Keaton Henson|You
Acı çektim, değiştim ve öğrendim.
1. BÖLÜM
YÂD
İTALYA/SİCİLYA
İyi adam olmayı denedim.
İyi adam olmayı gerçekten denedim.
Ama ben kötü adamım.
Cennetimizden cehennemine düşmüştük, onun cehennemi benim kıyametimdi. Aşkımı kendi elleriyle öldürecek kadar benden daha kötü biriydi o. Evimizi ateşe vermişti, o ev şimdi yeniden harabeydi. Harabe ev, benim için sırtımı dönüp gidecek kadar anlamsızlaşmıştı. Hayatımın kaynağı kurumuştu, ruhum kayıptı, kalbim kimsesizdi, o hisler o kadar yabancı ve o bitip tükenmişlik hissi o kadar tanıdıktı ki. Yabancı her şeyi tanımlayabileceğim tek kelimeydi. Cehennemi tüm cezbedici günahlarıyla bilirdim, cenneti tüm lütuflarıyla tatmıştım. Araf da kalmak bu hisse yabancıydım. Aşık olduğum kadın benim için ölürken, kızımın on yıl önce doğar doğmaz öldürüldüğünü öğreniyordum. Cebelleştiğim acının beni nasıl ölmekten beter ettiğini düşünemez miydi? Kurşundan delici sözleri, kalbimi delip geçmişti. Aşkını açtığı delikten damla damla kanayarak aktı. Boşluğu baş edemediğim baş edemediğim acı doldurdu. Senden gitmek bu boşluk hissiyle kolay olmuştu ama sonrasında boşluğu dolduran acıyla nasıl cebelleşeceğimi düşünememiştim. Söylesene Emelie on yıl boyunca bu acıyla nasıl yaşayabilmiştin? Ya da yaşamış mıydın? Yoksa kalbini insanlığından arındırıp yaşayan bir ölü mü olmayı seçmiştin? Son sorunun cevabıydı Emelie. İnsanlığını terk etmiş, canavar olmayı seçmişti. Işığını yitirmiş gözleri karanlığa bulanmıştı, gözleri canavara aitti. Meleğim benim için hiç var olmamıştı.
Gerçekten kalpsiz olmak isterdim. Kalbi hiç kırılmamış, acının ne demek olduğunu bilmeyen bir adam olmak isterdim. Ne sevmiş, ne bağlanmış, ne umutlanmış... Duygusuz ve hissiz biri olmak, kulağa eskiden korkunç gelirdi, ama şimdi bana tek kurtuluş gibi geliyor. İçimde ne varsa kırılmış, darmadağın olmuş. Hissettiğim her şey, bana geri dönüp daha fazla zarar veriyor. Dağılmamak için kendimi toparlıyorum ama sanki içimdeki enkaz her nefeste biraz daha ağırlaşıyor. Emelie ile birlikte olduğumuz o fotoğraflar odamın dört bir yanına dağılmış. Eski evimimizi düşündüm duvarlar, eşyalar, her bir oda… Her yerde bir gülüşü, bir bakışı, bir anısı... O anılarla dolu ev, şimdi sessizliğin bile yankılandığı bir mezara dönüşmüş gibi. Her şey kül. Her şey solmuş. Geçmişin kendisi, sanki şu anın içinde boğulmuş. Ellerimde bir tanesi duruyor—on sekiz yaşındaydık. O kırmızı elbisesiyle göz kamaştırıyordu, bense o aptal gri eşofmanımla yanında daha da sönük kalmışım. Ama o gülümseyiş... Sanki tüm dünyayı kurtarabilecekmiş gibi saf, canlı, bendendi. Son fotoğrafımız olduğunu düşünüyordu. Ama ben onun haberi olmadan yüzlerce kez daha çekmiştim onu. Uykusunda, pencereden bakarken, kitap okurken… Yüzünde farkında olmadan beliren bin bir ifade vardı. Onu en çok o anlarda sevmiştim. Korunaksız, dürüst ve sessizken. Şimdi hepsi bana yabancıydı. Ona ait her şey.
Fotoğraflara baktığı günü hatırladım. Şaşkınlıkla gözlerini kısmıştı önce, sonra dudaklarını birbirine bastırmış, hiçbir şey söylemeden yüzüme bakmıştı. Bir şey demediği o an içime kazındı. Söz değil, suskunluktu en büyük ceza. Aklıma geldiğinde hâlâ içimde bir yumruk gibi sıkışıyor. İç çektim, öfkeyle, kırgınlıkla... Başımı geriye yasladım. Duvar soğuktu ama o an içimdeki boşluk daha soğuktu. Elimdeki fotoğrafa tekrar baktım ama artık hiçbir anlamı kalmamıştı. Bakışlarım yavaşça sehpanın üzerindeki mektuba kaydı. İşte oradaydı. İntikamına engel olmayayım diye beni bayıltıp, kafese hapsettiği bir kaç günde yazmaya başladığı o lanet mektup. Onu yazarken defalarca izlemiştim. Sessizdi, çok sessiz. Kalemin kağıda sürtünmesi bile o anda sinirlerim alt üst olmuştu. Arada bir durur, gözlerini uzak bir noktaya dikerdi. Belki de beni değil, geçmişteki kendini görüyordu. O an onun içinden neler geçtiğini tahmin edemezdim. Ama şimdi mektubu ezbere biliyorum.
“Ben senin hayatını kurtarmaya çalışırken, senin hayatının içine bu denli sıçacağını bilseydim, kılımı bile kıpırdatmazdım!” Bu cümle kulaklarımda yankılandı. Tüm sesler sustu, sadece bu vardı zihnimde. Sanki o an yeniden oradaydım. Gözleri karanlıktı, benim karanlığımdan bile derin. Dudaklarından çıkan her kelime, içimde bir duvar daha yıktı. “Senin için mahvettiğim on yılım... Yaşadıklarım, kaybettiğim ışığım... Hepsi bir hiç içinmiş!” Ellerim kulaklarıma gitmek istedi. Sustuğum, kaçtığım, görmezden geldiğim her suçlamayı kendime itiraf ediyordum. O ses sadece dışarıdan gelmiyordu. Artık beynimin bir parçasıydı. Her tekrarında içimdeki bir parça daha çürüyordu. “Senin korkaklığın yüzünden ben cesur olmak zorunda kaldım.” İşte en çok da bu cümle yaktı. Çünkü doğruydu. Ben kaçtım. Ben sustum. Ben geri çekildim. Oysa o savaştı. Bedel ödeyen hep oydu. “Öyle şeylere cesaret ettim ki, geriye insanlığım namına hiçbir şey kalmadı. Senden farksız bir canavara dönüştüm.” O an nefesim daraldı. Çünkü ben de artık ne olduğumu bilmiyordum. İnsan mıydım, suçlu muydum, bir canavar mıydım? Hepsi benim suçum muydu?
İçleri kanlanmış, uykusuzluktan kurumuş gözlerle mektuba bakıyordum. Gözbebeklerimde ne bir ışık, ne de bir umut kalmıştı—sadece kırmızıya çalan boşluk... Harfler bulanıklaşıyor, ama anlamları zihnimde çığlık çığlığa yankılanıyordu. Mektubun her satırı, boğazıma dolan bir düğüm gibiydi. Sanki her kelime, içimde sakladığım ama hiç dile getiremediğim bir gerçeği benden daha iyi biliyor, daha iyi anlatıyordu. Kendimden tiksiniyordum. Yaptıklarım için değil yapamadıklarım için. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, aynaya bakamıyordum. Çünkü orada gördüğüm yüz, hâlâ onu seviyordu. Onun yüzünü, dokunuşunu, sesinin tonunu, göz bebeklerinde saklanan gölgeleri seviyordu. Oysa ondan nefret etmem gerekiyordu. Beni bu hâle getiren oydu. Giden, kızımızın ölümünü benden gizleyen, intikam için beni hapseden, annem hakkında gerçekleri bilen, kendi hakkında ki sırları gizleyen... Hayatımın en karanlık koridoruna beni elleriyle iten, ardımdan kapıyı kapatan oydu. Ama insan bazen en çok nefret ettiğine en çok ait hisseder ya… Belki de bu yüzden hâlâ özlüyordum. Lanet olası bu hisler—nefretle sevginin birbirine dolandığı, içinden çıkamadığım bir düğüm gibi… Hem kurban hem cellattım. Hem terk eden, hem terk edilmiş... Kendime bile anlatamayacağım bir boşluğun tam ortasındaydım. Ne ileri gidebiliyordum, ne de geçmişin içinde kaybolup yok olabiliyordum. Donmuş gibiydim. Her şey durmuş, sadece acı kalmıştı çalışır hâlde. Kalbim değil, içimdeki suçluluk duygusu atıyordu artık.
Emelie beni terk etmedi, bu sefer giden bendim. Yaşadığımız çok daha fazlasıydı. Emelie beni gömmüştü. Diriyken gömülmenin ne demek olduğunu onun gözlerinde gördüm. Ve işin en korkunç tarafı, ben hâlâ onu seviyordum. Beni yavaş yavaş öldüren kadını... Tüm bu karanlığın içinde hâlâ onun ışığını arıyordum. Ama o ışık artık bana ait değildi. Belki de hiçbir zaman olmamıştı. Kendi hayalimi sevmiştim, onun değil. O gerçekti, ben onu olduğundan farklı bir hayale çevirmiştim içimde. Birlikte olduğumuz zamanlarda bile bana ait değildi. Bana ait olduğunu hiç söylememişti. Sadece ben öyle zannetmiştim. Kalbine sığındığımı sanmıştım, meğer sadece kapısında durmuşum. Oysa her gülüşünde, her omzuma yaslandığında ait olduğumu sanmıştım. Şimdi düşündüğümde, o günler rüyadan bile daha kısa geliyor. Sisli bir sabahın aniden aydınlanması gibi... Bir an vardı, sonra yoktu. Geriye ben kalmıştım. Ama şimdi... Şimdi gidendim. Yine de neden kalan gibi hissediyordum? Neden hâlâ içimden çıkmıyordu bu boşluk?
Elimi saçlarımın arasından geçirdim. Parmak uçlarım kalın tellerin arasına takıldı. Saçlarım uzamıştı, kontrolsüzce, umursamazca. Tıpkı içimdeki karmaşa gibi. Sakallarım dağınık şekilde çeneme ve çene çizgimin etrafına yayılmıştı. Ne kesmek için ayna karşısına geçmiştim, ne de bu halime dair tek bir kelime etmişimdi. Çünkü aynaya bakmak, o adamla yüzleşmek demekti. İçimi kemiren pişmanlıkla, korkaklığımla, suskunluğumla... En kötüsü de hâlâ onu sevmekte ısrar eden tarafımla. Sakalımı sıvazladım. Parmaklarım sert kılların arasından geçerken, tıpkı zihnimin içinde dolanır gibi boşlukta kayboldu. Kendimi ne kadar ihmal ettiğimi fark ettim. Ama artık bedenime dair bir bağlılık hissetmiyordum. Ruhum çoktan dağılmıştı. Gözlerimi yavaşça kapattım. Karanlık göz kapaklarımın altından bile sızıyordu. İçimde bir baskı, sanki her nefeste boğazıma sarılıyordu. Elimi öne doğru uzattım. Sehpanın üzerinde, kenarları çatlamış, kıvrılmış, sanki bin kez açılıp kapanmış olan o kağıdı parmaklarımın ucuyla kavradım. Onu ezberlemiştim ama yine de elim ondan uzak duramıyordu. Çünkü o kağıt, onun bana bıraktığı son şeydi. Bir ceza, bir veda, belki de bir itiraf. Ama her ne olursa olsun, Emelie’den kalan tek şeydi.
Sevgilim
Son mektubu böyle başlıyordu.
Biliyorum, bu satırları okuduğunda kalbinin bir yeri daha kırılacak. Ama bazen, bazı gerçekleri sadece kelimelerin soğukluğuna sığınarak anlatabilirim. Gözlerinin içine bakarsam, kendimi unutacak kadar kaybolurum. Ve bu kez, unutmam gereken şeyleri değil, hatırlaman gereken şeyleri yazıyorum sana.
Ben vazgeçemem, Leon.
Sonunda ölecek olsam bile…
İntikamımdan, geçmişimden, kendi karanlığımdan kaçamam. Kyle Shawn’ı öldürmek benim tek hayalimdi, tek amacım. Herkesin hayatı bir nedenle döner, benimki de onun son nefesiyle tamamlanacaktı. Sen bunu anlamayabilirsin. Anlamanı beklemiyorum. Ama bilmeni istiyorum. Bir katil hedefine kitlendiğinde, hiçbir şey gözüne görünmez. Tıpkı senin gibi. Sonuçta sen de katilsin. Belki benden daha sessiz, ama benden daha acımasızsın.
Seninle bir geçmişimiz vardı, evet. Ama bazı savaşlar kişiseldir ve öyle kalmalıdır. Ve bu, bana aitti. Emelie, Mrs. E, Portre Katili… Hangi adımla seslenirsen seslen, hepsinde aynı kadını bulacaksın. Beni. Seni en çok seveni ve sana en çok yalan söyleyeni. Bana yalancı diyebilirsin, nefret edebilirsin, beni lanetleyebilirsin ama hiçbirini geri alamayacaksın. Bende hiçbirini geri alamayacağım. Çünkü gerçek değişmeyecek: Canavar hep canavardır, Leon. Ve canavar bendim. Ve sen, benim gözümde bir melektin. Ellerinde ki kana ve günahlarına rağmen… bana aşık olan o kanatlarını kırdığım melek.
Biz iki katildik. Ten tene, dudak dudağa… Günahlarımızı birbirimize itiraf etmeden seviştik. Ama sende olmayan bir şey vardı bende: Ben senden daha günahkârdım, Leon. Ve bu yüzden seni senden daha çok sevdim.
Ben… sevemem sanıyordum. Ama sevdim. Senden birini daha sevdim.
Kızımızı, Love’ı…
Edith Love Shawn’ı.
Ona öyle büyük bir sevgi besledim ki… seni bile ikinci sıraya koydum. Onun kalp atışları, benim kefaretimdi. Onun gözyaşlarıyla ben temizlenecektim. Ama temizlenemedim.
Çünkü bir gün sana hamileydim diyebilme cesaretini ancak ölümü ensemde hissettiğimde buldum. Yaşama o kadar uzak, ölüme bir adım kadar yakındım. Kaçıyordum. Kaçıyorduk. Beni yakaladığında, seni ittim. Silahını yere fırlattın. Öfkenin ağırlığında çözüldün. Gözlerin kıpkırmızıydı. Ve… ağlıyordun. Sen, Leon… bana hiç ağlamazdın.
On sekiz yaşındaydım. Sana ve bana ait bir bebek… bizden bir parça… O an başımı parmaklıklara yasladım. Hayat bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Kırılmış hayaller, eksik kelimeler, duyulamamış çığlıklar. Kyle bunu öğrendiğinde, her şey karardı. Sharon sayesinde… ihanet geldi. Birini seçmem gerekmiş gibiydi. Ve ben gençtim. Toydum. Ama içimde atan başka bir kalp vardı artık. Anne olacağımı biliyordum.
Seni bırakmak zorundaydım. Ve kırmızıyı seçtim.
Beni anlamanı beklemiyorum.
Ama beni unutmamanı diliyorum.
Çünkü ben sensiz bir hiçken, sen benim içimdeki hayatı kurtaran tek şeydin.
Seni en çok ben sevdim, Leon.
Ve en çok ben yaktım Kül Adam’im.
Yasemin Kokulu Kadın, Kül Adam’ını öldürdü.
Emelie
Sonunda ikimiz de ölmemiştik ama yaşamıyorduk da. Hayatın teknik olarak sürdüğü ama ruhun çoktan terk ettiği o gri çizgideydik. Emelie de ben de bedenlerimizi sürüklüyorduk yalnızca; içimizdeki o şey—ruh, umut, sevgi ya da neyse—çoktan yanmış, küle dönmüştü. Onun bana yönelttiği o kanlı, zehirli sözler hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. Her biri derin bir kesik gibi içime işliyor, geçmişin yarasını her seferinde yeniden açıyordu. Evimiz… O dört duvar, o anıların üzerine titrediğimiz alan… Şimdi bir harabeydi. Alevlerle birlikte her şey yutulmuştu: kahkahalar, kavgalar, sırlar, fısıldanan sevgi sözcükleri. Ve o son kıvılcım, yalnızca o evi değil, içimdeki son ışığı da söndürmüştü. Yangının ortasında, çaresizce birbirimize bağırırken fark etmiştim; biz çoktan kaybolmuştuk. Alevler, yalnızca enkazı görünür kıldı. Her bir kül tanesi, birlikte kurduğumuz cennetin bir hatırasıydı. Dumanlar yükselirken, o anılar da gökyüzüne acıyla savrulmuştu. Şimdi Emelie ile geçirdiğim her an, geçmişin karanlık bir gölgesi gibi üzerime düşüyor. Zamanında beni yücelten o aşk, artık yalnızca nefes almamı engelleyen ağır bir zincire dönüşmüştü. Eğer ölü olmak, içinin her gün biraz daha boşalmasıysa… Ben çoktan ölmüştüm.