4. Bölüm “Çok Fakirsin Çok”
Elif Zehra
Eve dönerken elim kolum doluydu. Torbaların sapları bileklerime gömülmüş, her adımda tenimi acıtıyordu ama yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. Muhteşem bir alışveriş yapmıştım. Hem mutfak alışverişini halletmiş, hem de kendime ve Ceylan’a birkaç kıyafet almıştım. Bir kaç dediysem abartmış da olabilirim. Ne de olsa akşam ağır misafirlerim olacaktı.
Kapıyı zorla açıp içeri girdim. Ayakkabılarımın altına karışan soğuk sokak havası yerini evin ılık, sessiz kokusuna bıraktı.
Oturma odasına geçince Ceylan’ı kanepede, dizlerinin üstünde laptopu açık hâlde buldum. Gözlüğünü ucundan tutmuş, kaşlarını çatmış… dersleriyle boğuştuğu her hâlinden belliydi.
“Yardım et kız, kolum koptu!” dedim nefesimi toparlayarak.
Ceylan başını kaldırdı. Gözleri torbalara odaklanınca bir anda irkildi.
“Oha! Bu kadar parayı nereden buldun? Banka mı soydun kızım?”
Kahkahamı tutamadım. Torbaları mutfağın tezgâhına bırakırken keyifle mırıldandım:
“Banka soymadım ama kredi kartı patlattım.”
“Kimin kredi kartı?” diye sordu Ceylan, gözlüklerini alnına iterek. Sesindeki şaşkınlık saf değil, panik karışımıydı.
Geri dönüp ona baktım, dudaklarımda şeytani bir gülümseme belirdi.
“Karan’ın.”
Ceylan’a sanki kafasına soğuk su dökülmüş gibi bir hâl geldi.
“İnanmıyorum sana!”
“İnan, inan,” dedim elimi sallayarak. “Hadi gel torbaları boşaltalım.”
“Ama öğrenirse çok fena olacak, haberin olsun.”
Omuz silktim.
“Boşver. En azından neredeyse iki aylık alışverişi yaptım. Yatacak olan parayla da bol bol gezeriz seninle.”
Ceylan kahkaha attı, biraz da sinirden olabilir.
“Akşam eğlence var desene!”
“Hem de nasıl…” dedim torbaların içinden makarnaları çıkarırken. “Karan ve Ruhab da geliyor.”
Ceylan ellerini havaya kaldırdı.
“Ruhan neden geliyor ya?!”
“Sakin ol,” dedim kıkırdayarak. “Gelsin… Elleme. Karan onun yanında fazla atarlanamaz. En azından utanır.”
Ceylan başını iki yana salladı, o meşhur kabulleniş bakışını takındı.
“Neyse… Hadi bakalım. Bugünün şerefine bir şey demiyorum.”
Torbaları boşaltırken içimde, akşama dair küçük ama tatlı bir heyecan kıpırdanıyordu.
Karan sinir olacaktı. Ben de bunu izleyecektim.
Bir genç kız için bundan daha güzel eğlence var mıydı?
Ceylan’la birlikte paketleri boşaltıp açık dolaplara yerleştiriyorduk. Her poşetin içinden çıkan yeni bir şey, Ceylan’ın yüzünde ayrı bir şaşkınlık ve sevinç patlaması yaratıyordu.
“Kızım harikasın!” diye çığlık attı sonunda.
Gülerek elindeki makarnayı aldı, sonra meyve paketlerini dizdi. Mutfak kısa sürede market reyonu gibi dolmuştu. Ama asıl sahne alışverişin ikinci perdesinde yaşandı. Kıyafetlere geçtiğimizde, Ceylan bir poşeti açtı, sonra diğerini… Gözlerinin içi birden parladı.
“Yemin ederim bunun için para biriktiriyordum!” diyerek boynuma sarıldı.
Kollarını omzumdan ayırmadan fısıldadım:
“Biliyorum kızım. En yakın arkadaşın benim.”
Ceylan elini kalbine koydu.
“Teşekkür ederim.”
Ben de başımı çevirip kahkaha attım.
“Bana değil, Karan’a teşekkür et.”
Aldığımız kıyafetleri sırayla deneyip birbirimize övgüler yağdırmaya başladık. Ayaklarımızın altında poşetler, kanepeye yığılmış etiketli pantolonlar, bluzlar… Aynanın karşısında dönüp duruyorduk. Birimiz sahneye çıkacakmış gibi, diğerimiz kuliste onu alkışlıyormuş gibi.
Karan’ın nerede çalıştığını, ne kadar maaş aldığını zerre bilmiyordum ama kartı harca harca tüketememiştim. Son damlasına kadar harcamıştım. Kartın kalan bakiyesi değil, belki kartın onuru bile eksiye düşmüş olabilirdi.
Bugüne kadar bana yaptıklarının cezası olsun, dedim kendi kendime.
Hele ki bugün… O kızla otururken gördüğüm an içimdeki sabır ipi kopmuştu. Gözüm dönmüştü. Kendime bir söz verdim:
Bir daha onu başka bir kızla görürsem…
İlk bulduğum vazo mu olur, sandalye mi olur, menü defteri mi olur… fark etmezdi.
Elime geçen ne varsa kafasına geçirecektim.
O kadar hırs yapmıştım.
Ortalığı hızla toparlayıp mutfağa koştum. Masanın üstü, tezgâh, buzdolabı… her şey kısa sürede savaş alanından profesyonel bir mutfağa dönüşmeliydi. Bugün mükemmel bir sofra hazırlayacaktım; Karan ve Ruhan sıradan bir akşam yemeğine geliyormuş gibi değil, unutulmayacak bir davete geldiklerini hissetmeliydiler.
Telefonu elime alıp internetteki tarifleri karıştırdım. Gözüme Antep yöresine ait nefis bir tava düştü. Kalın doğranmış sebzeler, etin o ağır kokusu, tepside birleşen yağın parıltısı… İşte tam aradığım şov.
Malzemeleri hazırladım; tepsiye yerleştirirken içimde garip bir gurur yükseldi. Sanki mutfağın kraliçesiydim.
Tava fırına girince sırada pilav vardı. Körfezden toplanmış beyaz kumlar gibi tane tane, hafif tereyağlı… Ardından mis gibi kokan bir çorba, bol limonlu ve soslu salata. Sofra yavaş yavaş yemek değil, meydan okuma haline geliyordu.
En son meyve tabağına geçtim. Renk cümbüşü… Mor incirler, nar taneleri, altın sarısı ananas dilimleri, elma, çilek, hatta egzotik bir iki çeşit daha.
Bu meyveler benden bile zengindi.
Tablo gibi duran tabağın fotoğrafını çekip anneme gönderdim:
“Kızın bugün ziyafet veriyor.”
Sonra sırayı Mizgin ablama verdim. Fotoğrafları atarken gülümsedim. Bu sofrada onun payı vardı. Bana verdiği taktikler, indirim tüyoları… Hepsi işe yaratmıştı. Ve Tabiki Karan’ın kart şifresi.
“Sayende oldu.” diye not düştüm.
Tek eksik tatlıydı. Menünün ağır havasını dengeleyecek hafif bir şey lazımdı. İnternetten bulduğum sütlü spangle tam oydu. Hazırlarken karıştırıcının sesi bile huzur veriyordu; süt kremayla birleşti, kıvam aldı, soğuması için dolaba kaldırdım.
Son hamle bendim.
Duş aldım, saçlarımı topladım. Aynanın karşısında durup kendimi süzdüm. Hafif ama etkileyici bir makyaj… Gözlerimin derinliğini çıkaran yoğun kahve far, ince eyeliner.
Sonra gardıroptan yeni kıyafetimi çıkardım.
Siyah, askılı, boydan bir elbise.
Tril tril akan kumaşı, tenimde saten gibi kayıyordu. Omuzlarımı ortaya çıkaran kesimi, belimi saran ince formu… Kendime bakarken dudak kenarlarım istemsizce yukarı kıvrıldı.
Aynadan göz kırptım:
“Bakalım Karan Bey’imiz gözlerini benden alabilecek mi?”
Ceylan da hazırdı. İkimiz de ayna karşısında bir süre kendimize baktık; gerçekten göz kamaştırıyorduk. Evin sessizliğini delen kapı zili çaldığında ikimiz de yerimizden sıçradık. Ben hemen salona geçip kapıya yöneldim, arkamdan sırıtan Ceylan’ın sesi kulağıma saplandı:
“Koş koş… kocan geldi.”
Kaşlarımı çatıp ona sert bir bakış fırlattım ama kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. Karan’ın ilk bakışı… İşte o an, benim için her şeyden önemliydi. Sonrasında istediği kadar laf sokabilir, alay edebilir; ama o ilk anın dürüstlüğünü saklayamazdı. İnsanlar bakışlarını tutamazdı.
Kapı koluna uzanmadan önce derin bir nefes aldım. Parmak uçlarım titriyordu. Kapıyı açtım.
Karan karşımda duruyordu. Gözünde güneş gözlüğü, omuzlarında siyah deri mont… Yürüdüğü her karış toprağı kendine ait sanan o özgüvenli duruşu yine üzerindeydi. Başını kaldırıp gözlük camlarının ardından bana baktı.
Saniye uzadı.
Gözlüğünü yavaşça yukarı itip çıkarırken bakışları üzerimde dolaştı. Sanki beni baştan aşağı süzerken her santimi hafızasına kazıyordu. Çenesini hafifçe kaldırdı; gözlerinde o tanıdık, yakıcı kıvılcım…
O an içimden zafer çığlığı yükseldi:
“Evet kızım… başardın.”
Ondan sonra ağzından çıkacak hiçbir kelimenin önemi yoktu.
Karan sessizliğini korurken arkasından Ruhan belirdi. Beni görünce önce bir an durdu, sonra dudaklarından alaycı bir ıslık çıktı.
“Vay… güzellik. Bu ne hâl?”
Gülümsedim, çenem havalı bir şekilde yukarı kalktı.
“Teşekkür ederim. İlk iltifatımı da aldım.”
Ruhan kahkaha attı. Karan ise hâlâ tek kelime etmiyor, yalnızca bakıyordu. O bakış… dalga geçmek yerine beni inceleyip durması karanlık ve ürkütücü bir sessizlik.
“Haydi içeri gelin, yemekler hazır.” dedim, usulca geri çekilerek.
Karan kapı eşiğinde durdu, sesi hafif kısık ve umursamazdı:
“Yemek hazır mı? İlk defa benim için özel yapılmış bir yemek.”
Gözlerimi devirdim.
“Senin için özel değil, kendimize özel. Sen geleceğim dedin diye… Bir de Ruhan’ın hatırı var tabii.”
Ruhan hemen lafa girdi:
“Teşekkür ederim, bari biri değerimi biliyor.”
İçeri girdiklerinde evin sıcaklığı üzerlerine çullandı. Oturma odasına yöneldiler. Ruhan’ın gözleri Ceylan’a takıldı, kızın elbisesini gördüğü anda adeta dili tutuldu. Ceylan başını hafif yana eğip gülümsedi; adamın şaşkınlığından hoşlanmış gibiydi.
Karan ise hâlâ tek kelime etmiyordu. Bu sessizlik, alıştığım iğneleyici tavrından çok daha tehlikeliydi. Normalde çoktan beni tiye almış, kıyafetime bir yorum yapmış olurdu.
Şimdi ise yalnızca bakıyordu.
Beni, etrafı, sonra yeniden beni…
Acaba kafasının içinde neler dönüyordu?
Keşke insanların zihnini okuyabilme yeteneğim olsaydı. Çünkü Karan’ın sessizliği, kelimelerinden çok daha fazla şey söylüyordu.
Karan
Kapı aralanırken, kalbim tek bir vuruşluk boşluğa düştü. Ses yok… Dünya yok… Sadece o.
Ceylan’ın kahkaha kırıntıları bile kulaklarımın dışına sürüldü. Her şeyi susturan bir görüntüydü bu.
Karşımda duran kadın, tanıdığım kadından daha tehlikeliydi.
Omuzlarını üzerinden süzülen, saçlarının arasında ateş taşıyan bir kraliçeydi.
Ve ben… ben yıllardır gölgede büyümüş bir adamdım. Böyle bir ışığın gözlerimi yakacağını hiç hesap etmemiştim.
Gözlüklerimin arkasına saklandığımı sanıyordum. Oysa gözlerim, sahibinden kaçmayı çoktan unutmuştu.
Kahrolası bakışlarım onu baştan aşağı dolaşırken içimdeki her kıvılcım tek bir gerçeğe çarpıyordu:
"Bu kadını ezemezsin, bu kadına hükmedemezsin. Onu ya kazanırsın… ya da o seni yok eder."
Ruhan’ın sesini duydum, ama kelimeler sadece gürültüydü.
Islık, laf, şaka… hiçbirinin anlamı yoktu.
Ben yalnızca onu izliyordum. Elbisesinin kıvrımlarında saklanan özgüvenini, çenesinin çizgisinde duran meydan okumasını…
Ve bak: gözleri bana, benim bütün hayatıma kafa tutuyordu.
O an fark ettim…
Dalga geçmek kolaydı. Çenemi açıp onunla uğraşmak, o güzel güvenini bozmaya çalışmak…
Ama önümde dalga geçilecek biri değil, diz çöktürmek yerine insanı dizlerinin üzerine düşüren biri duruyordu.
Ve işin en kötüsü…
Ben düşmenin nasıl bir his olduğunu çok iyi biliyordum.
İçeri adım atmamla birlikte mis gibi kokular evi doldurmuştu. Bu evde sadece yemek pişmemiş; özen kokuyordu.
Elif belli ki saatlerce uğraşmıştı. Masanın dizilişinden, bardakların duruşuna kadar her şey “ben hazırladım” diye bağırıyordu.
Bir kadın isterse bir akşamı mahveder, isterse kraliyet sofrasına çevirir. Elif ikincisini seçmişti.
Sessizce sandalyeye yerleştim. Normalde ağzım açılır, iğnelemeler havada uçuşur, kahkaha kopartırdım.
Ama kafamın içinde çiviler vardı sanki.
Birileri sabahın köründe kafamın içine çekiçle girip hala çıkmamış gibiydi.
Ağrı izin vermiyordu şova.
Yemekten sonra kanepeye yayıldık.
Erkeklerin oturduğu değil, erkeklerin hüküm sürdüğü köşeyi seçtim ben.
Doğrudan değil; uzaktan bakmayı severim. Avı yakından değil, mesafeden çözersin.
Elif yine kayboldu, sonra elinde öyle bir meyve tabağıyla geldi ki…
Sadece meyve değil; bir meydan okuma, bir iddia, “bu evi ben kurarım” mesajı.
Çerezler, içecekler, kokteyl gibi bir salon hazırlığı.
Tam o sırada gözüm ona takıldı: bu kız.
Sabah kafede bana ağlıyordu “param yok, hayat bitirdi beni” diye.
Şimdi oturuşu başka, gülüşü başka…
Sanki biri gelip cebine birkaç aylık maaşı doldurmuş gibi.
Bardak elinden kayıp masaya kondu.
Tırnakları yeni yapılmış… bileğinde de yabancı durmayan bir bileklik.
Sabah yoktu.
Gözlerimi kısmadan izledim.
Bir insan fakirlikten şikâyet edip akşamına ışıldıyorsa,
ya talihini bulmuştur… ya da birini.
Gülümsedim. Dışarıdan değil, içeriden.
Avın kokusunu yeni alan kurt gibi.
Bu kıza… bir yerden para akıyor.
Peki hangi kapıdan?
Meyvenin şekerli suyu dilime yayıldıkça gözlerim kısıldı. Bir parça daha alıp ağzıma attım, sonra Elif’e döndüm.
“Hani senin paran yoktu?” dedim, sesim rahat ama sözlerim keskin.
“Sabah bana dert yanıyordun. Ne yaptın? Banka mı soydun?”
Elif, sanki bu anı saatlerdir bekliyormuş gibi başını hafif yana eğdi. Dudak kenarında sinsice bir kıvrım.
“Banka soymadım.” dedi sakince, gözleriyle beni tartarak.
“Sadece… kredi kartı patlattım.”
Meyve tabağındaki çatal elimde dondu. Kaşlarım milim milim yükseldi.
“Ne?” dedim önce. Sonra tonum bir oktav düştü.
“…Benim kredi kartım mı?”
Elif gözlerini kısarak, sanki gizli bir güç elde etmiş bir kraliçe gibi sırıtıyordu.
“Ne, ne yaptın?” diye tekrar ettim, gerçek anlamda şaşkındım.
“Benim kredi kartımı mı patlattın?”
O anın tadını çıkarır gibi geriye yaslandı.
“Şifreni nasıl öğrendin?” dedim, merak değil… daha çok tehditvari bir sabır vardı sesimde.
Elif parmağını dudaklarına götürdü, hafifçe dokundu.
“O kısmı söyleyemem.”
Gözleri parladı.
“Söz verdim.”
Salon bir anda sessizleşti. Ne televizyon sesi, ne müzik… sadece Ceylan’ın nefesi.
Elif rahatça devam etti:
“Ama bundan sonra çapkınlık yapacak paran bile kalmamış olabilir.”
Omuz silkti.
“Fakir bir adam olarak hayatına devam edebilirsin Karaaaan.”
Ceylan boğazını tutarak kahkahayı yutmaya çalıştı. Ruhan’ın gözleri kocaman açıldı, sanki biri az önce bir arabayı balkona çıkarmış gibi.
Ben sadece başımı salladım, sakin, huzurlu bir katil gibi.
“Canın sağ olsun, Elif’ciğim.” dedim.
Sesim yumuşaktı ama mesajım değildi.
“İstemen yeterliydi. Ben zaten teklif etmiştim.”
Bir dilim çileği parmaklarımla alıp ağzıma attım.
“Böyle bir hazırlık yapacağını bilsem tüm banka kartlarımı sana verirdim.”
Bakışlarımı onun gözlerinde tuttum.
“Şifreleriyle birlikte.”
Bir an duraksadım, gülümseme dudak kenarımdan yavaşça yükseldi.
“Umarım hayatta kalacak kadar bir meblağ bırakmışsındır bana.”
Ceylan artık kahkahayı patlatmıştı.
Ruhan, Elif’e bakıp “Sen tam bir belasın.” diye fısıldadı.
Ama ben…
Ben sadece geri yaslandım ve onu izledim.
Bu kız ateşle oynuyor.
Ve ben ateşi söndürmem.
Onu kül ederim.
Elif’in o derin bakışlarında kaybolmuştum. Meyveyi yerken elim otomatik hareket ediyordu ama aklımdan geçenler çok daha karanlık, çok daha tehlikeliydi.
Bu kız şu an kafamın içini görebilse… karşımda böyle gevşek gevşek gülmezdi.
Rahat bir tavırla sırtımı koltuğa yasladım, kolumu genişçe uzattım.
“Madem benim kredi kartımı patlattın, bu ay size yük olacağım.” dedim.
Sesim sakindi ama bakışlarım Elif’in üzerinde sabitlenmişti.
“Belki burada da kalırım.”
Ruhan hemen atladı, koltuğun kenarına oturup dizlerini yaydı.
“Kusura bakma aga,” dedi kahkahayla,
“Sen nereye ben oraya. Sen buradaysan ben de buradayım. Anlaşmamız öyleydi.”
Elimi salladım.
“Tamam, tamam… kısa kes.”
Gözlerimi Elif’e diktim.
“Sadece yemek ve kahvaltıda burada oluruz o zaman. Bir ay boyunca bütün yeme içmemiz… Elif Hanım’dan.”
Elif’in yüzü düşerken, gözlerindeki rahatlık gerginliğe dönüştü.
“Saçmalamayın! Herkes evinde yesin içsin.” diye homurdandı.
Sesinde panik vardı; belli ki kredi kartının limitini hatırlamıştı.
Biz böyle atışırken, Ceylan kucağındaki bardağı dizlerine koydu, derin bir nefes aldı.
“Off ya…” dedi iç çekerek.
“Benim ne zaman böyle zengin, 1.80 boylarında, karizmatik bir sevgilim olacak? Ayağımın altına bütün hediyeleri serecek. Para harcarken asla düşünmeyeceğim… Az harcadım diye bana kızan bir sevgili! Hayali bile güzel.”
Bir an durdu sonra ciddiyetle devam etti:
“Bana böyle bir sevgili bulsak Elif, yemin ederim hepinizi ihya ederim.”
Elif kahkahayı patlattı, gözleri parlıyordu.
“Kızım, şimdi sipariş versek on yıl sonra bile gelmez böyle bir sevgili.” dedi.
“O yüzden olacak şeylerin hayalini kur.”
Ceylan da kahkaha attı, dalga geçen bakışlarla Elif’e dönüp:
“Senin gibi mi?” diye sordu.
Tam o anda Elif’e baktım. Göz göze gelip milisaniyelik bir sessizliğe gömüldük.
Bakışlarında hem meydan okuma vardı hem de sakladığı bir sır.
Gözlerimi kısmadan edemedim.
“Ne yani?” dedim alaycı bir tebessümle.
“Elif… hayalin mi var? Kimi hayal ediyorsun?”
Bir adım öne eğildim.
“Söyle de bilelim… Tanıdık çevredense önceden imha edelim.”
Soruyu Elif’e sormuştum ama o az önceki özgüveninden eser kalmamış bir şekilde süt dökmüş kedi gibi kıvrılıp susmayı tercih etti. Üstüne saldığım ateşten kaçmıştı adeta.
Tam o an Ruhan’ın yüzündeki ifade değişti; kalbi görünür şekilde daralmıştı. Sanki içindeki tüm ışık bir anda sönmüştü.
“Ben balkonda bir sigara molası vereceğim.” dedi kısık bir sesle.
Konuşurken bile Ceylan’a bakmamaya özen gösteriyor, gözlerini kaçırıyordu.
Kimse cevap vermeden kalktı ve ağır adımlarla balkona yöneldi. Arkasından kapı aralığından sızan soğuk hava içeri doldu.
Balkonda yalnız kalan adamın siluetine kısa bir bakış attım, sonra Ceylan’a döndüm.
Sesinde şımarık bir umursamazlık vardı ama gözlerinin kenarında belli belirsiz bir huzursuzluk da.
“Kızım,” dedim sakin ama uyarıcı bir tonda, “şu çocuğun yanında bu şekilde konuşma. Seviyor işte seni. Karşılık vermiyorsan bile en azından sevgisine saygı göster.”
Ceylan kaşlarını çatıp bana döndü.
“Sana ne benim kimin yanında nasıl davranacağımdan?” diye çıkıştı.
Gözlerinde soğuk bir gurur vardı.
“Umutlanmasın işte. Boş hayaller kurmasın. Bu dünyada bir o bir de ben kalsam dönüp bakmam ona. Kendine başka birini bulsun. Benim hedeflerim bambaşka.”
Sözlerini büyük bir gururla söylerken sanki balkondaki adam yokmuş gibi davranıyordu. Ama ben biliyordum: Ruhan’ın her kelimeyi duymuş olma ihtimali bile Ceylan’ın umurunda değildi.
Kaşlarımı hafifçe kaldırdım.
“Biliyorum senin o hedeflerini.” dedim.
“O yüzden o adamdan uzak dur. Bir daha uyarmayacağım, Ceylan.”
Ceylan bir an bana bakakaldı. Sesim ne şakaydı ne hafifti.
Derin bir nefes aldı, sonra dudaklarını büzüp alaycı bir gülüş kondurdu.
“Zaten bakmıyor ki yüzüme.” dedi ve omuz silkti.
“Gözüme baksa istediği her şeyi yapardım.”
Sözleri bıçak gibi havayı yardı. İçimde bir şeyler kıpraştı; sabrımı zorlayan bir ses yükseldi göğsümden.
“Ceylan…” dedim öfkeyi saklamaya çalışarak, “biraz daha böyle konuşursan, yemin ediyorum seni ayağımın altına alırım.”
Masaya gerilim çökmüşken Elif araya atladı; sesi sert ve kesindi:
“Karan Bey, konuşmalarımıza dikkat edelim. Karşında çocuk yok.”
Bakışları meydan okur gibiydi.
“‘Çocuk olsa’ bile bu üslupta konuşulmaz buna hakkın yok.”
Onunla göz göze gelince dudaklarımın kenarı hafif kıvrıldı.
“Elif, kusura bakma ama bir erkeğin yanında da böyle konuşulmaz.” dedim, sesimi düşürmeden.
“Siz bize emanetsiniz. Size yan gözle bakan olsa… o gözleri oyarım.”
O an Elif’in kaşları çatıldı, yanaklarında kızıl bir öfke ortaya çıktı.
“Bu hakkı sana kim veriyor?”
Geriye yaslandım, ellerimi koltuğun arkalığına attım.
Çapkın bir tebessüm yerleştirdim yüzüme; dudaklarımda saklanan tehdit hissedilir olmalıydı.
“Ertuğrul Binbaşı veriyor.” dedim sakince.
“Var mı bir itirazın?”
Sanki bir komut verilmiş gibi… odaya sessizlik çöktü.
Elif’in omuzları hâfifçe düştü, bakışları geri çekildi.
Ceylan ise ilk kez gözlerini kaçırdı.
O an anladılar
oyun bitmişti.
Kuralları artık ben koyuyordum.
Aklım Ruanda kalmıştı. Kızları hizaya sokunca onun yanına gitmek istedim.
Balkona çıktığımda soğuk hava yüzümü tırmaladı. Ruhan korkuluklara yaslanmıştı; başı hafif önde, ciğerlerini dumanla dolduruyordu. Sigarayı o kadar derinden çekiyordu ki, sanki oksijen diye bir şey yoktu da hayatını sadece nikotin tutuyordu ayakta. Parmak uçları titriyordu, ama sesi değil. O hep sessiz kırılırdı.
Yanına yaklaşıp omzuna elimi bıraktım.
Bir anda başını çevirmedi, sadece nefesini dumanın içine gömdü.
“Seni yakından tanıdıkça,” dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak, “inan bana… senden daha iyisini bulamayacağını görecek. O etrafındaki zibidilerden ona hayır gelmeyeceğini o da biliyor. Sadece… şu an senin kıymetini bilmiyor.”
Ruhan acı bir gülüşle sigarayı dudağından çekti.
Duman, ağzından değil kalbinden çıkmış gibi dağıldı.
“Öyle değil.” dedi.
Sesinde kırılmanın çıtırtısı vardı.
“Gerçekten sevse, yanımda böyle konuşamazdı. İnsan bu kadar küçük düşürülmeyi hak ediyor mu Karan?”
O an sustum.
Gözlerinde gördüğüm şey utanç değildi; kibir tarafından yaralanmış bir gururdu.
Ceylan ona ezbere değil, bilinçli vurmuştu.
“Tamam.” dedim, balkondaki soğuk demir korkuluğa dayanarak.
“Beni beğenmeyebilir, istemeyebilir, sevmeyebilir… saygı duyarım. Ama böyle rencide etmesi…”
Başını iki yana salladı.
“…hiç hoş değil.”
Bir an dudaklarımı büzüp nefesimi dışarı bıraktım.
“Haklısın Ruhan.” dedim kısık bir sesle.
“Ama işte… kız milleti. Nerede nasıl davranacaklarını bilseler zaten biz de onlara nasıl davranacağımızı bilirdik. Değil mi?”
Ruhan hafifçe güldü; gülüş değil, yorgun bir kabullenişti bu.
Sigaranın son çöpünü camın altına bastırdı.
“Hadi eve gidelim.” dedi.
“Daha fazla rahatsız etmeyelim kızları. Baksana… gelişimizden pek memnun değiller.”
Omzunu sıvazladım, balkon kapısına yöneldik. Ama içimde bir başka ses yükseldi:
Ruhan’ın kalbi incinmişse, bu benim kalbimin incinmesi demektir.
Beni yaralayabilirsin, umurumda olmaz… ama dostumu asla.
Ceylan… bunu sana ödetmez miyim?
Evde kahkahalar duyuluyordu. İç kapıdan gelen sıcaklık, balkonun soğuğunu eritiyordu ama içimdeki buz daha yeni tutmuştu.