(Üçüncü Göz )
Sabah, kamp alanını altın renkli bir ışıkla süslediğinde, herkes birer birer uyanmaya başlamıştı. Kimi gözlerini ovuşturdu, kimi esneyerek çadırdan çıktı. Ama iki kişi vardı ki uykusuzluk göz kapaklarının ardına saklanmıştı.
Savaş ve Seher…
Gece ateş başında dökülen kelimeler, iki kalbin içine derin bir sessizlik yerleştirmişti.
Ne Seher uzak durabiliyordu Savaş’tan, ne Savaş yaklaşmaya cesaret edebiliyordu Seher’e.
Aralarında görünmeyen bir çizgi vardı; geçmeye kalksalar, ya kalpleri sızlayacak ya da duvarlar çökecekti. Şimdilik susmak daha güvenliydi. Can her zamanki gibi enerjikti.
Ama bu sabahki enerjisinin kaynağı, sadece arkadaşlarına neşe vermek değil, Derya’nın varlığıydı.
Timin tek kadın askeri, bu dağ yürüyüşünde Can’ın gözlerini kaçırmadan izlediği tek manzaraydı.
Kamp toparlandı. Çantalar sırtlandı.
Ve üç kişilik araştırma ekibi ile askerlerden oluşan küçük koruma timi, dağın derinliklerine doğru yola çıktı. Önde Can ve Derya ilerliyordu.
Can çaktırmadan Derya’yla aynı tempoda yürümeye çalışıyor, esprilerini sıralıyor, yolda gördüğü her taşta neredeyse düşüyor ama yine de Derya’nın gülümsemesini almayı başarıyordu.
Arka sıralarda Tuğrul ve Elif yan yanaydılar.
İlk başlarda kısa, mesafeli bir sohbetle başladılar yürüyüşe ama doğanın büyüsü, ikisinin arasındaki buzları farkında olmadan eritti.
“Sen hâlâ üniversitedeki gibi sabırlısın,” dedi Elif bir ara.
“Hiç değişmemişsin.”
Tuğrul başını çevirip ona baktı. Gözlerinde ince bir gülümseme belirdi.
“Sen de… ama sadece dışarıdan.
İçeride… seni tanımaya başlıyorum galiba.”
Elif’in kalbi aniden hızlandı. Ama yürümeye devam etti. Sanki adımlarını hızlandırırsa, duygularına da yetişebilirdi.
Seher ve Savaş arkalarda, ama birbirine en yakın mesafede ilerliyorlardı. Konuşmuyorlardı. Ama sessizlik, yalnızlık değildi bu defa.
Daha çok, söylenen her şeyin ağırlığıyla gelen bir kabullenişti. Seher, göz ucuyla Savaş’a baktığında, onun da kendi gibi derin bir düşünceye daldığını anladı.
“Belki bu da bir başlangıçtır,” diye düşündü. Ama kalbinde hâlâ temkinliydi. Bir süre daha yürüdüler. Ve o an geldi.
Elif, biraz ilerideki taşlık alanda çalıların arasında bir bitki gördü. Çığlık atmadan, ama sesi titreyerek bağırdı:
“Buldum! Buldum çocuklar! Bakın, endemik türlerden biri bu!”
Seher heyecanla koşarken, Can çantasından hemen fotoğraf makinesini çıkardı. Ama Elif çoktan eğilmişti. Bitkinin boynunu nazikçe düzeltirken, gözleri parlıyordu.
Bu onun için yalnızca bir akademik başarı değildi, içindeki heyecanın dışa taşmasıydı.
Ve o an…
Hiç düşünmeden, içinden geldiği gibi, bir çocuğun coşkusuyla Tuğrul’a sarıldı.
Tuğrul bir anlık durdu. Kolları havada kaldı. Bu, yıllardır hayalini kurduğu bir temastı ama onun hayalini bile bu kadar doğal yaşatmamıştı hayat. Bir saniye sonra… Kolları Elif’in beline sarıldı. Sıkıca. Sessizce. Ama tüm kalbiyle.
Elif, yaptığı şeyin farkına varmıştı. Normalde çekilmesi, utanması gerekirdi.
Ama bu defa bu büyüyü bozmak istemedi. O an, orada kalmak istedi.
Gözleri kapalıydı. Kalbi hızlıydı. Ama kolları bırakmadı Tuğrul’u.
Bu sahneye ilk tepkisi gecikmeyen Can oldu.
“A-a! Elifçiiiğim? Cancağızını unuttun mu kuzum sen?” diye seslendi.
Ve Elif’in kolundan hafifçe çekerek onu Tuğrul’dan ayırdı.
Elif, Can’a bir yastık fırlatır gibi baktı ama gülümsedi. Çünkü Can hep Can’dı. Kırmadan, ama bozmadan.
Savaş bu tabloyu uzaktan izliyordu. Tuğrul’un gülümsemesini yıllardır görmemişti. İlk defa gözlerinde gerçekten bir ışık vardı. Savaş, arkadaşının mutluluğuna içten bir tebessümle karşılık verdi.
Seher de o an Elif’in yüzündeki mutluluğu gördü. Elif’in gözleri, yıllardır sakladığı o duygularla parlıyordu. Ve Seher’in içi ilk kez gerçekten ısındı.
“Demek ki bazen bir adım atınca, hayat da geri adım atmıyormuş,” diye geçirdi içinden.
O an Can yere eğilip fotoğraf makinesini ayarladı.
“Efenim, bu anı tarihe not düşüyoruz. Endemik türümüzü, Elif’in sarılma refleksini ve Tuğrul’un dumur ifadesini ölümsüzleştiriyoruz!”
Herkes güldü. Gerginlik dağın serin havasında biraz daha çözüldü.
Seher, diz çökerek endemik bitkinin yaprağından minik bir örnek aldı ve özel tüpüne koydu.
“Bu örnek laboratuvara gidecek. Belki yeni bir kayıt olacak,” dedi heyecanla.
Savaş, gözlerini Seher’in yüzünden çekemedi. Onun o tutkusu, o bilgiye olan saygısı içindeki çocuğu çoktan büyütmüştü.
Ama Savaş, onun hâlâ ne kadar güzel gülebildiğini o an fark etti. Ve kendi içinden geçirdi:
“Ben onu tanıdığımı sanmışım. Oysa daha yeni başlıyorum.”
Dağ yavaş yavaş gözünü kırpıyordu sanki.
Güneş tam tepeye ulaşmamış, gölgeler hâlâ uzun, serinlik hâlâ tenleri sarıyordu.
Ama en çok da içler serindi; çünkü her şey henüz söylenmemişti.
Seher, sabahın sessizliğinde yürüyor, ara ara yere eğilip bitkileri inceliyordu.
Arkasından gelen adımları duyduğunda, dönmeye gerek bile duymadı.
Zaten biliyordu…
Savaş.
Adam yavaş ve ağır adımlarla yanına geldi.
Elinde tuttuğu bitkiyi Seher’e doğru uzattı. Sade, ama içten bir tonla konuştu:
“Sanırım aradıklarından biri bu.”
Seher, göz ucuyla onun yüzüne baktı.
Ne ukalalık vardı bakışlarında, ne üstünlük.
Sadece sakinlik. Ve belki de, fark edilmek isteyen bir huzur. Elini uzattı, bitkiyi aldı.
“Evet… Bu gerçekten de onlardan biri. Teşekkür ederim.”
Savaş’ın gözleri, Seher’in o bitkiye tutkuyla bakışında takılı kaldı bir süre. Gözlerinde bilgiye duyulan saygı, ellerinde doğaya karşı bir nezaket vardı. Ve Seher, ne kadar susarsa, Savaş o kadar içine çekiliyordu.
Tam o sırada, Can yüksekçe bir kayanın üzerinden bağırdı:
“Eheh! Savaş Kaptan doğayı da alt ediyor. Siz bence dağılın çocuklar, buradan endemik türleri de biz kurtarıyoruz!”
Seher, istemsizce güldü. Savaş kaşlarını çattı ama gülümsemesini bastıramadı.
Can, yine ortamı yumuşatmanın yolunu bulmuştu.
Ama dağın başka bir patikasında,
sessiz bir başka hikâye yazılıyordu. Elif, kayalıklardan inerken dikkatlice adımlarını atıyordu. Ama dağ, nazlıydı. Ve doğa, her zaman uysal davranmazdı.
Bir anda ayağı kaydı. Bedeni dengesini kaybedince, yere düşmesine ramak kalmıştı ki…
Bir el kolunu kavradı.
Tuğrul.
Hızlı ama sağlam bir refleksle Elif’i tutmuştu.
Elif’in gözleri şaşkınlıkla büyüdü ama ağzından tek kelime çıkmadı. Ona bakan Tuğrul’un gözlerinde korku, endişe ve bir nebze de öfke vardı.
“Dikkat etsene…” dedi kısık bir sesle.
Ama bu kızgınlık, endişeden doğuyordu.
Elif başını eğdi. Ama Tuğrul hâlâ elini bırakmamıştı.
Sessizlik…İkisi için de zaman durmuş gibiydi.
Eller birleşmişti ama konuşan sadece kalplerdi.
Tuğrul’un parmakları Elif’in bileğine yavaşça yayıldı. Ordan barmaklarına doğru indi ve barmaklarını Elifin eline kenetledi. Sanki o eli bırakırsa, kalbinden bir parça eksilecek gibiydi.
Elif de o an ne geri çekildi, ne bir şey söyledi.
Sadece orada kaldı. O elde. O anda.
Ve o an…
Tuğrul’un bakışları yumuşadı. Köşesi sert, duvarları kalın kalbi; ilk defa rahatlamış gibi attı. Ona yıllar önce veda ettiğini sandığı duygular, yeniden can bulmuştu.
Birkaç adım daha öyle yürüdüler. Elif’in eli hâlâ onun elindeydi. Ne zaman bırakacaklarını ikisi de bilmiyordu.Ama belki de bırakmak istemiyorlardı artık.
Yolun ilerisinde, Can, Seher ve Savaş üçlüsü bir ağacın altında toplanmıştı. Can yerde oturmuş bir not defteriyle uğraşıyor, Seher örnekleri düzenliyor, Savaş ise onların başında koruma içgüdüsüyle dikiliyordu.
Tuğrul ve Elif yanlarına geldiklerinde, Can kaşlarını kaldırdı. Bir bakışta o elin tutulduğunu gördü. Ama bir şey demedi. Sadece sırıttı ve içinden “Oh be, sonunda,” dedi.
Seher başını kaldırıp Elif’e baktı. Gözleri gülümsedi. Onun içinden geçenleri kelimesiz anladı.Gerçek dostluk buydu işte.
O gün bitkiler toplandı, örnekler alındı, fotoğraflar çekildi. Ama en çok da kalplere yeni tohumlar atıldı.
Savaş Seher’in yanında yürüdü.
Ama temkinliydi. Seher, zamanla çözülecek bir düğümdü onun için.
Can ve Derya’nın arasında ince, ama neşeli bir bağ filizleniyordu. Tuğrul ve Elif’in ise artık kelimelere ihtiyaçları yoktu.