı gördüm. Şişman, beyaz tenliydi. Odası karanlıktı ama bordo bir ışık yüzünü aydınlatıyordu. Meraklı gözlerle bana bakıyordu; bir yandan da ağzını siliyordu.
Gözlerim irkildi, sonuna kadar açıldı. Hızla perdeyi kapattım. Derin bir nefes alarak hızla kapıyı kilitledim. Mutfak ve diğer boş odaların perdelerini de çektim. Nefesim düzensizleşmişti. Burası korkutucuydu. Hızlıca yatağa geçtim, gözlerimi kapatıp uyumaya çalıştım. Yarın okul vardı.
Bir refleksle gözlerimi açtım. Saat altıydı. Elimi yüzümü yıkadım. Uzun siyah saçlarım parlıyordu, adeta ışığı yansıtıyordu. Saçımı aşağıdan topladım. Mavi baggy pantolon, siyah askılı tişört ve siyah bol bir ceket giydim. Düz siyah postacı çantamı taktım. Walkman’imin kulaklığını kulağıma yerleştirdim.
"Sen mahalleye yeni mi geldin?"
Kapıyı kilitliyordum. Sesi duyunca cevap vermek için arkamı döndüm. Siyah takım elbiseli bir adam ve arkasında onun gibi giyinmiş birkaç adam daha vardı. Asıl korktuğum şey ise, dün gece beni pencereden izleyen adamın da onların arasında olmasıydı.
Adam elini sağa sola sallayarak konuştu:
"Huuhuu! İşitme engelli falan mısın?"
Ona tiksintiyle baktım. Sanki mahallede herkes işini gücünü bırakmış, bizi sessizce izliyordu. Hiçbir şey demeden yürümeye başladım.
"Hey! Sana bir soru sordum!" diye bağırdı bu kez.
Yutkunarak adama döndüm.
"Evet... Buraya taşındım," dedim.
Hem de nefes almadan, hızlıca söyledim. Ardından hızlı adımlarla oradan uzaklaştım.
Bu çok tuhaf bir diyalog oldu...
Müdür yardımcısının odasına girdim. Elinde sigara vardı, başının ortasında saç yoktu. Diğer masanın önünde iki öğretmenle konuşuyordu.
"Geçen gün bir öğrenci, kız öğrencinin eteğinin altını telefonla çekmiş. Hemen telefona el koydum," dedi.
İki öğretmen müdür yardımcısına gözleri parlayarak baktı. O ise telefondaki fotoğrafları onlara gösterdi.
"Şuna bak... Can feda," diye mırıldandı.
Kapıyı yavaşça açtım. Önü kırılmış vantilatörden çıkan yüksek ses odayı dolduruyordu. Müdür yardımcısı ve öğretmenler bana döndü.
"Hocam, benim sınıfım—" dedim ama sözümü hızla kesti:
"12/E, bir üst kat," dedi müdür yardımcısı.
Kapıyı tıklayıp içeri girdim.
Sınıfa girdim. Kadın öğretmen tahtada ders anlatıyordu, ama tüm sınıf kendi arasında sesli konuşuyordu. Gürültü yoğundu. Öğretmen, sesi duyulmasa da tahtaya bir şeyler yazarak dersi anlatmaya devam ediyordu.
Beni gördüklerinde herkes sustu.
"Hoş geldin canım," dedi öğretmen gülümseyerek.
Sınıfa göz gezdirdim. İlgisiz ama aynı zamanda meraklı bakışlarla karşılaştım. Aciz bakışlarımı hızla başka yöne çevirdim.
"Kendini tanıtmak ister misin?" dedi öğretmen.
"Ben... ben..." dedim. Duraksadım. Gözlerim yere kaydı. Bu... bu kadar zor olmamalıydı. Nefesim ve hislerim güçsüzleşmiş gibiydi.
"Şuna bak, utandı mı ne?" dedi en arkada oturan bir kız.
Herkes bir anda, bu anı bekliyormuş gibi kahkahalarla gülmeye başladı. Ne dedi ki bu kadar komik?
"Ah canım, ben buraya geçici süreliğine geldim. Sanırım hiç yer kalmamış," dedi öğretmen, ortamı bozmadan.
Bu sefer, Mina denen kız sinsice sırıtarak ayağa kalktı:
"Hocam, arkada yer var," dedi.
Sınıftakiler bir yandan korkuyor, bir yandan da benim durumuma gülüyorlardı.
"Tamam, yeter! Canım, sen otur oraya," dedi öğretmen sertleşen bir ses tonuyla.
Son derse bir ders kala her şey gayet iyiydi. Yalnızdım ama kendimi fena hissetmiyordum. Kantine gidip bir şeyler aldım, sonra sınıfa döndüm.
Sırada, siyah gömleği geniş omuzlarını daha da belirginleştirmiş biri oturuyordu. Geniş kesim kumaş pantolonu vardı. Siyah saçları dağınıktı, teni neredeyse süt beyazıydı. Yüzünü göremiyordum, başını sıraya dayamıştı.
Zil çaldı, zorlansam da yerine oturdum. Kimse korkudan bu tarafa bakmıyordu.
Bir anda bacağıma birinin dokunduğunu hissettim. parmakları bacağımın etrafında sıkı stres topu gibi sıkıtı . Nefes alıp verirken içimi bir tedirginlik sardı. Yavaşça baktığımda, yanımdaki kişi ellerini bacağımın üstüne koymuştu.
Sert bir şekilde onu ittim. Sınıftakiler şok olmuş gibi bize baktı.
"Sen... sen beni ittin!" diye bağırdı.
Hiçbir şey demedim.
"Bana bak, seni öldürürüm!" dedi öfkeyle.
"İkiniz de dışarı! Müdürün yanına," dedi öğretmen, durumu sorgulamadan.
O, bana bakarak sırıtıp dışarı çıktı. Ben de arkasından çıktım.
"Sen yeni misin?" dedi.
"Evet. Ve sen bir sapıksın, anladın mı? Bir daha bana dokunursan seni polise şikayet ederim! Müdürün odası nerede? Orada her şeyi konuşuruz!" dedim.
Dizini hafifçe kırarak elini öne uzattı, tiyatral bir edayla:
"Hayhay, hanımefendi."
En üst kata çıktık. Aptal gibi peşinden gitmiştim, ortalık sessizdi. Koridorun sonunda bir kapıyı açtı.
"Buyur, önden lütfen," dedi.
"Emin misin burası mı?" dedim, şüpheli bir tonla. Gözlerim etrafı taradı, içerisi boştu.
Bir kahkaha attı, yüzüme yaklaşıp alaycı bir ses tonuyla:
"Korktun mu? Müdürün odasında sana bir şey yapacak değilim ya."
"Hayır, ben girmiyorum!" dedim, geri çekilerek.
Sırıtan yüzü bir anda değişti, bakışları sertleşti.
"Geç şu odaya!" diyerek bileğimi kavradı ve hızla içeri çekmeye başladı.
"Bırak beni!" diye bağırdım. "Yardım edin! Biri yardım etsin!"
O an odadan iki kişi daha çıktı. Sessizce, ağır adımlarla yaklaşmaya başladılar.
Tüm gücümle dizlerinin arasına tekmeyi bastım. O acı içinde yere kapandı.
"Kızı kaçırmayın! Hemen yakalayın!" diye bağırdı.
Ben koşuyordum. O merdiven benim için bir umut ışığı gibiydi. Sanki inebilirsem her şey bitecek, kurtulacaktım.
Tam bir alt kata inmek üzereyken Aksu denen kız kafama sert bir cisimle vurdu.
Ve o an, gözlerimin önü karardı...