6. Bölüm “Ceylan’ın Geçmişi Ruhan’ın Geleceği”
Ceylan
Okuldaki olaydan sonra artık Karan’la konuşma vakti gelmişti.
Koridorda üzerime üzerime gelen bakışlar hâlâ omuzlarıma ağırlık gibi çöküyordu. Rüzgâr yoktu ama saçlarımın arasından geçen o gerginlik, içimde fırtınalar estiriyordu. Hızlı adımlarla yürürken ayakkabılarım mermer zeminde tıkır tıkır ses çıkarıyor, her adımım sanki “kaçamazsın” diye yankılanıyordu.
Ruhan’la neden olmayacağını anlatmam gerekiyordu.
Bu yükü daha fazla taşıyamazdım. Birine umut verip sonra sessizce çekilmek… bu benim işim değildi. Bu benim karakterime tersti. Ruhan iyi biriydi ama yanlış bir zamanın, yanlış bir kalbin içinde kıvranıyordu. Onun gözlerindeki beklenti… beni boğuyordu.
Birinin kalbine dokunup sonra ondan “idare et” demek, ölümcül bir yara açmak gibi bir şeydi.
Elif Zehra bile bildiği hâlde tepkisini göstermişti.
Elif’in yüzü hâlâ gözümün önündeydi. Kaşlarını öfkeyle çatmış, dudaklarını ince ince sıkmıştı. Ne kadar güçlü olursa olsun, bu işte beni savunamazdı. Onu bile kırmıştım.
İçimde bir yer, “haklı” diyordu. Başka bir yer ise “çok geç kaldın” diye fısıldıyordu.
Ruhan’ın beni anlamasını beklemek… ona haksızlık olurdu.
Karan her şeyi düz mantıkla çözerdi; kalbini saklayan ama duygularını gözlerinden okuyabileceğin adamlardan. Onun karşısına çıkıp “Bu böyle olmayacak” demek… bir savaş ilanıydı.
Beni anlaması için geçmişimi, korkularımı, kendimi sakladığım yerleri tek tek açmam gerekiyordu. Ama o kadar çıplak kalmaya hazır mıyım? Hayır.
Yine de kaçamayacaktım.
Artık hesabı kapatmanın zamanı gelmişti.
Ve ben bunu yaparken kimsenin beni durdurmasına izin vermeyecektim.
Elif Zehra ile ders programlarımız farklıydı. O sınıfta oturup not tutarken, ben derse bile girmemiştim. Koridor boyunca ilerlerken göğsümün içinde bir ağırlık taşıdığımı hissediyordum; sanki nefesim dar geliyor, adımlarım beni değil başka birini taşıyordu. Parmaklarım, telefon ekranında titreyen kelimeleri güçlükle yazdı.
Karan’a mesaj attım.
Buluşmamız gerekiyor.
O da her zamanki kısa, soğukkanlı haliyle yazdı.
Ne hakkında?
Birkaç saniye duraksadım. Parmak uçlarım soğudu, sanki göğsümdeki düğüm iyice sıkıştı.
Ruhan hakkında.
Cevap gecikmedi.
Her zamanki kafeye gel.
Kafeye… İnsanların bakışlarının arasında, kahve kokusuna karışmış sevmediğim anılarla yüzleşemezdim. Bu konuşma, kalabalığın içinde boğulmaya mahkûm edilemezdi.
Olmaz.
Gözlerim camdan dışarı baktı. Okulun hemen biraz ilerisinde küçük bir park vardı. Gençlerin bazen zaman geçirdiği bir park, ama ders saatlerinde genelde sakindi. Yaprakların arasında yankılanan hafif rüzgâr sesi… insan sesinden daha anlaşılırdı.
Okula yakın parkta buluşalım.
Birkaç anlık sessizlik… belki düşünüyor, belki yüzünü buruşturuyordu. Sonra sadece tek kelime geldi:
Tamam.
Telefonu kapatıp çantamı omzuma taktım. Bir sınava giriyor gibi yürüyordum. Okul kapısını geçince nemli beton kokusu yerini toprağın dinginliğine bıraktı. Parkın girişindeki demir kapının gölgesi ayak bileklerime vururken, içimdeki gerilim sanki bir anlığına azaldı.
Bankların bir kısmı boştu. Ağaçların gölgesi karşımda oynuyordu; rüzgâr dalları savurdukça ışık huzmeleri bir açılıp bir kapanıyordu. Oraya oturup beklemeye başladım. Her saniye, gözlerim istemsizce yolu tarıyordu. Gökyüzü sakin görünüyordu ama içimde fırtınalar vardı.
Umudum küçüktü ama güçlüydü.
Belki…
Belki beni anlardı.
Belki ilk defa beni sadece “emanet” olarak değil, bir insan olarak dinlerdi.
Kalbimde sessiz bir dua gibi tekrarladım:
Ne olur, anlamaya çalış…
Karan karşıdan geliyordu. Adımları her zamanki gibi ağır ve emin… Ellerini cebine gömmüş, sanki parkın sahibiymiş gibi yürüyordu. Güneş ışığı saçlarının koyu tonlarını keskinleştiriyor, gölgesi kaldırıma uzayıp gelip geçiyordu. Onu ne kadar izlesem de alışamadığım bir aura vardı üzerinde:
Sakinlik ama aynı anda meydan okuma.
Yaklaştı. Karşımda durdu. Çenesini hafif kaldırdı, gözlerinde o tanıdık alaycı ciddiyetle:
"Selam."
Nefesimi bastırıp normal davranmaya çalıştım.
"Hoş geldin."
Bankın kenarına doğru biraz kaydım.
"Burası… Elif’le bizim yerimiz."
Sanki bu küçük detayın ona bir şey anlatacağını umuyordum.
Karan ses etmedi, sadece yanıma oturdu. Gölgesi üstüme düştü, omzuma değen rüzgâr bile ona doğru yön değiştirmiş gibiydi. Beden dili bile “söyle artık” diye bağırıyordu.
Geriye yaslandı.
"Anlat bakalım… neymiş derdin?"
Yutkundum. Cümleyi fazla dolandırmadan söylemeliydim.
Bir süre sustum. Parkın rüzgârı yaprakları devirdi, gölgeler yer değiştirdi. Ben ise yalnızca gerçekleri düşündüm:
Karan’ın yanına biraz daha yakın oturdum. Sanki onun yüreğine sığınmak ister gibi. Abi gibi kardeş gibi. Ayaklarımın ucuyla bankın altındaki toprağı eşeledim. Gözlerimi ona kaldırdığımda, bakışları çoktan üzerimdeydi; sabırla, ona ne anlatacağımı merak ediyordu.
Derin bir nefes aldım.
“Karan… bizi okumak için neden buraya gönderdiler, hiç merak ettin mi?”
Önce bir süre cevap vermedi. Kafasını arkaya yasladı, yüzüne düşen saçlarını eliyle geriye itip rüzgârın uğultusuna kulak verdi. Sanki sorumu önce rüzgârla tartışmak zorundaymış gibi.
“Merak ettim.” dedi sonunda.
Ses tonu sakindi, ama içinde gülüş değil, ezberlenmiş bir gerçek vardı.
Ben de pes etmedim.
“O zaman neden buradayız? Neden bu okul? Neden bu şehir?”
“Benim hikâyem sevgiyle başlamadı; kayıplarla, gölgelerle örülüydü. Annem ve babam ben daha bebekken aramızdan ayrılmışlardı. Teyzem, hayatının yükünü taşırken beni büyütmeye çalıştı. Benim bakımımı üstlendiğinde oda 18 yaşındaymış. Beni yanından ayırmadı, ama yalnızdı; kendi hayatı, kendi hayalleri vardı. Buna rağmen benim için her şeyini feda etti.
Annelerin kaderi kızlarının kaderi olmuş. Annemin de kaderi dünyaya erkenden veda etmek olmuş; onlar da küçük yaşta annesiz kalmışlardı. Acı kader, ailemizin zincirinde dolaşıyordu. Teyzemide annem büyütmüş, teyzem ona mi netinden dolayı beni yetimhaneye bırakmadı. Ama yalnız nereye kadar gidebilirdi ki.
Teyzem bir gün biriyle evlendi. Başta çok sevdi o adamı; adam da söz verdi, “Yeğenine de göz kulak olurum,” dedi. Teyzem inandı, saf ve iyi niyetli bir kalbi vardı. Gerçekten de iyi bir insandı, bana olan sevgisi tarifsizdi.
6 yaşıma kadar onun yanında büyüdüm; ama o yıllarda, yaşadıklarını ve bana kattığı fedakârlıkları anlamak mümkün değildi. Küçük yaşımda gördüğüm sadece sıcak bir ev, bir koruma hissiydi. Sonra gerçek ortaya çıktı: Teyzemin kocası ruh hastası biriydi. Onun gölgesi altında, teyzem de ben de acı çektik. Teyzem, beni korumak için kendini öne attı, her türlü işkenceyi göğüsledi. Adam bana dokunmasın diye hep kendini öne atmış.
Ve en acı son…
Karan
Ceylan’ın anlattıklarını dinledikçe içimdeki endişe daha da büyüyordu. Sanki her kelimesi içime ince bir ağrı bırakıyordu. Ellerini birbirine kenetlemiş, bakışlarını kaçırarak konuşuyordu. Sesindeki titreme, anlatamadığı şeylerin gölgesini taşıyordu.
Bejna teyzemin sözleri zihnimde yankılanıyordu:
“Onlar önce Allah’a, sonra sana emanet… İkisini de koru, kolla, gözünün önünden ayırma.”
O zamanlar bu uyarıyı sadece bir büyüğün doğal kaygısı olarak görmüştüm. Her aradığında en ufak ayrıntıyı sormasına anlam veremez, “Abartıyor.” diye düşünürdüm. Şimdi ise her şey başka bir anlam kazanıyordu.
Derin bir nefes aldım ve Ceylan’a baktım. Gözlerinin altında uykusuzluğun izleri vardı.
"Devam et," dedim. "Hiçbir şeyi eksik anlatma."
Başını salladı. Dudakları titrerken gözlerini yerden kaldırmadan konuştu.
"Ne olursa olsun… bunu bilmeni istiyorum," dedi. "Çünkü artık geri dönüşü yok."
Bu sözler içimde bir düğüm gibi oturdu. Kalbim, göğsümün içinde dar bir kafese sıkışmıştı. Umuyordum ki sonunda korktuğum şeyleri işitmezdim… ama sezgilerim, bunun sadece başlangıç olduğunu fısıldıyordu.