YÂD 5/4

1977 Words
Sessizce bir nefes verdim. Yorgun, kırık, ama hâlâ içimde yanmakta olan o karanlıkla dolu bir nefesti bu. Elimi kameranın soğuk gövdesine koydum. Parmak uçlarım hâlâ titriyordu. Ardından yavaşça kutusuna geri yerleştirdim. Kapandığında çıkan tıkırtı, içimde yankılanan bir kapanış sesiydi. Ardından sarsılarak doğruldum. Bacaklarım uyuşmuştu. Dizlerim biraz titredi, ama ayakta durmayı başardım. Ayakta... hâlâ düşmemiş olmak bile bana yabancıydı. Yatak odama çevirdim bakışlarımı. İç karartıcı bir sessizlik içinde boğulmuştu oda. Perdeler çekiliydi. Gün ışığı dışarıda kalmış, içeride ise loş bir karanlık hüküm sürüyordu. Havasız, ağır, geçmişle dolu bir mekândı burası. Odanın içine dağılmış anılar, her köşede sinsice pusuda bekliyordu. Yatağa serili çarşaflar dağınıktı, yastığın bir köşesinde hâlâ Emelie’nin bir zamanlar bıraktığını sandığım silik bir koku vardı. Burnuma geldikçe kalbimi paramparça ediyordu. En son ne zaman doğru düzgün bir uyku çektiğimi hatırlamıyordum. Belki günler önce… belki haftalar. Uykusuzluk, düşüncelerle savaşan zihnimin bir cezasıydı sanki. Ve bugün de o uykusuz gecelerden biriydi. Sabah olmuştu ama bedenim geceye takılı kalmıştı. Her yerim anı kaynıyordu. Raflar, duvarlar, çekmeceler… Fotoğraflar. Eşyalar. Ondan ve benden geriye kalan her şey… İki kişinin bir zamanlar “biz” olduğu zamanlara ait kırık dökük kanıtlardı. Gözümün değdiği her yerde bir iz, bir gölge, bir boşluk vardı. Sesini, kokusunu, dokunuşunu hatırlatan eşyalar—artık susturulamayan bir yankıya dönüşmüştü. Ellerimi cebime soktum, ama ne yapacağımı bilemiyordum. Hareket etmeden durmak bile içimi acıtıyordu. Sanki hareket edersem hatıralar dağılacak, kıpırdamazsam üstüme çökeceklerdi. Bakışlarımı yavaşça duvarda asılı duran tuvale çevirdim. Emelie’nin çizdiği bir resimdi bu. Bir anlık nefes tuttum. İçimde kalan son sıcaklık da o tuvale, o bakışla kırılıp düştü. Siyaha boyanmış tuvale, Emelie renk vermişti. Önce siyah—karanlık, dipsiz, suskun bir gece gibi. Ardından gelen beyaz… sanki o karanlığı delmeye çalışan bir dokunuş, bir umut. Ve sonra… bir kadın silüeti. Net olmayan ama gözden kaçmayacak kadar belirgin. Siyahın içine beyaz karışınca, ortaya kadının gri hatları çizilmişti. Belki de bu kadının bir adı yoktu ama ne olduğu belliydi. Sarı ve kırmızı renkler… sanki bir gün doğumunda gökyüzünü yaran ışık huzmeleri gibi. Siluetin omuzlarından yukarı kıvrılıyor, kadını neredeyse kutsal bir şeye dönüştürüyordu. Kadın, karanlıkta parlayan bir melekti. Ve sonra diğer tonlar… mavi, mor, yeşil… Her bir renk, kadının karnında toplanmıştı. İç içe geçmiş, birbirine karışmış, canlı ama narin, umut dolu ama kırılgan renklerdi bunlar. Kadının şişkin karnında sanki yeni bir hayat can bulmuştu. Tüm renkler orada birleşmişti. Belki Emelie böyle görmek istemişti kendini. Ya da kızımızı. Belki her şeyin içindeki tek renkli yeri orasıydı. Ama resim tamamlanmamıştı. Hiç bitmiş bir çizime benzemiyordu. Emelie her şeyi yarım bıraktığı gibi, bu tuvali de yarım bırakmıştı. Anlatamadığı cümleleri, çizip tamamlayamadığı bu tuvale saklamıştı. Tıpkı bana söylediklerini yarım bıraktığı gibi. Birkaç adım atarak, yavaşça yaklaştım. İçimde o tanıdık baskı… sanki boğazıma çöreklenen bir çift el vardı. Parmak uçlarımı kaldırdım. Titreyerek, çekinerek. Ve siluetin yüzeyine dokundum. Kadının yüzüne… ya da en azından yüze benzeyen o silik ayrıntılara. Çizgiler bulanıktı, ama bana bakan bir yüz var gibiydi. Boşlukla dolu bir ifade, suskun bir figür… Eksik. Yarım. Tıpkı biz gibi. Tıpkı Emelie gibi. Her zaman eksik olacağımızı bilmek ne acıydı. Sicilya’ya geleli iki hafta olmuştu. Zaman kavramı anlamını yitirmişti artık. Gün mü, gece mi, kaç gün geçti… saymıyordum. Bu taş duvarlı, rutubet kokan ev, bana geçmişten kalma bir mezar gibi hissettiriyordu. Burada kaldığım zamanlardan kalma bu eski taş evi kullanıyordum; yıllar önce saklanmak, plan yapmak ve bazı kirli işleri yürütmek için kullandığım bu yer şimdi sessizliğin ve takıntının mahzenine dönüşmüştü. Dışarıya yalnızca zorunlu oldukça çıkıyordum. Neredeyse elle tutulur hiçbir bilgi yoksa—ki genelde yoktu—kapının koluna bile dokunmuyordum. Ben dış dünyadan değil, geçmişin tortularından besleniyordum. Geceler boyu aynı belgeleri tarıyor, Emelie’ye dair yeni bir iz arıyordum. Uyku, sadece ara ara bastıran halsizlikti. Yemek yemek ise sadece zorunlu bir refleksti. Louise’den zamanında öğrendiğim birkaç iz takibi ve dijital tarama tekniği vardı. Gölge gibi iz sürmeyi, insan zihnini manipüle etmeyi, yüzlerce verinin içinden bir insanın izini çekip almayı öğretmişti. Ama ne yazık ki, Emelie tüm o sistemlerin dışında hareket ediyordu. Saklanmak konusunda bir ustaydı, görünmez olmayı başarmıştı. Bir iz yoktu. Ne kredi kartı, ne otel kaydı, ne kamera görüntüsü. Tüm yollar karanlığa çıkıyordu. Onu kızımızın mezarının başında bırakıp gittiğim o anı her düşündüğümde, boğazımda sıkışan bir yumru oluyordu. Neredeyse pişman olacaktım. Ama o anlarda aklım yerinde değildi. Kızımın varlığını öğrendiğimde... ve öldüğünü sandığımda... sanki beynim kurşun yemişti. Zaman durmuştu. Düşünememiştim. Hissedememiştim bile. Ama sonra Sharon Queen… ya da gerçek ismiyle Eleonore Peruggia. O kadın ağzından dökülen bir cümleyle içimdeki ölü toprağını silkeleyip beni tekrar ayağa kaldırmıştı: “Yaşıyor ama sen onu asla bulamayacaksın.” bile bilmediği bir gerçeği söylemişti bana. O cümle, karanlığın içinde bir kıvılcım gibi parlamıştı. Boğulduğum o bataklıktan kendimi yeniden yukarı çekmeye başlamıştım. Love yaşıyorsa, o hâlâ bir yerlerde nefes alıyorsa... bu, yaşamak için bir sebepti. En son Sharon’ı iki gün önce ziyaret etmiştim. Kapalı, loş tek bir yataklı oda da. Taş duvarlara çarpan kendi ayak seslerimden başka ses yoktu. Kadın hâlâ konuşmuyordu. Ne psikolojik baskı ne fiziksel işkence işe yaramıştı. Sessizliğini, bir zafer gibi taşıyordu üzerinde. Tıpkı yıllarca kötülükle yoğrulmuş biri gibi. Sanki işkence onun için bir ritüeldi; acının içinden geçmeyi ezberlemiş gibiydi. Elbette ona karşı merhametliydim—kendi tanımımda. Sadece iki tırnağını çekmiştim. Ve elbette tehdit de etmiştim: Kızımın yerini söylemezse küçük kızı Angela’yı öldüreceğimi açıkça ifade etmiştim. Bu tehdidime histerik bir kahkahayla karşılık verdiğinde yüzüne bir anlık boş bir bakışla bakakalmıştım. Sonra sesi, içimi donduran o cümleyi tükürmüştü: “Emelie’nin yanında Angela da var. Kendi gittiğinde kız kardeşini de götürdü.” Tüm bedenimden bir ürperti geçmişti. Emelie’nin yanında sadece kendi canını değil, tek önemsediği insanı da götürdüğünü öğrenmiştim. Demek ki Angela, onun zayıf noktasıydı. Şimdilik ellerimde yalnızca anneleri vardı. Ama bu, artık yeterli değildi. Sharon konuşmayacaktı. Gözleri her şeyden haberdar, ama dudakları mühürlüydü. O da tıpkı kızı gibi, yarım kalan hayatlara ustaca susarak hükmediyordu. Ama herkesin bir zayıf noktası vardır. Her karanlık ruhun bir sızıntı noktası, bir sarsılacağı an vardır. Ve ben onu bulacaktım. Gerekirse Eleonore Peruggia'nın geçmişine inip oradan çekip çıkaracaktım. Karanlıkla karanlıkla savaşılırdı. Artık onu çözüp, kızıma ulaşmam gerekiyordu. Çünkü Love hâlâ bir yerlerdeydi. Ve zaman, aleyhime işliyordu. Emelie’nin çizdiği o yarım kalmış tuvalin önünde hareketsizce duruyordum. Parmak uçlarım hâlâ kadının silüetine dokunurken, boğazıma yerleşmiş düğüm geçmek bilmeyen bir sessizliğe dönüşmüştü. Renklerin içine gömülmüş duygular, tıpkı içimdeki kaos gibi dağınık, başıboş ve yaralıydı. Her fırça darbesinde onun ellerinin izini hissedebiliyordum; korkusunu, umudunu, telaşını... Belki de bu yüzden gözlerimi tuvalden ayıramıyordum. Bu resim yalnızca bir kadın figürü değildi; bu resim onun çığlığıydı. Susturulmuş bir annenin, kaçmak zorunda kalan bir kadının sesi... Tam o anda, evin giriş kapısı şiddetle açıldı. Ardından tok bir çarpma sesi yankılandı—sanki biri dış dünyayı ardında bırakmak istercesine kapatmıştı. Gözlerimi kısmadan tanımıştım bu varlığı. Sessizce derin bir nefes aldım. Ayak sesleri koridorda yankılanırken, adımlarının öfkeli ritmi yavaş yavaş yaklaştı. Kalbim hızlanmadı. Artık hiçbir şey hızlandırmıyordu. Sadece parmaklarımı sıktım. Hazırdım. Dante kapıyı bir darbeyle açıp yatak odama girdiğinde ve göz göze geldiğimizde aramızda sadece üç adımlık bir mesafe vardı. İçeriye fırtına gibi girdiğinde, onu durdurmak isteyen hiçbir düşünce yoktu kafamda. Yüzü ateşin rengine çalıyordu; kızarmış teni, gerilmiş çenesi ve çatık kaşlarının altında kıvılcımlar saçan gözleriyle karşımda durmuş, her an patlamaya hazır bir volkan gibiydi. Ellerini yumruk yapmıştı. Parmağındaki eski bir yüzük boğumlarının arasına gömülmüş, tenini kesercesine sıkıyordu. O an silahına uzanmadığını fark ettim—belki de kendini zor tutuyordu. Gömleğinin içinde göğsü hızla inip kalkıyordu; siniri sadece yüzünde değil, tüm bedeninde titreşiyordu. Ben ise yerimden kıpırdamadan, kasvetli bir heykel gibi onu izliyordum. Donuk ve taş kesilmiş bir yüz ifadesiyle. İçimde bir öfke yoktu. Sadece ağırlaşmış bir boşluk vardı. Ellerimi belimde birleştirdim, yumruk atma içgüdüsünü bastırmak içindi. Çünkü yüzünü ne zaman görsem, yüzüne yumruk atmak istiyordum. Lanet olsun, yine ne olmuştu ki? Dante’nin sesi boğazına sıkışmış gibi sustu bir süre. Ama nefesi, dişlerinin arasından çıkan uğultu gibiydi. Gözlerinin içinde biriken kırgınlık, yalnızca öfkeyle değil, hayal kırıklığıyla da şekillenmişti. Sanki bir zamanlar inandığı birini, artık tanıyamıyormuş gibi bakıyordu bana. O an anladım… Dante sadece kızgın değildi. Dante sağ kolunu gerçekten yitirmişti. “Neden buradasın?” dedim nihayet, sesimdeki öfkeyi bastırmaya çalışarak. Soğuk, ölçülü, ama içinde kaynayan lavı gizleyemeyen bir tonda. Gözlerim onunkilere dikiliydi. Sakin kalmaya yeminli gibiydim, ama her kelime boğazımda bir bıçak gibi dönüyordu. “Sana gelmemeni söylememiştim. Uzak durmanı…” Dante’nin yüzü kasıldı. Sinirden dudaklarını yalayıp bir adım daha yaklaştı. Göz göze geldik. Artık aramızda sadece tek adım kalmıştı. Gözleri öfkeyle değil, çaresizlikle titriyordu. “Emelie ile haftalardır iletişim kuramıyor,” dedi. “Zaten aklını kaybetmek üzereydi. Angela’ya da ulaşamadı, biliyorsun. Son çare halasına ulaşmak istediğinde… bil bakalım ne oldu, ha? Ne oldu manyak?!” Başımdaki damar zonkluyordu. Ama hâlâ sessizdim. “Söylemek zorunda kaldım!” diye bağırdı. “Emelie ile aranda olanlara nasıl tepki verdiğini hatırla. Onu daha fazla saklayamazdım! O hâlâ onun halası ve ne olursa olsun gerçeği öğrenmeye hakkı vardı!” Bir an sessizlik çöktü. Soluklarımız birbirine karıştı. Aramızdaki hava, kırılmak üzere olan bir cam gibi gergindi. Odada yankılanan tek şey, geçmişin suçları ve henüz dökülmemiş kanın uğultusuydu. Ben sadece gözlerimi yere indirdim. Sharon’un kızımın yerini bilmesine rağmen hâlâ konuşmaması ve Lisette’in gerçeği öğrenmesi… Her şey kontrolümden çıkıyordu. Her şey telafisi olmayan bir çizgiye doğru kayıyordu. İtalya’ya ilk adım attığımda, Lisette gözlerini bana diktiğinde sadece beni değil, arkamda Emelie’yi de arıyordu. Beklentisi açıktı. Belki buluşmak için sabırsızlanıyordu. Belki de Emeli Ama Emelie çoktan yok olmuştu. Karanlığa karışmış, izini kaybettirmişti. Lisette’nin gözlerindeki umudu gördüğümde sustum. Ama bu sessizlik fazla uzun sürmedi. Ona bazı gerçekleri söylemek zorundaydım. Kısmen. Tüm çıplaklığıyla anlatmaya kalksaydım, dizlerinin üzerine çökebilirdi. Gerçekler ağzımdan dökülmeye başladığında, gözlerinde yanan o ince çizgi kırmızıya döndü. Tırnakları avuçlarının içine battı. Sonra kontrolünü kaybetti. Üzerime sinirle atıldığında, Dante onu son anda yakalamıştı. Zar zor tuttu, elleri Lisette’nin omuzlarında titriyordu. Lisette haykırıyor, gözlerinden öfke ve acı fışkırıyordu. Ona ne anlatmıştım? Emelie’nin Kyle Shawn’ı dolaylı yoldan öldürdüğünü, beni bayıltıp bir kafese hapsettiğini, bir kızımız olduğunu, adını Love koyduğunu… Ve onun öldüğünü. Mezarının başında Emelie’yi nasıl bırakıp gittiğimi. Kısacık cümlelerle saatler süren acılar anlatmıştım. Ve hepsi, Lisette’nin gözünde bir hançer gibi yer bulmuştu. Ama şimdi düşününce... Gerçekten suçlu olan ben miydim? Belki de evet. Belki de hayır. Kurban rolüne bürünmek için fazla şey görmüştüm, ama fail olmak için de fazla cahildim. Tek bildiğim, hiçbir şeyi bilmeden sevmiştim onu. Kör bir sevgiyle, aklımı teslim eder gibi... Emelie... Adı bile kalbimde yankılandığında içimi bir bıçak gibi yarıyordu. Onu, Lisette kadar bile tanıyamamıştım. Onu en iyi tanıyan kişi hep Lisette olmuştu, ben değil. Ben, sadece hayal ettiğim bir kadına âşık olmuştum. Bir katili değil. Bir hayaleti değil. Kanla yazılmış bir geçmişin hayatta kalmış son tanığına değil… Aşık olduğum kadınla, gerçekte kim olduğu arasındaki uçurumu göremeyecek kadar kördüm. Mrs. E’yi... Portre Katili’ni... Yüzünü hiç göstermeyen, ama ardında hep bir leke bırakan o gölgeyi, fark edememiştim. Belki de fark etmemek için çabaladım. Belki içimin bir yerinde, beni benden alan her bakışın, her temasın ardında başka bir şey olduğunu seziyordum ama susuyordum. Emelie, Emelie gibiydi – değildi de. Şüphelerim vardı ama şüphe şüpheydi işte! Gözlerimin önünde çatlayan tüm aynaları görmezden gelmiştim. Emelie'nin soğuk davranışlarını, kaçamak bakışlarını, bir türlü tamamlanmayan cümlelerini... Hepsini aşkın gölgesine gömmüştüm. Aşk her şeyin üstünü örter diye kandırmıştım kendimi. Aptaldım. Kördüm. Kendime bile itiraf edemediğim kadar. Ve şimdi... Şimdi kendi ellerimle kazdığım bir çukurun dibindeydim. Ellerim toprakla değil, pişmanlıkla kirlenmişti. Her şeyin içinden geçen bir yankı vardı kulaklarımda: Sen, hiçbir şeyi anlamadın. Ve evet, anlamamıştım. Emelie’nin ne yaptığını, kim olduğunu, ne uğruna mücadele ettiğini... hiçbirini bilmiyordum. Sadece sevmiştim. Körü körüne. Tırnaklarımı ona değil, onun ardında sakladığı boşluğa geçirmiştim. Ve şimdi, onu hâlâ arıyordum. Hâlâ bulmak istiyordum. Çünkü Emelie, bana hâlâ cevaplar borçluydu. Ve ben, o sessizliği delip geçmeden dinlenemeyecektim. Onu unutamazdım çünkü unutmak, yok saymaktı. Ve yok saymak, benden geriye kalan son parçayı da öldürmekti. Yok olmak istemiyordum. Ama belki çoktan yok olmuştum. Değil mi? Gururumu hiçe saymış, benliğimi ezip geçmiştim. Tam o sırada Dante’nin sesi sessizliği yırtarak yankılandı. “Halası, Sharon’ın yerini söyle!” diye bağırdı. Öfke sesinin her kıvrımına sinmişti. Yumrukları titriyordu. Dişleri sıkıydı, çenesi kasılmıştı. “Tabii… hâlâ yaşıyorsa.” “Yaşıyor,” dedim, dudaklarım arasından sessizce mırıldandım. “Şimdilik.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD