bc

VEFADAN VEDAYA

book_age18+
50
FOLLOW
1K
READ
BE
family
drama
sweet
campus
city
like
intro-logo
Blurb

Bazen kalpler bulunmaz, bazen de bulunmak istenmez…Derin, adı gibi içine çekilmiş bir hayatın kıyısında beklerken; Eymen, karanlıkla kol kola yürüyen, kimsenin tam anlamıyla çözemediği bir yabancı… Onların yolu, kaderin acımasız bir kıvrımında kesiştiğinde, her şey değişir.Bir taraf yaşamla pazarlık ederken, diğer taraf kalbini bir başkasına emanet etmeye hazırdır. Fakat bazı hikâyelerde ne vefa yetebilir ne de veda…Bir son vardır. Ve o son, herkesi suskun bırakır.Vefa vedaya dönüştüğünde geride kalanı ne tutabilirdi ki?

chap-preview
Free preview
1. DÖNÜM NOKTASI
Kalbim göğsümde atmaya devam ediyor olabilir ama bazen, bu atışların yaşamakla ilgisi olmadığını düşünüyorum. Ve zaman ise bazı sabahları diğerlerinden ayırır. Bugün o sabahlardan biri. Saat yedi. Dışarıda bahar uykusundan uyanıyor ama ben henüz göz kapaklarımı dünyaya açacak cesareti bulamıyorum. Bugün üniversitenin ilk günü. Herkes için sıradan bir sabah. Benim içinse sınır çizgisi, dönüm noktası… Ya geride kalacağım, ya da kendimi geçeceğim. Kulağa ne kadar sıradan geliyor değil mi? Yeni bir başlangıç. Yeni bir hayat. Yeni insanlar. Gözlerim tavana takılı, düşüncelerim kalbimin ritmine karışıyor. Dışarıda kuş sesleri uğraşsızca sabaha karışıyor ama içimde hava hâlâ gece. Kalkıp aynadaki uykulu yüzüm ama uyanık gözlerime derinleşerek esnedim ve koşar adımla içimdeki heyecanı bastırmak istercesine lavaboya girdim. Aynı hızla çıkarak saçlarımı gelişi güzel şekillendirerek dolaptan siyah dar bir pantolon üstüne ise V yaka uzun kollu bir ince bir bluz giyiyorum. Ne giydiğim çok da önemli değil. Bugün sadece orada olmak istiyorum. Orada derken… diğerleri gibi. Normal. Sağlıklı. Sıradan. Pencereyi açtım temiz havayı ciğerlerimin en derinine çekmek istercesine, odamın penceresinden içeriye sızan solgun ışık, duvarlarda bir ağırlık gibi geziniyor. Hava serin ama keskin değil; ne üşütüyor ne de sarıyor. Öylece duruyor, benim gibi. Aynadaki yansımama göz gezdirdim usulca ,solgun tenime inatla direnen kahveye çalınan yeşil gözlerim bu sabah fazla ciddi. Belki de ilk kez, uzun zamandır ilk kez, hayatın içinde ben de bir yer edineceğim hissi var içimde. Yarı umut, yarı korku. Bugün, “normal” olmanın mümkün olup olmadığını test edeceğim gün. Ve kalbim… Henüz fikir belirtmiyor. Koridordan gelen seslere kulak kabarttım. Annemin mutfaktan yükselen hafif telaşlı sesiyle babamın ölçülü konuşmaları karışıyor. Aras ise yine sabah enerjisini tüm ev halkına zorla sevdirmeye çalışıyor. Mutfaktan annemin sesi doldurdu kulaklarımı. “Derin, çayını doldurdum kızım! Hadi gel de soğumasın!” Aynı anda Aras’ın mızmızlanması çarpıyor duvarlara. “Anneee! Çilekli reçeli yine ablama verdin!” Gülümsedim. Bu evin içindeki en canlı şey, kesinlikle Aras’ın sesi. Mutfağa girince babamın gazeteye gömülmüş hâlini görüyorum. Gözlüğünün üstünden bana bakıyor. O gözlerde alıştığım bir şey var: endişe. Ama bu sabah, alıştığımdan daha yoğun. “Bugün kendini nasıl hissediyorsun kızım?” Kendimi bildim bileli bana bu soruyu hep aynı tonda sorar. Ne zaman iyi olmadığımı fark etse, cümleyi değiştirmez ama tonuna merhamet ekler. Bugün, sanki her harfi pamuktan örülmüş gibi yumuşaktı sesi. “İyiyim baba. Gerçekten. Hem bugün ilk gün ya, geç kalmak istemedim.” Annem, tıpkı her sabah olduğu gibi aynı telaşla tabağımı hazırlarken, bana baştan aşağı dikkatlice baktı. Sanki gözlerimden vücut sıcaklığımı, cilt rengimden tansiyonumu ölçüyordu. Öğretmenliğin getirdiği gözlem yeteneğiyle değil, anneliğin getirdiği içgörüyle. Çayı önüme bırakıp nahif bir sesle konuştu.“Bir şeyler ye. Okulda aç kalma, öğlene kadar dersin var.” Kafamı salladım ama midem yine aynı fikirde değil. “Bir dilim alırım.” Aras, omzumdan dürttü sertçe. “Büyük üniversiteli ablam, kulüp seçmelerine ne zaman başlıyorsun? Dans kulübü mü yoksa tiyatro mu?” “Bence ‘hayatta kalma kulübü’ kuracağım,” dedim göz kırparak. “İlk üye sen olursun, Aras.” Babam gazeteyi indirerek kısa bir an göz teması kurdu. “Heyecan yapma. İlk gün diye kendini çok yorma olur mu?” O an, içimden bir sıcaklık geçiyor. Bir baba… kızı için ne kadar korkabilir ki? Yanağını öpüp tebessüm ettim hafifçe. “Korkma baba. Daha ilk günden âşık olacak değilim ya.” Babam kaşlarını kaldırdı ciddiyetle. “Zaten asıl korktuğum şey o.” Sesi ciddi ama içinde kahkaha saklı. Annem çayını yudumlarken babama hayıflandı. “Behram, kızın üniversiteye gidiyor. İnsan biraz gururlanır ne bu halin.” Annem hep böyleydi babamı toparlayıp ayakta tutandı. Aras, ekmeğini havaya kaldırıp lafa girdi.“O zaman ben ablam yerine okula gideyim!” “Sen önce pantolonunu ters giymemeyi öğren,” dedim kahkaha atarak. Aras tam karşılık verecekken annem girdi araya. “Sana azıcık poğaça koyayım çantana? Aç kalma okulda.” “Anne, poğaça mı?” Sesimde istemsiz bir kahkaha vardı. “Lütfen, şu yaşta beslenme çantasıyla gitmeyeyim.” Tam o sırada Aras, ağzı dolu dolu gülerek lafa karıştı. “Ablam beslenme çantasıyla okula gidecekmiş! İçine mandalina da koy anne!” Elimdeki çatalı ona fırlatacak gibi yaptım. Aras hızla masanın altına kaçtı. Her zamanki gibi. Babam da gözlüğünün üzerinden kaşlarını kaldırarak gülümsedi ama gözlerinde hâlâ o gölge vardı. Gülüyordu ama içinde gülen bir şey yoktu. “Kendini yorma tamam mı Derin?” dedi, gözlerimi yakalayarak. “Heyecan güzel ama… malum.” “Malum.” Bir kelimenin içinde ne çok şey saklı olabiliyor bazen. O kelimenin içinde hastane odaları, serum kokuları, tıbbi terimler, uykusuz geceler, bastırılan ağlamalar vardı. O kelimenin içinde biz vardık; eksik ama tamam gibi davranan bir aile. “Tamam baba. Bugün sadece ders dinleyeceğim. Söz.” Çayımı yudumladım. İçim ısınıyordu belki ama midem öyle düşünmüyordu. Ne zaman büyük bir adım atacak olsam, vücudum önce itiraz ederdi. Kahvaltımı ettikten sonra “Ben çıkıyorum,” deyip ceketimi aldım. Annem arkamdan uzanıp atkımı boynuma doladı, evet bahar aylarındayız. Aras hala masanın altından sesleniyordu. “Anne çekmecede de eldivenler var!” “Hahaha çok komik!” Alaycı tavrına verdiğim karşılık ile göz devirince gülümsedim ve annemle göz göze geldim. “Anne bahar ay-“ Cümlemi yarıda kesti. “Derin…” “Tamam anne, ben çıkıyorum,” diyerek telefonumu çantamın içersine koydum ve çantamı aldım. Babam arkamdan seslendi temkinlice.“Kendine dikkat et. Kalbinin de.” Durup gözlerim dolmadan önce arkamı döndüm. “Merak etme. O artık benden daha temkinli,” diyerek babamın yanağını öptüm. İçinde minnet barındıran sevgiyle. Kapıyı çekmeden hemen önce boynumdaki atkıyı çıkardım ve bir şey daha dedim. “Biliyor musunuz, anneyle aynı okulda okumak çok güzelmiş aslında. Hep bildiğim yüzler, hep korunduğum bir yer. Şimdi… her şey yabancı olacak.” Babam sessizce gülümsedi. “Yabancı olmak, bazen kendini bulmak için tek yoldur kızım.” Ve ben… ilk defa gerçekten yalnız bir yolculuğa çıktığımı o an anlıyorum. Kapıyı çektim. Dışarının gri sabahına karışırken, içimde bir şey kıpırdıyor. Belki de sadece rüzgâr. Belki de kaderin bir nefeslik fısıltısıydı. Evden çıktığımda hava serindi ama içimde garip bir sıcaklık vardı. Heyecan mıydı, korku mu, yoksa sadece… değişim miydi, bilmiyorum. Annem arkamdan “Kendine dikkat et” diye seslendi. Babam ise sessizdi ama gözleri konuşuyordu. Beni paylaşmak istemeyen bir babanın bakışlarıydı onlar. “Merak etme baba,” dedim içimden, “ilk günden âşık olacak değilim.” İki sokak ötede Eylül beni bekliyordu. Her zamanki gibi enerjik, gözlerinde sabaha inat bir ışık. “Geç kaldın,” dedi. Sadece gülümsedim. “Ailevi vedalar… dramatik seans.” Yan yana yürümeye başladık. Üniversite yürüyerek yirmi, yirmi beş dakikaydı. Bu yol, belki de hayatımın en uzun yürüyüşlerinden biri. Her adımda biraz daha geçmişten koptuğumu hissettim. Annemin yıllarca öğretmenlik yaptığı okuldan çıkıp bu dev kampüse adım atmak… Sanki evrenin merkezini değiştiriyordum. “Bizim bir hocamız geçen dönem kubbe çizdirdi, sonra da ‘çok geleneksel’ deyip düşük verdi. Modern sanatmış, Bugün de ilk ders onunla geriyor beni” dedi Eylül geçen sene yaşadıklarından bahsederken. İkimiz aynı üniversiteyi kazanmıştık ama benim geçen sene başlama imkanım yoktu bu yüzden Eylül benden bir sene önce başlamıştı. “Senin cami, hocanın müze. Evrensel çatışma.” Eylül güldü. Onun kahkahası hâlâ en iyi terapi yöntemim. “Senin ilk dersin ne?” “Psikolojiye giriş. Freud’un ruh çağırma seansları başlasın.” “Dikkat et, ve ne olursa olsun en ufak bir şey bile olsa hemen beni ara tamam mı?” Gözleri dolmuştu ve bunu bastırmak için hemen konuyu değiştirdi. “Baban tembihlemiştir ama ben yine de söyleyeyim. Sakın ilk günden sınıfın en yakışıklısına aşık olayım deme.” “Yok canım,” dedim omuz silkip. “Ben sınıf dışı avlanacağım.” O kadar çok güldük ki, üniversite kapısına ne zaman vardığımızı fark etmedim. Kapının önünde durduk. Gözlerim büyük kampüse takıldı. İnsan kalabalığı, sesler, tanımadık binlerce yüz… İçimde fırtınalar koptu. Ama yüzümde sadece hafif bir gülümseme vardı. “İstersen birlikte gidelim,” dedi Eylül. “Hayır. Kendi yolumu bulmalıyım.” “Mesaj at ama olur mu? Ders arasında yanına geleceğim hem seni Sarp’la tanıştıracağım.” Sadece başımı salladım. Ve ilk adımımı attım. O kampüs avlusuna girerken ayaklarım titredi. İçimde bir korku büyüdü. Yeni insanlar, yeni binalar, yeni bir hayat. Ama en çok da bilinmezlik korkuttu beni. Her şey yepyeniydi. Her şey bendendi artık. Okulun kapısından içeri adım attım ve biraz zorlanarak fakültemin yolunu tuttum. Yavaşça yürürken, etrafımdaki kalabalık gözlerimi yoruyordu. Yavaşça adımlarımı hızlandırıp, içinde kaybolmamak için biraz daha dik yürüdüm. İlk gün, her şey çok yeni ve fazla karmaşıktı. Diğer öğrenciler kendi gruplarında konuşuyor, gülüp eğleniyorlardı. Benim içinse her şey yabancıydı. Sınıfımı bulmak için koridorda birkaç adım attım. Hemen önümüze tabelalar yerleştirilmişti, bu da bana biraz güven verdi. “Evet, burası doğru yer,” dedim içimden. Sınıfa girdiğimde, birkaç öğrenci henüz yerlerine oturmamıştı ve bir kız grubu hemen dikkatimi çekti, çünkü içerideki ilk gün heyecanını onlardan rahatça okuyabiliyordum. Birkaç adım daha atarak, boş bir sıraya yerleştim. Yanıma bir kız oturdu, gülümsedi ve hemen konuşmaya başladı: “Merhaba, sende mi yenisin?” Evet, yeniydim. Ama aslında, bunu söylemek içimden gelmedi. Çünkü ‘yeni olmak’ bir anlamda kendimi kaybolmuş hissettiriyordu. “Evet, ilk günüm,” dedim, gülümseyerek. O sırada başka bir kız daha yanıma oturdu, bana başını sallayarak tanıştı: “Ben Seher, istersen ben, sen ve Melisa birliktir oturalım. İster misin?” Başımı salladım ve gülümseyerek “Ben Derin, olur tabii,” dedim. Melisa tebessümle baktı. “Peki hangi bölüm?” Psikoloji. Benim için her şey henüz bilinmezdi ama söylemek kolaydı. “Psikoloji, sen?” “Ooo, biz hukukçuyuz,” dedi. “Ama aynı fakültedeyiz işte Bugün bizim derslerimiz boş olunca hocadan izin alıp bu derse girmek istedik!” Bir süre daha sohbet ettik, dersten beklentilerimizden ve ilk sınavlardan konuştuk. Fakat, tam bu sırada bir çocuk sınıfa girdi. Mavi gözleri, dikkatimi çekti. Sadece gözleri değil, aynı zamanda doğal bir güvenle yürüyüşüde. Kısa bir an göz göze geldik ve hemen başımı çevirdim. Onunla ilgili düşüncelerim biraz karmaşık olsa da, fazla anlam yüklememek gerektiğini düşündüm. Gözlerini ısrarla gözlerimden çekmezken aynı şekilde karşılık verdim ve o yanıma doğru yaklaşıp gülümseyince istemsiz gerildim.. “Merhaba, yanın boş ise oturabilir miyim? İlk günün hevesiyle herkes gelmiş olmalı ki oturacak yer kalmamış.” Yanıma oturmak için hamle yapınca çantamı kendime doğru çekerek ona her açtım. “Ha bu arada ben Eray.” Gülümsedim. “Tabii, ben de Derin.” “Yenisin değil mi?” diye sordu, bir yandan da çantasını çıkarıp yerleşti. Herkesin ağzında aynı soru! Birinci sınıf olarak derse girmiş biri eski öğrenci olamazdı değil mi? “Evet, ilk günüm.” “Ben bu dersi alttan alıyorum ikinci sınıfım normalde.” Şey aslında olabilirmiş ama tabii ki konumuz bu değil hem belliydi zaten fazla rahat ve bilinçliydi. Eray ile kısa bir süreliğine konuşmaya başladık. Ama tam o esnada kapı bir kez daha açıldı ve hoca sınıfa girdi. Hemen sessizleşip dikkatimizi hocaya verdik. Ders başladı. Hoca, konuyu anlatırken insan psikolojisiyle ilgili ilginç noktalar değindi. Bir insanı tanımanın, onu gerçekten anlamanın ne kadar zor olduğunu anlatıyordu. “Kendinizi bir başkasının yerine koyarak düşünün,” dedi hoca. “Bir insanı anlamak, kendini ona verebilmek demektir. Bunu yapabilenler, sadece başkalarını değil, kendilerini de daha iyi tanıyabilir.” Bu cümle, bana tam anlamıyla hitap etti. Hoca derste söyledikleriyle, farkında olmadan kendimi tanımama yardımcı oluyordu. İnsanları anlamaya çalışırken, bazen en zor olanın, kendimizi anlamak olduğunu düşündüm. Verdiğim en iyi karar psikoloji okumak olabilirdi. Derse ara verildiğinde, Eray kantinden kahve alıp yanıma geldi. “Bu hoca bayağı ilginçmiş, değil mi?” dedi. Evet, hoca biraz farklıydı. Ama ben dersten aldığım mesajı düşündüm. “Evet, anlatımını özellikle hayatımıza hitap edecek yerlerden seçiyor. İyi bir öğretici.” Eray gülümsedi. “Bence okulda öğrenilecek çok şey var ama dışarıda, bence daha fazla insan var, daha fazla şey öğrenilebilir. Çıkalım mı biraz hava almaya?” Kısa bir sessizlik oldu, sonra ben de gülümsedim. “Haklısın ama çıkmayalım iyi böyle.” Sohbetimiz, Eray’ın buraya neden geldiği, hangi dersleri almayı planladığı ve okul hakkında genel düşüncelerle devam etti. Aramızda çok derin bir bağ kurmadık ama sohbet oldukça doğal ve rahat ilerledi. O an, tanımadığım birinin yanında olmak, beni bir nebze olsun heyecanlandırıyordu. Sanki daha öncesinde bir fanusun içinde yaşıyormuş gibiydim İkinci ders ile üçüncü ders arasında kırk beş dakika varken Eylül’e mesaj attım ve Eray ile birlikte okulun bahçesine öğrencilerin genellikle takıldığı GSF kantinine girip güzel bir masaya oturduk. Eylül ve Sarp’ı uzaktan görünce hafifçe doğruldum oturduğum yerden. Eylül’ün her zamanki enerjik adımları ve yanındaki Sarp’ın daha dingin, daha ölçülü yürüyüşü… İkisinin arasında tuhaf bir denge vardı. Eylül gökyüzü gibiydi; bazen açık, bazen bulutlu, ama her zaman geniş. Sarp ise toprağa benziyordu; sabit, sağlam ve ölçülü. Yaklaşık üç dört aydır birliktelerdi ama sanki yıllardır birbirlerini tanıyor gibiydiler. Eylül yanıma yaklaşırken kollarını iki yana açtı. “Nasıl geçti?” dedi, ardından oturdu ve kucağındaki çantasını usulca yanına bıraktı. “İyiydi! İlk günden Eray ile tanıştık kendisi ikinci sınıf ama ortak derslerimiz var,” diyerek kısaca Eray’ı tanıttım. Eylül usulca başını sallamakla yetindi. Sarp da hemen yanımıza geldi, göz ucuyla Eray’a baktı, sonra bana döndü. “Merhaba,” dedi nazikçe ve “Derin,” dedi teyit etmek istercesine. Başımı sallayarak gülümsedim. “Evet, sen de Sarp.” Elini uzattı, tokalaştık. El sıkışmamızdan bile onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu sezebiliyordum. Sessiz, ama kendinden emin. “Eylül senden çok bahsetti,” dedi ve ekledi. “Birbirinizi nasıl tamamladığınızı öğrenince çok kıskandım açıkçası.” Eylül hemen araya girdi, kaşlarını kaldırarak hafif bir tebessümle. “Yılların verdiği yaşanmışlıklar. Derin benim hayatımda çok büyük bir yere sahip.” Eray sohbete adapte olamamış olacak ki ayağa kalktı, üzerindeki tişörtün eteklerini düzeltti. “Kahve alacağım, ister misiniz?”Hepimiz başımızı aşağı yukarı salladık. Eray usulca uzaklaştı kantinin iç kısmına doğru. Eylül gözlerini bana dikti, başını hafif eğdi. “Ne düşünüyorsun bakalım ilk gün hakkında?” Omuz silktim. “Yoğun… Kalabalık. Biraz garip hissediyorum. Sanki herkes nereye ait olduğunu biliyor ama ben hâlâ etrafı izlemekle meşgulüm.” Eylül bir an sustu, sonra gözleri beni rahatlatmak ister gibi ışıldadı. “Ben de ilk geldiğimde öyle hissettim. Sonra buranın da bir şekilde senin parçan olduğunu fark ediyorsun. Zamanla oturuyor her şey.” Sarp başını salladı. “Eylül bana ilk geldiği günü anlattığında çok benzer şeyler söylemişti. Ama bak şimdi, kendi fakültesinde bayağı popüler.” Eylül burnunu kıvırdı. “Abartma ya.” Gülümsedim. O an, üçümüzün bu masada oturuyor olması, kendimi biraz daha ait hissettirdi. Belki hâlâ içimde bir yerlerde yabancılık vardı ama bu, geçici olabilirdi. En azından çabam vardı. Eray kahvelerle dönerken sohbetimiz biraz daha sıradan konulara kaydı. Kim, hangi dersi alıyor, hocalar nasıl, kampüsün hangi köşesi daha sakin gibi. Arada Sarp’la da birkaç kelime ettik. Ağırbaşlıydı ama içine kapanık değildi. Eylül’e olan bağı, onu biraz daha açık kılıyordu sanki. O an fark ettim… Benim için hiçbir şey kolay başlamayacaktı belki ama her şeyin başlangıcında bu tür küçük anlar vardı. Sessizce bir çay içmek, yeni tanıştığın insanlarla birkaç cümle paylaşmak, koca bir bilinmezin ortasında biraz tanıdıklık bulmak. Ve sanırım bu bana iyi geliyordu. Sarp ve Eylül derse giderken ben ve Eray da yollarımızı ayırmıştık. Fakültenin kapısına gelene kadar telefonumu cebimden çıkarıp birkaç kez ekranına baktım. Annem… her zaman olduğu gibi. Bir şekilde her şeyle ilgileniyor, her zaman beni rahatlatan o sesiyle derdimi dinliyor. Ama bugün biraz farklı hissediyorum. Üniversiteye başlamak… Evet, bu kadarını beklemiyordum. Herkesin sanki benden çok daha rahat olduğu belli. O kadar yabancı bir ortam ki, sanki hep bir dışarıda kalıyorum. Biraz olsun annemle konuşmak iyi gelir diye düşündüm. Ekranda annemin ismini görünce hemen tuşladım. Telefona birkaç saniye çaldıktan sonra, tanıdık, sıcak sesi geldi. “Alo, kızım. Nasılsın?” Gözlerim hemen yere kaydı. O an sadece derin bir nefes almak istedim. Beni anlayacağını biliyordum. Ama kelimeler hep sıkışıp kalıyordu. “İyi, iyi… Biraz heyecanlıyım, ama…” dedim, sesim biraz titrek çıkmıştı. “Bugün dersleri girmek, dinlemek güzeldi. Tek sorun hâlâ alışamadım. Ne kadar korktuğumu biliyor musun? Herkesin benden çok daha rahat olduğu belli. Kendi başıma oluyorum ve… her şey o kadar yabancı ki.” Annemin sesindeki o güveni, bana hep güç vermiştir. “Bunu biliyordum, tatlım. Ama unutma, sen çok güçlüsün. Bunu başaracaksın, tıpkı her zaman başardığın gibi.” dedi. Ama o güveni hissetsem de, bir türlü içimdeki kaygıyı atamıyordum. Bugün biraz farklıydı. Kafamı, bedenimi saran bir şey vardı; bir tür kaybolmuşluk hissi. Geçmişi geride bırakıp yeni bir sayfa açmaya çalışırken, bir parça daha zorlayıcıydı her şey. Annem bir an suskun kaldı, sonra sesi biraz daha yumuşaklaştı. “Derin, sen bugün nasıl hissediyorsun?” diye sordu. “Sadece dersler değil, arkadaşlarınla iletişim nasıl, birileriyle tanıştın mı?” Yanıt vermek biraz daha zordu. İçimde bir şeyler dönüyordu ama tam ne olduğunu bilmiyordum. “Sanırım zor. İnsanlarla iletişim kurmak, işte… Eylül’le yirmi dakika konuştum ama onun dışında pek kimseyle derinleşmedim.” dedim, ama sanki başka bir şey var gibiydi. “Ama bir kişi vardı. Birini fark ettim. Bugün karşılaştım. Eray adında biri. Ama… belki de sadece bir anlık şeydi. Hani, o kadar da önemli değil.” dedim, ne kadar umursamamaya çalışsam da, aslında içimde bir merak belirmişti. Annem, gülümsemesinden sesini duyabiliyordum. “Beni heyecanlandırmaya başlıyorsun, Derin. Hadi bakalım, o çocuk kim?” dedi. O an bir an düşündüm. Hani gerçekten de neden bahsediyorum ki? Bu kadar bir şeydi işte. Ama bir şekilde içimde garip dostça bir çekim vardı. O gözlerde merhamet sezdim… Bilmiyorum, ama bir farklılık vardı. Hemen kendimi toparladım. “Bilmiyorum, ama… farklıydı. Çok sıcak yaklaştı bana dostça.” dedim, bir an içimi çekerek. “Ama belki sadece tanışmış olsak da olurdu.” Annem yine gülümsediğini hissettirdi. “Hadi bakalım, güzelim. Her şey yolunda olacak. Şimdi git, dersine gir. Sormayı unutuyordum az kalsın.” Ne soracağını merakla bekledim. "Akşama ne pişireyim ne yemek istersin?" "Hmm harika bir soru ama hiç düşünmedim. Sadece sanırım yasak olduğu için uzun zamandır canım hamburger istiyor. Olsa yerdim yoksa sen kafana göre takılabilirsin." Annem derin bir iç çekti bende ona eşlik ederken gülümseyerek devam ettim. "Ben senin yaptığın her yemeği yerim. Akşam görüşürüz." Telefonu kapatırken derin bir nefes aldım. Biraz rahatladım, ama hala o garip hissiyat vardı içimde. Bugün, yeni bir başlangıcın ilk adımıydı ve o adımların her biri çok derinden hissediliyordu. Birçok insanın arasında, bir yabancı gibi. Üniversitenin kapısını geçtim, içimde o kaygı biraz olsun hafiflemişti. Ama ne kadar rahatlasam da, bir şey vardı… Bir tedirginlik, kalbimde bir yerlerde. Telefonu cebime koyar koymaz, derin bir nefes aldım. Annemle sohbet etmek iyi gelmişti, ama bir yandan da içimde bir boşluk vardı. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Üniversiteye gelmek, her şeyin yeni olması, etraftaki kalabalığın hepsi… Bazen bir yerden sonra hiçbir şeyin anlamı olmuyormuş gibi hissediyorum. Ama yine de kendimi bu adımların içinde buluyorum, ister istemez. Sınıfa doğru yürürken bir bakıma kendimi hatırladım. İçimden bir ses, “Derin, başla. Git. Bir adım at,” diyordu. Kafamda o kadar çok düşünce vardı ki, her birini sırasıyla yol kenarına bırakıp, sadece derse odaklanmaya çalıştım. İçimdeki korku, kaybolmuşluk duygusu, bu yeni hayatın getirdiği stres… Ama bir şekilde sınıfı buldum. Kapıyı açıp içeri girdiğimde, herkes yerini almıştı. Profesör derse başlamaya hazırlanıyordu. Kalbim bir an hızla atmaya başladı. Yine bir yabancı odada gibi hissettim. O kadar çok insan vardı ki, kendimi bir an kaybolmuş gibi hissettim. Ama bir şekilde sıramı bulup oturdum. Önce etrafımdaki yüzlere baktım. Kimseyi tanımıyordum. Birkaç kişi gözlerini bana çevirdi, ama hiçbiri fazla ilgilenmedi haliyle bende çok fazla umursamadım. Derste, dikkatimi toparlamaya çalıştım. Sınıf sessizliğe bürünürken dersi anlatmaya başladı. Psikoloji, insan ruhunun derinliklerine inmekti. Benim için, bazen anlamadığım ve çözmekte zorlandığım bir konu… ama yine de bir şekilde ilgimi çekiyordu. O kadar çok şey var ki insanın içinde, ama biz sadece yüzeyine bakıyoruz gibi hissediyorum. Bazen bir kelime, bir cümle beni alıp başka bir dünyaya götürüyor, ama yine de anlamadığım şeyler var. Saatler geçtikçe ders bitmeye yaklaşıyordu. Sınıfın kapısından gelen ışık, odayı biraz daha aydınlattı. Bir yandan kafamın içinde düşüncelerimi toparlamaya çalışıyor, bir yandan da dersten bir şeyler öğrenmeye çabalıyordum. Ama her şeyin sonunda, yine de bir kaybolmuşluk hissi vardı. Dersten sonra yapmam gereken bir şey vardı, ama neydi? Ne yapmalıyım? Çıkıp eve mi gitmeliyim? Başka bir ders mi? Bir yandan da belirsizliğin içinde bir şeyler arıyordum. Son dersin son dakikaları… sınıf loş, perde hafifçe kıpırdıyor; pencereden süzülen ışık, tahtaya yansıyan yazıyı daha da etkileyici kılıyor. Hoca, ceketinin düğmesini açarken tahtaya tek bir cümle yazdı. “Bazen ruh hastalanır, beden sadece cevap verir.” Birden içimde tuhaf bir huzursuzluk yükseldi. Cümle zihnime iğne gibi saplandı. Kalemimi bırakıp gözlerimi tahtaya diktim. “Travma sadece savaş alanlarında olmaz,” dedi hoca. “Bazen bir hastane odasında, bazen bir çocukluk anısında, bazen bir vedada başlar. Kalbinizin ritmi değişiyorsa, belki de içinizdekiler konuşuyordur.” Elimi istemsizce kalbime götürdüm. Ne kadar çok çırpındı bu kalp. Dersin sonlarına doğru hoca, hastalıkların insan ruhuyla nasıl şekillendiğinden bahsediyordu. Her hastalık, bir şekilde insanın iç dünyasında izler bırakır, demişti. İnsan bedeniyle, ruhu arasında bir bağ vardı; fiziksel acılar, içsel boşlukları ortaya çıkarır ve bazen de zihni sarmaya başlardı. Bu ders, bana derin bir şekilde hitap etmişti, ama bir o kadar da tuhaf geliyordu. Hastalıklarla ilgili her şey, bana annemi, babamı, kendi korkularımı hatırlatıyordu. Bunu düşünürken hocanın yanıma doğru yaklaşarak, “Ne düşünüyorsun?” demesiyle irkildim. Bir anda ne söyleyeceğimi bilemedim. Konuşacakken, gözlerim boşluğa kaydı. Derin bir nefes aldım, “Bence hastalıklar, insanın ruhunu tam anlamıyla ele geçirebilecek kadar güçlü olabilir,” dedim, sesim titrek çıkmıştı. Hoca başını sallayarak, “Evet, çoğu zaman dışarıdan görünmeyen bir savaş verilir,” dedi. O an, dışarıda savaş vermekle, içimdeki o derin boşluğu yenmek arasındaki farkı düşündüm. Bir hastalığı atlatmak kolay olmamıştı, evet, ama asıl zorluk… kimseye anlatamadığım, kendi içimde taşıdığım o yalnızlıkta saklıydı. Hoca devam etti. “İnsan bedeni, ruhun fısıltılarına kulak verir. Sıradan bir baş ağrısı bazen susulmuş bir çığlıktır. Panik atak dediğiniz şey, bastırılmış korkuların kendini duyurma şeklidir. Gülümseyen biri, içten içe parçalanıyor olabilir.” Birden kendimi sınıfta değil de, kendi içimde bir aynanın karşısında gibi hissettim. Sanki beni anlatıyordu. Sanki herkesin içinde görünmeyen bir hastalık taşıyordum. Bir tür duygusal yorgunluk, bir boşluk… adını koyamadığım bir eksiklik. Derken, hoca son bir cümleyle noktayı koydu. “İnsan, bazen en kalabalık yerde bile hastalanır. Ve iyileşmek için sadece bir çift göz yeter. Ya da o gözler, her şeyi başlatır…” O an içime bir ürperti yayıldı. Hani bazen bir şey olur da kalbin birkaç saniyeliğine durur ya… işte öyle hissettim. Bir çift göz mü? Kimin gözleri? Ders bitti. Sınıf dağıldı. Kalemler çantalara, cümleler akıllara karıştı. Ama o son cümle, beynime kazındı.Ayakta kalabilmek için derin bir nefes aldım. Ama içimde bir yer hâlâ göğsüme yük bindiriyordu. Birkaç saniye daha düşünürken, profesör dersini bitirdi ve kapıdan çıkmaya başladı aceleci öğrenciler. Kimisi ise yavaşça kalkıp sınıfı terk ediyordu. İçimde bir gariplik vardı her şeyin üst üste geldiği, bir türlü anlam veremediğim bir gerginlik vardı. Gözlerim hâlâ tahtada yazılı olan cümlelerin arasında kayboluyor gibiydi, ama kafamda, kalbimde başka şeyler vardı. Başımı eğdim, derin bir nefes aldım. İçimden bir şey “Devam et” diyordu. Bu kadar düşünüp durduğum bir derste, yine de kendimi toparlamalıydım. Çünkü hayat devam ediyordu. Koridorda ilerlerken, herkesin kendi derdiyle bir yerlere yetişmeye çalıştığını görebiliyordum. Benimse adımlarım daha yavaş, biraz daha kaygılıydı. Kafamı sağa sola çevirip, birkaç kez derin nefes aldım, ama içimdeki huzursuzluk geçmek bilmiyordu. Fakültenin kapısına doğru yöneldim. Bugün biraz fazla yoğunum; zihnim, geçirdiğim birkaç saat içinde ne kadar fazla bilgiyi kabul ettiğini bir türlü sildiremiyordu. Her adımda, kalbimin biraz daha hızlandığı amansızca. Gözlerim, farkında olmadan etraftaki yüzleri tarıyor ve yavaşça yürürken, birkaç adım ötede genç bir çocuğun bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Bir an duraksadım, gözlerim bu yabancıda bir şeyler arıyor, ama ne olduğunu kestiremiyordum. Yavaşça yürümeye devam ettim. “Derin!” Kafamı hızlıca çevirdiğimde, arkamda biri olduğunu gördüm. Kendisini fark ettiğimde o an, adeta bir anlık bir donma hali yaşadım ve sesin tanıdık olduğunu bilmeme rağmen şüpheye düştüm, kim ki bu çocuk? Gözlerimi kırpıştırıp tekrar baktığımda, biraz daha netleşti. Yüzü yabancı, ama gözlerindeki ifadeyi bir şekilde tanıyorum. İçimden bir şeyler kıpırdadı, ama nedir tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum. Beni çağıran kişi, biraz daha yaklaştığında ben bir adım geri atarak “Beni nereden tanıyorsun?” diyorum, sesimde bir parça gerginlik var. Bir an sustu, sanki beklemediği bir tepkiyle karşılaştığını fark etmiş gibi, ama hemen toparlanıp gülümsedi. “Kerim,” dedi, “Beni hatırlamıyor musun? Eski okuldan tanışıyoruz. Seninle birkaç kez karşılaştık aslında.” Ama hala, onun bu kadar rahat bir şekilde beni hatırlıyor olmasına inanamıyorum. Okuldan biri olduğunu söylüyor ama… o kadar çok insanla tanıştım ki, bu yüzlerden hangisinin beni tanıdığını ayırt etmek gerçekten zor. “Eski okul?” dedim, biraz daha dikkatle bakarak. “Evet, evet! Bizim okulda dersler esnasında birkaç kere karşılaştık. Sonra sen, bir gün gruptakilerle konuşuyordun, orada tanışmıştık, hatırladın mı?” Böyle söylüyordu ama hala yüzümde bir belirsizlik vardı, hatırlamıyorum. Kendimi bu kadar gizlenmiş ve unutulmuş bir anının ortasında hissetmiyorum. Bir an sessizlik oldu. Gözlerimdeki şaşkınlık onu biraz daha rahatsız ediyor gibi. Kerim’in yüzündeki gülümseme kaybolmuş gibi görünüyor. Derin bir nefes alıp gözlerimi başka bir yere kaydırdım. İçimden bir şeyler o kadar hızlı düşünceler halinde geçiyor ki, ne diyeceğimi bilemedim. “Gerçekten hatırlamıyorum” dedim sonunda, biraz üzgün bir tonda. “Ama tanışmış olsak da, belki bir daha görüşmemişizdir.” Kerim bu defa, sesinde daha fazla bir ısrar vardı. “Olsun, ben çok iyi hatırlıyorum.” diyerek gülümsedi. “Baban Avukat Behram Artuk, değil mi?” sorusu çok ani, çok doğrudan geldi. Bir an için, kafamı duvara çarpmış gibi bir hisse kapıldım. “Ne?” dedim, sesim hafif titredi. Kerim’in bakışları sertleşiyor, dudakları biraz kıvrılıyordu. Bir anda, bir şeylerin ters gitmeye başladığını hissedebiliyordum. “Evet, baban Behram Artuk. Hepimizi mahvetti, ailemizi dağıttı Derin!” Cümlesi, havada asılı kalıyor, ne dediğini anlamaya çalışırken, bir anda içimde kaybolmuş bir korku dalgası yükseliyordu. Hızla irkilip bir adım geri attım, ama o hemen önümde durdu. Şok içerisindeyim; nefesim kesiliyordu. Kalbim, bir delinin hızında atmaya başlayınca içime korku düştü. Benim babamın adını bilmesi… ve birden “mahvetmek” kelimesi, gerçekte ne anlama geliyordu? Duygularım boğulmuş durumda. Hızla etrafıma bakındım, bir yardım arıyorum ama kimse yok. Bir anda, derin bir korku dalgası her yanımı sardı. Kerim’in bakışları beni iyice köşeye sıkıştırıyordu. Bir adım daha atsalar, belki de nereye gideceğimi, nasıl bir açıklama yapacağımı bilemeyeceğim. Kalbim çılgınca atıyor, vücudumda bir titreme hissediyorum. O kadar korkuyorum ki, sesim bile çıkmıyor. Nefes almakta zorlanıyorum, boğazım kuruyor. Onun gözlerindeki o karanlık, bana hep bir şeyler hatırlatıyor. Bir yandan savunmaya çalışıyorum kendimi, ama ne söyleyeceğimi bulamıyorum. Ne yapabilirim ki? Ne diyebilirim? Kerim öyle bir bakıyor ki bana, sanki tüm suçlarım bir anda ortaya dökülecek gibi hissediyorum. “Senin baban yüzünden anlıyor musun?” diye bağırıyor, ama sesi öyle bir yankı yapıyor ki, içimdeki korku, tüm bedenimi sarıyor. Her an yere düşecek gibi hissediyorum. Onun öfkesini kendimde hissediyorum. Ne kadar da haklı. Ama ne yapabilirim? Babam… Benim babam… Ama ne olmuş olabilir ki? Kerim, benden neden bunu bekliyor? Bir an etrafımız büyük bir çember oldu meraklı gözler sadece bağırışlarımızı dinliyor pür dikkat bizi izliyordu. “Kerim, ne demek istiyorsun?” demeye çalışıyorum ama sesim sanki boğazımda takılı kalıyor, dilim dönmüyor tam olarak ne diyeceğimi, nasıl açıklayacağımı bilemiyorum. Anlatmak istiyorum, ama o kadar korkuyorum ki kelimelerim bile titriyor. Kerim’in gözlerinde, başkalarının göremediği ama benim hissettiğim bir şey var. Sanki bir boşluk var. O kadar derin, o kadar acı dolu ki, onun gözlerinden nehir gibi akan öfkeyi hissettim. Babam yüzünden mi? Benim babam yüzünden mi? Ama ne yapabilirim ki? O kadar küçük bir çocuğa karşı duramıyorum, sadece ona bakarak içimdeki boşluğu hissediyorum. Her şeyin ağırlaştığını hissediyorum. Aniden, bir korku dalgası sarıyor beni. Vücudum öyle bir duruyor ki, hareket edemiyorum. Sadece gözlerim Kerim’de takılı kalıyor. Bir adım dahi atamıyorum, bu korkuyla nasıl başa çıkacağımı bilemiyorum. Bir nefes almak için derin derin soluk almaya çalışıyorum, ama Kerim bir adım daha atıyor ve birden bağırıyor. “Benim babam hapiste! Neden biliyor musun ona iftira atan birinin avukatı senin baban olduğu için!” O kadar gürültülü bir bağırış ki, sanki bütün fakülteyi sarhoş edecek gibi. “Sizin yüzünüzden!” Duyduğum her kelime, kalbimi daha da hızlı çarptırıyor. Ben ne kadar korksam da, buna direnmeye çalışıyorum. Ama o kadar korkuyorum ki, sadece geri adım atabiliyorum. Ama Kerim öfkeden delirmiş bir şekilde üstüme yürümeye başladı. Her adımında vücudum daha da titriyor o kadar korkuyorum ki, bir an kendimi yere düşeceğim gibi hissediyorum. “Kerim, sakin ol lütfen!” dedim, ama o kelimelerim o kadar zayıf ki, benden bir şey anlamıyor gibi. Beni anlayacak durumda değil. Sadece öfkesi, hıncı her şeyin önünde. Bu küçük çocuk, ne kadar acı çekiyor, ben onu hissetmeye çalışıyorum. Ama ben ne yapabilirim? Neredeyse nehrin ortasında bir kayık gibi hissediyorum. Kerim biraz daha yaklaşıp sertçe omuzlarımdan itince yere çakıldım. Kalp sancım artarken nefesler boğazıma takılıyordu. Bana doğru birkaç adım attı. “Baban benden babamı aldı. Bende babandan seni alacağım Derin.” Birden etrafımda birkaç kişi belirdi. Kerim’in gözlerinde kısa bir boşluk belirdiğini fark ediyorum ama hemen ardından o boşluk doluyor ve o hınçla beni bırakmıyor. Biri Kerim’i tutunca ben, o an kalabalığın arasına karışıp uzaklaştım. Derin bir nefes alarak, koşarak fakültenin kapısına yöneldim. Hızla koşarken, kalbim o kadar hızlı atıyor ki sanki tüm şehir duysun diye atıyor. Hızla koşuyorum ama bir yandan adımlarım beni yakalamaya çalışıyordu. Adımlarım beni daha hızlı götürmek istiyor, ama bacaklarım titriyordu. Düşmemek için her şeyi yapıyorum. Her şey bulanık, sanki dünyadaki her şey bir anda yavaşlamış gibi. Bedenim, bir yerlere gitmeye çalışırken, zihnim başka bir yerde. Derin nefesler alıyorum, ama ciğerlerim yeterince oksijen almıyor. Kafamda tek bir düşünce var: kaçmak. Fakültenin kapısına geldim. Elimi duvarın soğuk yüzeyine koyup nefes almaya çalıştım. Derin derin. Birkaç kez. Hızlıca. Ama bir türlü o nefesleri yavaşlatamıyorum. İçimdeki karışıklık, korku ve sıkışmışlık duyguları o kadar yoğun ki, onları itmeye çalışsam da, bu hislerden bir türlü kaçamıyorum. Ne kadar çaba göstersem de, bedenim bir türlü rahatlamıyor. Her şey, başımın içinde bir uğultuya dönüşüyor. Kalbim yine hızla atıyor. Sanki vücudumda bütün her şeyin yerli yerine oturması için çok geç kalmışım gibi. Derin bir nefes daha alırken, birden karşımdan gelen bir çift ela gözle göz göze geldim. Gözler… O kadar keskin ve dikkat çekici ki, o an sanki her şey duruyor. İçinceki derinlik bana doğru çekiliyordu. Bir saniye, boyunca dünya dönmeyi bırakıyor gibi. Kapalı gözlerim, ne kadar uğraşsam da tekrar açılmıyor, uğultular bir bir yükselirken ela gözlerin gözlerimdeki o son bakışı çıkmıyordu aklımdan.

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

ÇINAR AĞACI

read
5.7K
bc

AŞKLA BERDEL

read
79.1K
bc

Ne Olacak Halim (Türkçe)

read
14.3K
bc

MARDİN KIZILI [+18]

read
523.4K
bc

HÜKÜM

read
224.3K
bc

PERİ MASALI

read
9.5K
bc

Siyah Ve Beyaz

read
2.9K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook