1 Bölüm

1578 Words
“İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı” Hicran… İstanbul’un o rüzgârı meşhur, Sarıyer sahilinde genç bir kız bankta oturmuş manzaranın keyfini sürüyordu. Etrafında yürüyüş yapanlara, çocuklarını gezmeye çıkaranlara dikkat kesilmiyor. Aksine sadece denizin eşsiz maviliğine göz kırpıyordu. Kestane rengi kıvırcık saçlarını uçuran rüzgârın yüzünü yalayan esintisini kokladı. Biraz tuz, biraz yosun… İleride çalışan motor sesi onu rahatsız etmiyordu. Kuşların cıvıltıları midye çeken motorcuların gürültüsünü bile bastırıyordu. Sıcağa rağmen güneş insanı yakmıyor, tenine narin bir öpücük konduruyordu. Hicran saçına dolaşan güneş gözlüklerini çıkarıp, dağılan saçlarını düzeltti. Bu güzelliği baltalamamak için güneş gözlerini hafiften yaksa da gözlüklerini takmıyordu. Burası onun İstanbul'daki en sevdiği yerlerden biriydi. Hatta belki de en çok sevdiği yerdi. İstanbul’da denizi en net gördüğüm yerdi. Yıllar evvel Bursa’dan İstanbul’a ilk geldiğinde otogardan o denli korkmuştu ki… Aslında Hicran hiç sakin yapılı biri değildi ama kalabalık onu bile ürkütmüştü. Onu otogardan almaya gelen çok sevgili Mehmet amcası ile buradan geçmişti. İşte o anda âşık olmuştu bu şehre. Sonra yol iz bilmeden tekrar buraya bulmuş, bu banka oturup manzarayı izlemişti. Bu deniz, dalga sesleri içinde İstanbul aşkını depreştiriyordu. Şimdi yüzüne vuran bu rüzgâra ne kadar şükretse azdı. Uzun zamandır buraya gelmemişti. Pek fazla fırsatı olmuyordu. Küçük şeylerden mutlu olan biriydi. O yüzden ne zaman içi sıkılsa, hüzünlense buraya gelirdi. Kendisini etrafında koşuşturan insanların yerine koymayı severdi. Yan tarafında köpeğini gezdiren kokoş kadına baktı. 'Yaşlanınca onun gibi olsam ne komik olurdu' dedi içinden. Hicran kendi kendine konuşmayı da severdi. En azından muhabbeti iyiydi. Yaşlı kadın saçlarının ucunu yeşile boyamış ve bu sıcakta bir ton makyaj yapmıştı. Oldu olası makyaj yapmayı sevmezdi, aslında beceremezdi. Herhalde onun DNA’sında bu tarz meziyetler yoktu. Bu tarz el becerisi gerektiren konularda hiç iyi olmamıştı. Daha çok kitap okumayı, bir şeyler yazmayı, ders çalışmayı severdi. Test çözmek boş zamanlarda yaptığı aktivitelerdendi. Daha çocukken onun farklı biri olacağı belli oluyordu. Diğer çocuklar koşup oynamayı severken o oturup ders çalışırdı. Belki de bundandır Hicran biraz tombul bir kızdı. Ama pek takılmazdı. Netice de komşusu Şefika Teyze, Allah rahmet eylesin geçen sene vefat etmişti. Her zaman Hicran'a ‘Bir dirhem et bin ayıp örter kuzum’ derdi. Hicran diğer kadınlardan da farklıydı. Herkese saygılıydı ama kendi dış görünüşüyle oynamaktan hoşlanmıyordu. Sabit düşünceli biri değildi ama değişiklik yapmak onu biraz ürkütüyordu. Kendi konfor alanından pek fazla çıkmak istemezdi. Rüzgârda iyi ce kabaran saçlarını eliyle düzeltti. Kendisinde en çok saçlarını severdi. Zaten Şefika teyzesi de her zaman ‘Senin bu kıvırcıkları yolsak yastık çıkar’ der saçlarını okşardı. Çocukları ona bakmadığından Hicran'ı kendi çocuğu gibi görürdü. Hicran buraya her geldiğinde derin düşüncelere dalardı. Hep de geçmişi düşünürdü. Tüm dikkatini denizin eşsiz maviliğine verirdi. Tuhaf kızdı vesselam küçük bir çocuk gibi denize göz kırpar, rüzgârı yüzünde hissetmeyi severdi. Saçlarını dağıtmayı sevmese de rüzgârda dalgalanmasından hoşlanırdı. Biraz tuz, biraz yosun… Telefonunun birkaç kez titrediğini hissetti. İlla güzel manzarasını biri bozacaktı. ‘Kankacım’ diye kayıtlı birinden mesaj vardı. Bu kişi elbette Hicran'ın bir tanecik dostu, arkadaşı, kardeşi gibi olan Nisan’dı. Nöbetten gelmiş olmalıydı. ‘Hicran eve geldim, sen nerelerdesin. Uyuyorum deme bu saatteeeeeeeeeeeee’ Nisan haşarı küçük bir çocuk gibiydi. Onun çocuksuluğu, komikliği Hicran'ı her daim güldürürdü. Mesajı okuyup telefonu cebine attı. Saçını sabit tutmak için güneş gözlüklerini takması da nafileydi. Mübarek saç saç değil sanki sarmaşıktı. Hicran babacığı sevdiği için hiç saçlarını kestirmeyi düşünmemişti. Yeşilçam filmlerden dolayı İstanbul deyince aklına eski Türk filmlerinde gördüğü iki şey gelirdi. Biri ‘Seni yeneceğim İstanbul’ repliği diğeri de Orhan Veli’nin İstanbul'u Dinliyorum şiiri. “İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı, Önce hafiften bir rüzgâr esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda,” diye mırıldandı, hâlbuki hiç şiir sevmezdi. Nedensizce şiirler ona manasız gelirdi. Ama bu şiirin yeri onda ayrıdır. Ne çok seviyordu bu sahili, bu denizi, bu köprüyü, bu kuşları… Bir Bursa’lı olarak yeşile ne kadar âşıksa bir İstanbul’lu olarak maviye de o kadar âşıktı. Huzurunu bu seferde sert bir fren sesi bozdu. Kaza olduğunu düşündüğünden olsa gerek hemen arkasına baktı. Fren yapan cip yolun kenarında öylece duruyordu. Hoş deli kız hiç arabalardan anlamazdı, ona kalsa yüksek arabaların hepsi zaten cipti. Levent… Tekrar kafasını deniz manzarasına çevirdi. Yüzünün güneşten yandığını hissedebiliyordu. Çabuk kızarır, çabuk bronzlaşırdı. Bugünkü deniz keyfini illa birileri bozacaktı. Ki yine öyle oldu. Ama bu sefer huzuru sinirli bir genç adam tarafından bölündü. Takım elbise giymiş uzun boylu esmer bir adam telefonla konuşuyordu. Buna konuşmak denirse tabi! Sanki telefondaki insana bağırmak istiyor gibi gözüküyordu ama cümlelerini yutuyordu. Sonra birden genç adam telefonunu kapattı ve denizin serin sularına doğru fırlattı. Hicran dâhil o anda orada olanlar ona bakıp kalmıştı ama sonra hayat yeniden ilerlemeye başladı. Genç adam bir iki dakika sakinleşene kadar ayakta dikeldi, denize doğru baktı. Hoş onun manzarayı görecek hali yoktu. Pek bir sinirliydi. “Kötü bir gün mü?” dedi Hicran gözlerini kapatmış, nefes almaya çalışan adama doğru. “İsterseniz böyle gelin, denize düşmenizi hiç birimiz istemeyiz” Genç adam bir iki düşünür gibi oldu ama sonra bankın boşta kalan kısmına oturdu. Eliyle telefonunu arar gibi cebini yokladı. Ama demin denize fırlattığını çok geç olmadan hatırladı. “Sanırım onu arıyorsunuz” dedi Hicran gülerek. Denizi gösterdi. Genç adamda gülmeye başladı ama bu komik bulduğu için değil asabı bozulduğu içindi. Siyah saçlarını düzeltti. Bronzlaşmaya göre daha koyu bir tene sahipti. Yakışıklı bir çehresi vardı ama siyah gözlerinde bir sinirde saklıydı. Agresif hali çok belliydi. Belki de tabiatı böyleydi. Belki de anlık sinirinden dolayı yüzü bu kadar keskin gözüküyordu. “Hayat herkes için yolunda gitmiyor” dedi samimiyetten uzak bir tavırla. “Özür dilerim sizi de rahatsız etmek istemedim.” Hicran'ın nedensizce gülesi geldi, zaten yeterince rahatsız edilmişti. Ve böyle genç bir adamın hayatı ne derece yolunda gitmeyebilirdi ki. Kibarca gülümsedi. Tombiş yanakları olmasına rağmen gülünce iki yanağında da koca gamzeleri çıkıyordu. Genelde insanlar onun gamzelerini çok beğenirdi. “Hiç sorun değil, Hicran ben” “Bende Levent, Levent Hikmet Asrınoğlu” dedi genç adam elini uzatarak. Kısa bir tokalaşmaydı. Hicran'ın kısa tombiş parmakları adamın uzun elinin içinde kaybolur gibi oldu. “Hikmet’i hiç sorma dedemin ismi” “Bence güzel isim, pilot ismi gibi” dedi gülerek. Genç kızın pozitif hali Levent’i de güldürdü. Üstündeki siniri atması gerekiyordu. “Eee anlat bakalım, senin gibi bir adama telefon fırlattıracak olay neydi?” “Kusura bakma ama özel sorunlarımı tanımadığım insanlara anlatacak” dedi Levent kesin bir dille. Hicran bu lafa elbette bozulmuştu ama onu haklı da görüyordu. Netice oda kendi sorunlarını ona anlatacak değildi. Bileğindeki toka ile saçlarını topladı, rüzgâr kıvırcık saçlarını iyice kabartmaya başlamıştı. Levent’in bu ukala tavrını da pek umursamadı. Okuldaki onca ergenle uğraşınca bu ergen tavırları çok takmıyordu. “Aslında tanımadığın birine bir şey anlatmak daha kolay gelir. İnsan psikoloji ile ilgili eğitim almıştım. Genelde insanlar ki bu yetişkinler için geçerli, tanımadıklarını onları yargılamayacak insanlara sorunlarını anlattıklarında rahatlarlar. Belki de o yüzden para verip psikologa giderler” dedi Hicran ilgiyle ona bakarak. Genç adam gözlerini kaçıyordu. Bir şeyler saklamaya çalışan hali de hemen dikkatini çekmişti. “Psikologsunuz sanırım” dedi Levent dikkatle ve ukalaca. Gizlemeye çalışsa da aslında oda ne zamandır birileri ile konuşmak istiyordu. Sanki birileri onu dinlesin istiyordu, ama derdini kime anlatacağını bilmiyordu. “Hayır, öğretmenim ve bir sürü öğrencim var” dedi hüzünlenerek. Hüzünlenmişti çünkü bu hayattaki en sevdiği şey mesleğiydi. Ama onu bile layıkıyla yerine getiremiyordu. “Aslında vardı, çalıştığım özel okul işime son verdi. Daha az parayla çalışacak tarih öğretmeni bulmuşlar. Hâlbuki orayı çok seviyordum” Evet, Hicran atanamamış bir tarih öğretmeniydi. Okulunu okurken öğrencilerine kavuşacağı anı hayal ederek mezun olmuştu ama öyle kolay olmamıştı. Zaten yeni mezunken özel okullar bile yüzünüze bakmamıştı. Tecrüben yok demişler ama tecrübenin iş başında kazanılacağını bilmiyormuş gibi davranmışlardı. Özel okullarda tam bir keşmekeş ortamıydı. Müdür dediğiniz insanlar genelde eğitimci zihniyetinden çok tüccar edasındaydı. Bazen çok kızdığında da Hababam Sınıfından rahmetli Münir Özkul’un bir repliği ile onlara cevap vermek istiyordu. ‘Ben tüccar değilim eğitimciyim’ “Üzüldüm senin adına” dedi Levent. Gerçekten üzgün bir ifade takınmıştı yüzüne. “Bende de durumlar pek parlak değil ama seninki gibi de değil” Levent sonunda dökülmeye başlamıştı. Çoğu zaman tanımadığın birine bir şeyleri anlatmak daha kolaydır. Çünkü o insanı tekrar görmek zorunda kalmayacağın düşüncesi seni rahatlatır. Çünkü seni yargılamazlar, yargılasa bile önemli değildir. İnsanlar arkadaşlarından bazı sırlarını da bu yüzden saklarlar. Uygunsuz ilişkileri, aile sırlarını, bitmek bilmeyen sorunlarını onlara anlatacaklarına seanslarına tomarla para verip psikologlara anlatırlar. Çünkü bilirler, psikologlar asla sizin sırlarınızı başkalarına anlatamazlar. “Demin ki kaba tavrımdan dolayı özür dilerim. Sadece son bir haftadır hiçbir işim düz gitmiyor. Ve ben artık bir tartışmayı daha kaldıramayacağım” dedi Levent yenilmiş gözüküyordu. Sesinde anlatacağı şeylerden bezdiğini hissettiren bir tını gizliydi. Ama anlatsa mı anlatmasa mı çözememişti de. “Şöyle söyleyeyim, belki saçma gelecek ama annem evlenmemi istiyor. Ve bu konuda aşırı bir baskısı var. Belki direk evlenmemi değil ama evlilik ciddiyetinde bir ilişkim olmasını istiyor” Hicran’a gerçekten komik gelmişti. Hiç evlenmesini istedi diye bir insan telefonunu denize fırlatır mıydı? Ya da neden evlenmemek için diretirdi. Bu onun hiç anlayamayacağı bir şeydi. Çünkü babası ona hiç baskı kurmamıştı. Hatta çocukken ‘Seni evlendirmeyeceğim biliyorsun değil mi? Ben bir başına ne yaparım sensiz’ der onu evlendirmeyeceğinden bahsederdi. Hicran kibarca gülümsedi. Aslında kahkaha atmak istiyordu. Kendisinin içinden çıkamadığı sorunları düşününce Levent’in durumu komik gelmişti. “Evlenmemi istemesinin aslında daha büyük bir sebebi var” dedi Levent denize doğru bakarak. Derin bir iç çekti. “Eğer evlenmezsem ya da dedemi kandıramazsam annemin çok sevdiği evi hiç sevmediği ablasına kalacak” “Anlamadım?” dedi Hicran. Üç bilinmeyenli denklem gibiydi bu cümle. Levent’in ne demeye çalıştığını anlayamamıştı. Ama komik de gelmişti. İnsanlar evlenmek için şartlara ve mecburiyetlere karşı geliyordu. Ne vardı yani evlenmese? Neden gençleri saçma manasız evlilik konuları ile zehirliyorlardı?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD