Bakışlarımı yere indirdim önce. Kaçtığım için değil, cevabın birden fazla anlamı olduğu için. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapatarak iç çektim. Sonra doğrudan, hiçbir çatlak bırakmayacak şekilde konuştum. “Biyolojik oğlum değil,” dedim. “Evlatlık. Ama bunun bir önemi var mı artık? Bu, seni ilgilendiren bir mesele değil.”
Sözlerimden sonra Lisette’in gözleri büyüdü. İçindeki sarsıntı yüzüne yayıldı, ama geri çekilmedi. Dudaklarını sıktı, sonra dişlerini gıcırdatarak konuştu. “Kızın olduğunu yeni öğreniyorsun… Şimdi bir de oğlun var. Ne kadarını bilmiyoruz Leon? Daha ne saklıyorsun bizden?”
Tam o an Dante araya girdi. Sesi kontrollü ama keskin bir netlik taşıyordu. “Liset,” dedi. “Leo, Leon’un biyolojik çocuğu değil. Bu konuda hiç şüphe olmasın. O her daim Emelie’ye sadık bir aptal… Ama sonuçta sadık.”
Sözlerinin sonunda Dante göz ucuyla bana baktı. Beni savunmuş gibi görünse de söylediği cümlenin tonunda bir şey vardı—bir tür alay mı, yoksa üzülerek hak verme mi, kestiremiyordum. Onaylamadığım bir cümleydi, ama içten içe haklıydı. Söylemese de olurdu. Ama Dante, hiçbir şeyi içten tutmazdı. Yine de düzeltmedim. Çünkü bazı yanlışlar vardır ki, tekrar tekrar söylenmesine gerek yoktur. Onlar artık kişinin tenine yapışmıştır. Benim aptallığım da öyleydi. Özellikle Emelie söz konusu olduğunda. Lisette Dante’nin sözlerine cevap vermedi. O da biliyordu içindeki bir şeyin çatladığını. Ama susmayı tercih etti. Yalnızca omuzlarını silkti; öylesine, yorgun bir bedenin kendi ağırlığını taşıyamadığı bir an gibi. Ama o silkinme bir teslimiyet değildi. Teslim olan bir kadın değildi o—yalnızca neyle savaşacağını, neyi savunacağını bilmediği bir kararsızlık içindeydi. Yüzü daha da solgundu artık. Dudaklarının kenarında bir çatlama, gözlerinin altında uykusuzluk halkaları belirmişti. Gözleri yaşlı değildi. Belki ağlayacak kadar gücü bile kalmamıştı.
“Lanet olsun...” diye fısıldadı, kendine daha çok. “Sadece... anlam veremiyorum. Her şey üst üste geliyor. Anlamsızca...”
Yanağımı elimle silip güneşe döndüm. Sıcak tenimi yakıyordu ama iyi gelmişti. Soğuktan çıkıp kavrulmak gibiydi. “Emelie ile on yılı aşkın süredir ayrıydık.” dedim. Sesim yumuşaktı ama içimde bir taş gibi duran cümlelerle devam ettim. “Leo... hayatıma giren nadir, iyi olan şeylerden biri. Onu evlat edindim. Tüm mesele bu.”
Sözlerim, üzerime yapışmış bir suçun savunması gibiydi. Belki biraz da öyleydi. Onlara değil, kendime anlatıyordum bunu daha çok.
Sonra konuşmayı kesip, Paolo’ya döndüm. Sabırla bekliyordu, elleri arkasında birleşmişti. Getirdiğim konuklara baştan aşağı dikkatle bakıyordu. Özellikle Dante’ye. Gözlerini kısmıştı. Cosa Nostra'dan olanlara hep mesafeli olmuştu Paolo. Ve bunu asla saklamazdı.
“Bunun için üzgünüm Paolo,” dedim hafifçe başımı eğerek. “Onlar fazla bir şeyden haberdar değil. Tepkilerini mazur gör. Özellikle de Bayan Allard’ın.”
Lisette boğazını temizledi, hafifçe alaycı bir ses tonuyla, “Hah. Sadece bizi daha ne kadar şaşırtacaksın merak ediyorum.” dedi.
Söyleyecek başka bir şey bulamamış gibiydi.
Ben ise onun sözlerini duymamış gibi davrandım, yüzümü Paolo’ya döndürerek başka bir soruya geçtim. “Monica nasıl?” dedim. “Sharon’a iyi bakıyor musunuz?”
Paolo başını hafifçe salladı. Gözlerinde alışıldık o yorgunluk vardı ama içinde sadakati de taşıyan bir tavırla, eliyle sahile inen taşlık patikayı gösterdi.
“Monica iyi. Dediğin gibi ona iyi bakıyoruz.” Kısa bir duraksamayla ekledi. “Şarap mahzeninde ne kadar iyi olunabilirse artık…”
Yüzümdeki kaslar gerildi. Alt çenemi sıkarak ileri adım attım. “Merhamet göstermeme kuralını unutma,” dedim soğuk bir sesle. “Kim olursa olsun. Kadın ya da erkek. Herkes hak ettiğini yaşar. O da hak ettiğini yaşıyor.”
Paolo, sözlerimi kişisel algılamamış gibi yaptı ama gözlerindeki gölgeyi fark ettim. Derin bir iç çekti. “Sorun değil. Monica biraz... duygusal davranıyor. Bu tür şeylere alışık değil.”
Gözlerim daraldı, sesim yavaşça boğuklaştı.
“Duygusal davranıyorsa, onu Sharon’dan uzak tut.” dedim. “Leo’ya bakmak ilk önceliği. Benim için önemli olan o. Monica bunun farkında olmalı.”
Birkaç adım sonra Paolo şapkasını çıkarıp alnındaki teri silerken saçlarını geriye yatırdı. “Öyle yapıyoruz,” dedi, sonra gözleri yeniden Dante ve Lisette’ye kaydı. “Kalacaksınız herhâlde? Size oda hazırlayabiliriz.”
Dante başını hafifçe iki yana sallayarak, kibar ama net bir ses tonuyla, “Kalmayı düşünmüyoruz.” dedi. Duruşu dimdikti. Sanki bir daha burada kalmak için asla ayağını bile basmak istemeyecekti.
Lisette sabırsızlıkla ileri çıktı. Artık yüzündeki karmaşık duygular, sadece tek bir talebe dönüşmüştü. “Hoş geldin laflarını geçip halamı görme kısmına geçsek?” dedi, sesi kararlıydı. Duruşunda bir çatlak vardı ama hâlâ ayaktaydı. “Bizi Sharon’a götürebilir misiniz?”
Sorusu, havada ağır bir tokat gibi asılı kaldı.
Paolo, Lisette’in doğrudan sorusuna hemen yanıt vermedi. Gözleri bir an bana kaydı, sonra Dante’ye, ardından tekrar Lisette’e döndü. Yüzündeki çizgiler daha da belirginleşti; karar vermeye çalışan, içten içe tedirgin bir adam gibiydi. Ayağını yere vurdu, eski bir alışkanlıkla kemik sesi çıkaran parmaklarını çıtlattı. Ardından, mahzene giden yolu işaret etti—taşların arasından kıvrıla kıvrıla inen, loş ağaçların gölgesinde neredeyse görünmeyen patikayı.
“Beni takip edin,” dedi boğuk sesiyle.
Lisette bir an duraksadı. “O iyi değil mi? Yani fiziken?” diye sordu, gözleri bana dönük. İçinde hafif bir korku seziliyordu.
“Evet.” dedim kısaca. Gözlerim Paolo’nun gösterdiği yola değil, denize dönüktü. Dalga sesi ve yakıcı güneşin kokusu içime işlerken, sesim hâlâ sakindi ama o sakinliğin altı cam kırıklarıyla doluydu. “Gidelim hadi.”
Dante bir şey söylemeden Lisette’in yanında yürümeye başladı. Omzunu biraz alçaltmıştı, gözleri sertti. Yan yana yürüdüklerinde, aralarındaki denge hemen hissediliyordu: Lisette öfke ve panik içinde bir sarsıntıysa, Dante o sarsıntının etrafına örülmüş bir çelik kafesti. Sarsıntının yayılmasını engelliyordu—şimdilik. Önden yürüyordum ama sırtımda iki kişinin bakışlarını net olarak hissedebiliyordum. Patika, bizi mahzene götürüyordu. Yüzüm taş kesilmişti, ama gözlerimin etrafında hissettiğim çizgiler, yorgunluğumu bana hissettiriyordu. Sessizce ilerlerken, ayaklarımın altındaki taşlar her adımda hışırtıyla yer değiştiriyor, tekinsiz bir yankıyla geride kalıyordu. Lisette hizamda aceleyle yürüyordu. Vücudu gergin, omuzları içe dönüktü. Adımları kararlı gibi görünse de, dizlerinin hafifçe titrediği fark ediliyordu. Çenesini sıkmıştı—belki korkuyu bastırmak için, belki de içindeki öfkeye direnmek için. Saçları rüzgârda hafifçe savruluyor, gözleri yere değil, bana dikmişti. Dante de sağ tarafımdan aynı hıza da geliyordu; sessiz ama tetikte. Gözleri sürekli çevreyi tarıyor, elleri zaman zaman yumruk olup çözülüyordu. Aklı sürekli Lisette’deydi. Her adımında, kızın bir an sendeleyebileceği düşüncesiyle hazırdı. Ama onu korumak adına yapabileceği hiçbir şey kalmadığını da biliyordu. Gözlerinde alışık olduğum kesin bakış yerine tutarsız bir şüphe vardı.
Taş yola gömülmüş ayak sesleri, zeytin ağaçlarının fısıltısıyla karışıyor, yolun sonunda yükselen taş yapının önüne gölgelerimiz yükseliyordu. Burası, Paolo’nun dönüştürdüğü eski bir şarap mahzeniydi. Duvarlar yosun tutmuş, nem kokusu dışarıya kadar yayılmıştı. Paolo sessizce öne geçerek binanın önüne geldi. Bizi bekliyordu ama kimse ona bakmıyordu artık. Gözler, demir kapıya odaklanmıştı. Şarap mahzenine inen ağır, paslı kapı… Lisette’nin bana içinden küfürler yağdırdığına emindim. Paolo, demir anahtarı çıkardığında metalin sesi duvarda yankılandı. Kapı aralandı. Kapı açıldığında Lisette duraksattı. İçeriden gelen serinlik, sıcak yaz havasına bir bıçak gibi saplandı. Merdivenler dar ve alçaktı; her adımda ayakları taşlara vuruyor, yankılanan sesler karanlık koridorun içine dalga dalga yayılıyordu. Gözlerim kısa bir an kapandı, dudaklarımı sıkıca kenetlendim. Lisette istemsizce geri çekildi ama sonra çenesini kaldırarak ilk adımı atmaya zorladı kendini. Dante hiçbir şey söylemeden onun arkasında ilerledi.
Adımlarımız ilerledikçe mahzenin içindeki toprak kokusu daha da keskinleşti. Nemli hava ciğerlerime işliyor, taş duvarların üzerindeki ter benzeri nemi her adımda daha fazla hissediyordum. Tavan alçaktı, loş ışık ancak birkaç metre önümüzü gösteriyordu. Ayak seslerimiz yankı yapıyor, sessizlikle karışıp beynimin içini sıkıştıran bir uğultuya dönüşüyordu. Önümüzde yürüyen Paolo, yıllanmış şarap fıçıları ve şişelerin dizili olduğu rafların yanından sessizce geçerken, ellerim farkında olmadan yumruk olmuştu. Aşağıya indikçe nefes alışlarım derinleşti. Bu yalnızca yer altının boğuculuğu değildi—bu, artık sabrımın kalmayışıydı. Ahşap, koyu kahverengi, neredeyse siyaha çalan eski bir kapının önünde durduğumuzda, Paolo’nun elleri cebinden diğer anahtarları çıkardı. Paslı demir döngüler, kilitleri birer birer açarken gıcırdadı. O an… evet, o an içeriden gelen o mırıltıyı işittik. Hafif bir Fransızca melodi. Sharon’un sesi. Neşeliydi. Umursamazdı. Hatta tınısında bir oyun havası vardı. Dante ve Lisette bakıştılar, şaşkın ama temkinliydiler. Ama ben… ben sadece iç geçirdim.
Sharon Queen. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ama hâlâ deliliği teninden sızıyordu bu kadının. Onu ilk getirdiğim günü hatırladım yaklaşık 1 ay kadar öncesini; tırnaklarını tek tek çekerken çığlıkları duvarlarda yankılanmıştı ama sonra... sonra başını kaldırıp bana gülümsemişti. Gerçekten gülümsemişti. O gülümsemede Emelie’nin gölgesi vardı—rahatsız edici bir yankı gibi, geçmişten bugüne sarkan çarpık bir yansıma. Aynı diş yapısı, dudağın köşesindeki o tanıdık bükülme, elmacık kemiklerinin dolgunluğu... Hepsi Emelie’ye aitti sanki. Ama en çok da o bakıştaki delilik, içten içe kıvrılan karanlık aynıydı. Sharon’un acı içinde inlerken bana attığı o küstah, meydan okuyan gülümseme… İşte o anda ben artık sadece Sharon’a değil, geçmişe, ihanete, kırılmış onuruma işkence ediyordum. O benzerliği unutmamak için daha derine inmiştim; kemiğe, sinire, gururun en dip noktasına kadar. Çünkü o gülümseme, Emelie’nin hâlâ içimde açık duran bir yarasıydı ve Sharon’un yüzünde yeniden can bulmuştu. Paolo son kilidi de açarken duraksadı. Göz göze geldik. Uyarımı hatırlıyordu. Merhamet göstermeyecekti. Kadın ya da erkek. Sharon hak ettiğini yaşıyordu. Menteşeler ağır bir iniltiyle açıldı. Kapıdan buz gibi bir hava yüzüme vurdu. İçerisi karanlıktı ama Sharon’un sesi tüm o karanlığı delip geldi.
“Ah, bugün kim var bakalım? Monica mı? Paolo sen misin? Yoksa damadım mı geldi yine?” Sesinde neredeyse bir neşe vardı. Dalga geçer gibi. Sanki buraya tutsak olarak değil, keyfine kalmış gibi konuşuyordu.
İçeri adım atmadan hemen önce, gölgelerin içinde yankılanacak bir netlikte konuştum. Sesimi biraz daha sertleştirip kapının eşiğindeki karanlığa doğru, “Hiçbiri,” dedim. “Yeğenin. Eledon’un kızı.”
İçeriden gelen ses dalga geçer gibiydi, tıpkı Sharon’ın alışıldık ukalalığı gibi: “Hım… Eledon’un piçlerine alışkınım.”
Yanımdan öfkeyle fırlayan Lisette’in “Piç mi?” diye sertçe çıkışmasıyla ortam gerildi. Yüzü bir anda kızardı, kaşları çatılmıştı. “Tanışmadık bile hâlâ!” dedi, kelimeleri acıya batırılmış gibiydi. Ama o anda onu durdurmak mümkün değildi. Sanki gözlerinin içindeki öfke onu içeri doğru çekti.
Adımlarının kararlılığı, kafasında ne görmeyi umduğunu bilmediğini açık ediyordu ama bir şey kesin: Gördüğü şeyin bu olmasını istememişti. İçeri ilk giren o oldu. Ben kapının eşiğinde durup sadece gözlerimle taradım odayı. Loş ışığın altında Sharon’ın kaldığı yer hâlâ rutubetli ve ağır toprak kokusunu içine çeken taş duvarlarla çevriliydi. Tavanın ortasında sarkan ampul, kararsız bir şekilde yanıp sönüyor; odanın tamamına kasvetli bir belirsizlik yayıyordu. Köşedeki rafta üst üste dizilmiş birkaç kitap vardı. Yerde, üzerine dizilmiş birkaç temiz kıyafet. Odada başka hiçbir şey yoktu. Şarap fıçısına doldurulmuş içme suyu, odanın tek yaşamsal lüksüydü. Ortadaki sandalyeye bağlı ipler hâlâ gevşekçe asılı duruyordu, Sharon o bağlardan kurtulmuştu ama duvara bağlı zincir hâlâ bileğindeydi—tek tarafı açık, özgürlük ile kontrol arasında bir denge gibiydi. Yatağın üzerinde oturuyordu. Üzerine ince, pastel renkte bir sabahlık geçirilmişti. Bacak bacak üstüne atmış, bir elinde kitap tutuyor, diğer sargılı elini saçına götürüp kulağının arkasına doğru itiyordu. O iki parmağının tırnağını çektiğimi hatırladım… Yaptığım şeyin yeterli olup olmadığından hâlâ emin değildim. Belki birkaç yüz çizikleri, konuşması için daha ikna edici olurdu. Belki saçlarını kazıtmalıydım—bir kadının kontrolünü almanın yolları acının çok ötesindeydi bazen.
Sharon bakışlarını bizde gezdirirken yüzünde tanıdık, incitici o kibir vardı. Ne zincir, ne odanın havasızlığı, ne de çekilen tırnaklar… Sharon Queen’in duruşundan zerre eksiltmemişti. Hâlâ kendi tahtında oturan bir kraliçeydi. Paolo’ya göz ucuyla baktım, tek bir baş hareketiyle gitmesini söyledim. O da usulca geri çekildi, sessizce gözden kayboldu.
Dante önümde durdu, gözleri Sharon’a takılmıştı. İlk kez onu yüz yüze görüyordu. Gözbebekleri büyümüş, yüzüne kısa bir şaşkınlık yerleşmişti. Ama o şaşkınlık rahatsızlığa dönüşmeden önce seslendi. “Tanrım… Emelie’nin annesi olduğu nasıl da belli,” dedi neredeyse burnunu kıvırarak. Sesi ürpermişti, belli ki Mrs. E’nin simasını Sharon’un yüzünde görmek onu midesini bulandıracak kadar rahatsız etmişti. “Çok benziyor.”
Lisette, Sharon’un yatağında oturuşunu, zincirli bileğini ve kanla gölgelenmiş geçmişin bütün yükünü görmüş ama o anda bir karar vermiş gibiydi. Arkasını döndü, Dante’ye ve bana gözlerini dikti. “Lütfen,” dedi, sesi kararlı ama yorgundu. “İkiniz de dışarı çıkın. Halamla tek başıma konuşmak istiyorum.”
Ses tonu tartışmaya açık değildi “Pekala.” dedim Sharon’a son kez sert bir bakış attıktan sonra. Dante eliyle Liset’in omzunu okşadıktan sonra benimle birlikte diğer tarafa çıktı. Lisette kapıyı biz çıktıktan sonra kapattı. Sanki bu beni durduracakmış gibi. Odanın içinde duvarda oyuğa yerleştirdiğim gizli bir kamera vardı. Telefonumdan onları izleyebilirdim. Telefonumu cebimden çıkardım ve ekran yansıtmayı açarak, içeriyi gören ekrana gözlerimi diktim. Sırtımı duvara yasladım. Dante raftan şarap şişelerinden birini aldı Belli ki ilgisini dağıtmaya ihtiyacı vardı. Benimse gözlerim Sharon ve Liset’in üzerindeydi. Lisette iç çekerek Sharon’a dik dik bakındı. Sırtı kameranın açısına doğru dönüktü. Sharon ellerini yatağa koyarak hafifçe arkasına doğru eğildi. Liset ise adımlarını yavaşça atarak, işkence sandalyesine doğru yürüdü. Konuşmalarının bekliyordum. Herhangi bir şey. Lisette tereddüt etmeden Sharon’ın kurumuş kan izlerinin olduğu sandalyeye oturdu.
“Ben Eledon Peruggia’nın piç olmayan kızı Lisette Allard,” dedi, sesinde buz gibi bir duruluk vardı. Kırılganlığını belli etmeyecek kadar dimdik, öfkesini kontrol edemeyecek kadar yorgundu. Bacak bacak üstüne attı, dizlerinin üzerine koyduğu elleri belli belirsiz titriyordu ama onları sıkıca birleştirdi. Gözlerini Sharon’ın üzerinden ayırmadan konuşmaya devam etti. “Ve sen... Eleonore Peruggia, öyle değil mi?”
Sharon ise başını çevirmedi bile. Gözlerini kitaptan kaldırmadan, dudaklarının kıyısından kıvrılan bir küçümseme ile mırıldandı. “Sharon Queen adını tercih ediyorum. Eleonore Peruggia on altı yaşında öldü.”
Sözleri taş gibiydi. Ne tınısında duygu vardı, ne de yüzünde bir kabullenme. Kendi geçmişini diri diri toprağa gömmüş bir kadının buzlu kabullenişi gibiydi bu.
Lisette iç çekti. “Ailenden nefret etmenin ne olduğunu sanırım senin kadar biliyorum,” dedi, boğazında yutkunmakta zorlanarak. “Büyükbabam Arman ailemde sevebildiğim tek kişiydi... O da zaten bize fazla nazik davranacak kadar iyi bir adamdı.”
Sözleri Sharon’ın içinde bir tetikleyiciye dokunmuştu belli ki. Kadının çenesi kasıldı, parmaklarının eklemleri beyazlaşıncaya dek yumruklarını sıktı.
“Bundan bahsetme,” dedi, dişlerinin arasından zorla çıkar gibi. “O adamdan... Arman Peruggia... Eledon, sen, hiçbiriniz benim için bir anlam ifade etmiyorsunuz. Benim dünyamda sadece bir kişi var ve onu Leon’dan korumak için her şeyi yaparım. Zaten buraya bunun için geldin, değil mi? Torunumun yerini öğrenmek için!”
Sharon’ın sesi artık netti. Sakin ama tehditkâr. Çatlak bir zeminden sızan bir yer altı akıntısı gibi sessiz ve tahrip ediciydi.
Lisette irkildi. Bir an başını yana eğdi, sonra omuzlarını toparladı, gözlerini Sharon’ın gözlerine dikti. “Love mı?” diye sordu sessizce. İçinde bir ürperme vardı, elleriyle kollarını sarmalayarak sanki bedenini değil, ruhunu korumaya çalışıyordu. “Leon biraz bahsetti… Ama sen... Sen onu Emelie’den bile sakladın. Kızını... doğurduğu bebeğini… Emelie bebeğini öldü biliyordu. Leon’dan sakındın. Senin gözünde Leon bir hiç olabilir ama ya Emelie o senin öz kızın!”
Sharon başını hafifçe çevirip nihayet Lisette’e baktı. Gözlerinde katı bir kararlılık vardı. “Ne Emelie’den, ne de Leon’dan birer ebeveyn olur,” dedi yavaşça, kelimeleri keskin cam gibi parçalara ayırarak. “Emelie... akıl hastanesinde yattı. Psikolojik olarak yetersizdi. Edward Leon Shawn ise bir katil! Babası Kyle gibi. Kızımı ondan belki koruyamadım, ama torunumu koruyacağım. Onun yerini asla öğrenemeyecek.”