3 bölüm

1448 Words
'Ben koca kızım, İstanbul'da kendi ayaklarımın üstünde duracağım' Nisan... Bir sinir eve gelene kadar ne düşüneceğini bile bilememişti. Apartmandan içeri girdiğinde derin bir nefes aldı. "Sakin olmalıyım" dedi kendi kendisine. İnsanlara kızmakla ömrü geçmişti. Kırk yılda bir dosdoğru bir adamla tanıştığını sanmıştı ama o da saçma salak bir şey teklif etmişti. Zaten eve ulaştığında da neredeyse akşam olmak üzereydi. Fatih taraflarında bir apartman dairesinde babası Cemal ile birlikte yaşıyordu. Daha doğrusu babası hastanede kalmadan önce yaşıyorlardı. Bir süredir bu boş evde tek başınaydı. Çok da eski olmayan daire okuduğu fakülteye de yakındı. Zaten sırf İstanbul'da trafikte ziyan olmamak için buradan ev almışlardı. 2+1 olsa da bekar evi gibi bir hali vardı. Mutfağıyla birleşik bir salonu, küçük bir giriş koridoru ve iki ufak odası... Küçük de olsa bu ev onun yuvasıydı. Çok sevgili babacığı Cemal kaptan ile yaşıyordu. Babası emekli bir devlet memuruydu. Temizlik işlerinde çalışıyor olmasına rağmen bir dönem kurumun servis şoförlüğünü yaptığından herkes ona kaptan diye hitap ederdi. Cemal kaptan araba kullanmasıyla meşhur bir adam olduğundan böyle bir lakabı vardı. Doğma büyüme Bursa'lı olan Cemal kaptanın hayatı pek de parlak değildi. En azından çocukluk zamanları... Hicran memleketi olarak doğduğu büyüdüğü Bursa'yı görse de aslen babasının ailesini tanımıyordu. Çünkü babasını da ailesini bilmiyordu. Anne ve babası yetimhane de büyümüş iki yetim çocuktu. Kim bilir nereden getirilmişlerdi ve orada büyümüşlerdi. Cemal kaptan kendi halinde kimseciklere zararı olmayan bir adamdı. Ne ailesini nede herhangi bir akrabasını tanıyordu. Hem yetim hem de öksüz büyümüş, yetimhanelerde kalmıştı. Devletin yetiştirme yurdunda kalan çocuklara özel olarak açtığı bir kadro ile temizlikçi olarak işe girmişti. Hicran'ın annesi ile de bu şekilde tanışıyorlardı. İki kimsesiz çocuk birbirlerine can olmuşlardı. Ta ki kızları doğana kadar... Ama hayat pek yüzlerine gülmemişti. Hicran çocuk yaşta kaybettiği annesinden sonra babasını da kaybetmekle karşı karşıyaydı. Eve gelmeden önce biraz alışveriş yapmıştı. Tek sahip olduğu arkadaşına yemek hazırlayacaktı. Elindeki poşetleri mutfak tezgâhına bıraktı. Nisan'a Rus salatası yapmak için turşu, garnitür, mayonez almıştı. Hicran: "Kankacım akşam kaç gibi gelirsin?" Nisan: "Sanırım yedi gibi evde olurum? Ne o bana yemek mi yapıyorsun?" Hicran: "Rus salatası var kankacım" Nisan: "I love you so muchhhhhhhh. XOXO" Nisan deli dolu bir kızdı. Hicran'ın içindeki çocuk ruhunu besliyordu. Komikti, eğlenceliydi, onun en büyük desteğiydi. Hicran'ın babasının yattığı hastanede hemşire olarak çalışıyordu. Hicran'ın babası yıllardır beynindeki tümör ile baş etmeye çalışıyordu. Zamanla büyüyen ve ona dayanılmaz ağrılar çektiren bir tümörle... Hicran'ın okulunun ikinci senesinde ortaya çıkan hastalık yıllardır peşlerini bırakmamıştı. Ameliyat edilmesi tehlikeli bölgede olduğu için ilaç tedavisi uygulansa da yıllar geçtikçe ağır geliyordu. Hicran hastalığı öğrendiği dönemde zaten bir enkaz haldeydi. Okuluna iki sene gibi bir ara vermek zorunda kalmıştı. Cemal kaptan bir süredir yoğun bakımdaydı. Tümör kanama yapmaya başlamış, büyüme süreci hızlandığı için yoğun bakıma almışlardı. Ve son çare ameliyattı. Hicran'ın hastaneye girmesi yasaktı çünkü çok sevgili Mehmet amcası onu hastaneye almıyordu. Mehmet amca diye bahsettiği kişi de ünlü Beyin Cerrahi Mehmet Karayılan'dı. Babasının yetimhaneden arkadaşıydı. Cemal kaptan onun için 'Memo pek şanslıydı. Onu evlat edinen aile pek zengindi' derdi. Evlat edinen ailenin yardımlarıyla okumuş, ünlü bir beyin cerrahı olmuştu. Vefalı bir dostlukları vardı. Hicran okulu kazandığında onu otogardan alan, yurda yerleştiren hem Mehmet amcasıydı. Çok hakikatli bir insandı. Zamanında birbirlerine destek olmuşken arkadaşının kızına da destek olmuştu. Hatta öyle vefalı bir dosttu ki özel hastanede çalışmasına rağmen yıllar boyu süren tedavinin masraflarını bir şekilde hastaneye karşılatmıştı. O gecenin devamında Hicran yine kendisini hastane koridorunda buldu. Babasının durumuyla ilgili bir sıkıntı vardı ve Nisan'la beraber hastaneye gitmişlerdi. Tanıdık bir andı bu. Ömrünün son dört yılı böyle geçmişti. Babası rahatsızlanır, hastaneye giderlerdi. İki gece yatar sonrada evlerine dönerlerdi. Ama artık böyle değildi. Babası neredeyse üç aydır komadaydı ve Hicran onu sadece camın arkasından görebiliyordu. O gece yoğun bakım ünitesinin önünde duvara yaslanmış ağlamıştı. Ağlamak hiçbir şeye çözüm değildi ama gösterebileceği tek insani tepki buydu. Üzülüyordu ama yıkılmamaya çalışıyordu. Ne zaman iyileşeceğini merak ediyordu. Ne zaman uyanacaktı? Ne zaman kızım diye saçlarını okşayacaktı? Ya babası da giderse o zaman bu koca hayatta nasıl bir başına kalırdı? Nisan hemen yanı başında ona bakıyordu. Dün geceden beri nöbetteydi ve daha bir saat bile olmadan hastaneye geri dönmüştü. İri kocaman mavi gözleri, minik bir burnu vardı. Yüzü de kaşık kadar denir ya öyleydi. Oyuncak bebeğe benziyordu. Minyon, ufak tefek, açık kahverengi uzun saçları vardı. Hicran'ın bir tanecik kankası, yol arkadaşı, ahretliği Nisan'dı. İki kız kapı komşusuydu, aynı apartmanda karşılıklı dairelerde yaşıyorlardı. Hicran onun için her zaman 'Bu hayatta tanıyabileceğiniz en mükemmel, en komik, en sevecen insandır' derdi. Ufak tefek oluşu, sinirlenince bile gülermiş gibi çıkan ses tonu, yardıma ihtiyacınız olduğunda iki eli kanda olsa bile yanınıza koşuşu... Nisan bu hayatta bir insanın sahip olabileceği en özel arkadaştı. Hicran ne yazık ki tek çocuktu. Kardeşi olmamıştı ve tüm eğitim hayatı boyunca kardeşi olanlara özenmişti. Nisan onun için tıpkı bir kardeşti. Beraber geziyorlar, yemek yapıyorlar, sabaha kadar film izliyorlar, erkekleri daha çok Nisan'ın âşık olduğu erkekleri çekiştiriyorlardı. Nisan komik olduğu kadar ani karar vermesiyle de meşhur biriydi. Okulunu bitirdiğinde ailesine 'Ben koca kızım, İstanbul'da kendi ayaklarımın üstünde duracağım' diye trip atmış, sonrada iş bulamadığından bavuluyla sokakta kalmıştı. Hicran'ın aracılığıyla da Mehmet amcasının çalıştığı hastaneye işe girmişti. Elbette bunda Nisan'ın çalışma azmi önemliydi. Çünkü Doktor Mehmet Bey onda bu azmi görerek, kefil olup işe aldırmıştı. Nisan'ın kalabalık bir ailesi olmasına rağmen Hicran gibi İstanbul'da bir başınaydı. Onlar birbirinin hem en yakını hem de ailesi gibi olmuştu. Nisan ona babasının hastalığının evrelerinde yardım ediyordu. Bir süre sonra Hicran'ın kahramanı, Mehmet amcası geldi. Doktor Mehmet Karayılan ismini bile duymak yeterdi. Branşında uzman olması sebebiyle yurt dışından bile hastaları gelirdi. Hicran bu adamı öz amcası gibi görür, öyle sözünü dinlerdi. Yoksa kimse onu bu camın önünden ayıramazdı. Ama Mehmet amcasına karşı olan saygısı onu bunu yapmaktan alı koyuyordu. Doktoru gördüğü anda koşup sarıldı, sonrada ağlamaya başladı. "Mehmet amca ne oldu? Kimse bir şey söylemiyor. Doğruyu söyle durumu ne kadar kötü?" "Hicran sakin ol kızım, babanın durumunu zaten biliyorsun. Beynindeki tümör büyümeye devam ediyor. Ve artık baban iyice yaşlandı. Bu büyümeyi kaldıramıyor" dedi yoğun bakımın camından bakarak "Artık tek çaremiz tümörü almak, en azından büyümeye devam eden kısmını almak" "Hocam tehlikeli demiştiniz" dedi Nisan, bir yandan da arkadaşını teselli etmeye çalışıyordu. "Yaşama süresi ameliyatsız daha uzun olur demiştiniz" "O zamanlar öyleydi ancak Cemal'in yaşını hesaba katınca bu ona ağır geliyor. Acil ameliyat olması lazım ama artık bunu hastane bütçesinden sağlatamam. Hicran ameliyat için 120,000 TL gerekiyor. Geri masrafları, yatış işlemlerini ben hallederim ama o parayı bulamazsak hastane yönetimini ameliyata ikna edemem" Sanki başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. O kadar parayı nasıl bulurdu? Ya ameliyat? Riskli değil miydi? Yavaşça en yakındaki koltuğa yöneldi. Oturdu, karşımda duvara asılı saate baktı. Başı dönüyordu. Gecenin üçü olmuştu. Yorgun hissediyordu, sanki bayılacaktı. "Hicran iyi misin canım? Bak istersen seni dinlenme odasına götüreyim" dedi Nisan. Ama ses çok uzaktan geliyordu. Duyuyordu ama sanki duymuyordu da. "Ben o parayı nereden bulurum? Nasıl bulurum?" dedi mırıldanarak. Bir işi bile yoktu. Hiç parası yoktu. Sadece evi vardı. Maddi bir varlığı yoktu. "Kredi çekelim, babanın sana verdiği vekâlet vardı. Banka illa ki verir" dedi Nisan bir umut. Ama unuttuğu bir şey vardı. Zaten babasının emekli maaşı ev kredisine kesiliyordu. Bursa'daki evlerini satıp İstanbul'dan bir ev almışlardı. Sanki o zamanlar bile bir daha Bursa'ya dönemeyecekleri biliyorlardı. Hicran öyle donup kalmıştı, mantıklı düşünemiyordu. O gece sabaha kadar o koltukta oturdu. Nisan'da diğer tarafta sızmıştı. Hicran ne kadar git uyu dese de Nisan'ın onu yalnız bırakmamak gibi bir huyu vardı. Sabah olduğunda Nisan ile birlikte hastane yönetimi ile konuşmayı gitti ama yönetim hiçbir şekilde yardımcı olamayacaklarını söylemişti. Hicran onlara suç bulamıyordu. Yıllardır burada tedaviler sürmüştü ve hastane yönetimi iyi niyetleri göstererek mağdur insanlar için ayırdıkları bütçeden ödemeleri karşılaşmıştı. Artık gerçek manada çaresizdi. Belki de hastalığı öğrendiğinde bile kendisini bu kadar çaresiz hissetmemişti. Babasının ameliyatı için gerekli parayı nereden bulacağını bilmiyordu. Çalışmıyordu, birikimi yoktu. Borç alabileceği hiç kimsesi, akrabası bile yoktu. Nisan'la birlikte eve gitmek için hastaneden çıkacaklardı. Son kez babasına dönüp baktı, içinde kötü bir his vardı. Kötü bir şeyler olacaktı. 'Ya bu babamı son görüşümse dedi?' içinden. İç sesini bile duyacak hali kalmamıştı. 'Ya onu kurtaramazsam? Hayatta sahip olduğum tek aile o' "Senle kalmamı ister misin?" dedi Nisan evin kapısını açarken "Yalnız kalmak istemezsen, senle otururum tüm gün" "İyiyim bunu da atlatacağız eminim. Hem sende çok yoruldun" dedin Hicran arkadaşına sarılarak. Nisan her daim yanındaydı. Asla onu bir başına bırakmazdı. "Yanımda olduğun için teşekkür ederim. Seni çok seviyorum" Hicran yalnız ama bir o kadarda sevgi dolu büyüyen bir çocuktu. Babası onu her zaman sevmişti. Ve sevgisini de her daim göstermişti. Annesiz oluşunu hissettirmemek için iki kişilik sevmişti. O yüzden Hicran'da insanlara onları sevdiğini söylemeyi seviyordu. İçeri girdiğinde ev gözüne daha bir boş gözüktü. Bugün sanki babasını kaybetmiş gibi hissetti. Sanki ellerinden kayıp gitmişti. Babası olmayınca buranın bir önemi kalmamıştı. Dört duvarı olan bir yapıydı sadece. İçinde babası yokken ev bile denmezdi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD