GERÇEKLER VE SIRLAR 5/2

2384 Words
Dante’yi öldürmek istediğim binlerce zaman, binlerce an olmuştu. Parmaklarımın tetiğe kaydığı, sabrımın uçurumun kenarından sarktığı, sesinin tek bir kelimesiyle her şeyi paramparça etmek istediğim sayısız an… Ama bu, onlardan biri değildi. Çünkü Dante, ilk kez sadece kendi adaletini gözeten biri değildi. Gözlerinin derinliklerinde—o her zaman dik, buz gibi duran gözlerinde—bir şey çözülmüştü. Emelie için endişeliydi. Ama yalnızca onun için değil. Benim için de. Bu onun tarzı değildi. Lisette Allard onu yumuşatmıştı. Kadının dokunuşu, Dante’nin karanlık duvarlarında bir çatlak açmıştı. Ve ben, o çatlağın içinde ilk kez kendime yer bulduğumu hissettim. Kaldığım yapı, eski bir kiliseydi. Şimdi sadece geçmişte duaların yankısını taşıyan soğuk taşlardan ibaretti. Restore ettirmiştim ve kalacak bir yer için oldukça iyi görünüyordu. Sicilya kıyılarının biraz açığında, isimsiz ve küçük bir adanın tam ortasına kurulmuş bu yer, kaçmanın ve saklanmanın tek yoluydu benim için. Gökyüzü ağırdı. Bulutlar aralanmıştı, gün ışığı sanki beni arıyormuş gibi üzerime boşalıyordu. İlk başta gözlerim kamaştı. Günlerdir karanlık, loş bir odada yaşamıştım. Perdeler daima kapalıydı. Dışarının varlığı bile yabancı geliyordu. Göz kapaklarımı kısmak zorunda kaldım. Elleri gözlerimin önüne siper ettim. Beni en çok şaşırtansa Lisette olmuştu. O en hevesli olanımızdı. O sabırsız. Her zamanki gibi hızlı davranmış, çoktan merdivenleri inip iskelenin ucuna ulaşmıştı. Ayakları çıplaktı, kuma saplanan parmaklarıyla toprağı hissediyordu. Love yazılı yelkenli teknemin hemen yanına bağlanmış sürat teknesinin önünde sabırsızca dikiliyordu. Gözleri denize bir an önce gitmek ister gibi bakınız duruyordu. Ben ise hâlâ taş merdivenlerdeydim. Her basamak bir günah gibiydi. Her iniş, bir yükün omzumdan değil, içime çöktüğünü hissettiriyordu. Üzerimdeki gömlek buruş buruştu. Tenimdeki tuz, ter ve karanlık birbirine karışmıştı. Eskiden ütüsüz bir şey giymeyi bile kendime yakıştırmazdım. Şimdi aynaya bakacak cesaretim yoktu. Sakallarım, yanaklarıma yerleşmişti; saçlarım düzensizdi. Robinson Crusoe’dan halliceydim. Ama dışımda ne varsa, içimde bin kat fazlası vardı. Yavaşça kuma adım attım. Ayaklarımın altındaki zemin bile bana yabancıydı. Sert değildi, kaygan değildi—ama güven vermiyordu. O anda, belimdeki silahın güvenliğini çektim. Kimse fark etmedi. Alışkanlıktı. Şarttı. Damarlarımda dolaşan öfke, yerini kararlı bir adım atma zorunluluğuna bırakmıştı. Zaman yoktu. Yeterince zaman kaybetmiştik. On yıl kadar hatta on bir... Bu, sadece bir düşünce değil; damarlarımdan akan kanın ritmi, zihnimde çınlayan tek gerçeğin kendisiydi. Sharon konuşmalıydı. Ağzından çıkacak tek bir kelime, belki de bütün bu enkazı ya aydınlığa ya da daha derin bir karanlığa sürükleyecekti. Her geçen saniye, içimdeki yük biraz daha büyüyordu. Bu artık bir sabır meselesi değil, bir hayatta kalma meselesiydi. Love… Kızım. Yaşıyordu. Bu gerçek beni ayakta tutuyordu. Lisette Sharon’ı ikna edebilirdi. Belki... Bu benim için tek umut kırıntısıydı. Belki. Bazen bu küçücük umut, bütün eylemlerin önüne geçebiliyordu. Ve şimdi ben, o umuda tutunuyordum. Dibe batmış bir adam gibi... Su yüzüne çıkmak için bir hava kabarcığının peşine düşer gibi. Başka seçeneğim yoktu. Her ihtimal, Emelie’ye götürebileceğim bir gerçekle sonuçlanmalıydı. Çünkü ona bu gerçeği göstermeliydim. Onun gözlerinin içine bakıp, “Sana cehennemi yaşatacağım.” diyebilmeliydim. Tıpkı onun bana yaşattıkları gibi. Ama işte tam da burada çatlıyordu içimdeki şey: Kızımı bir intikam aracı olarak kullanmak istemiyordum. Bu düşünce, beni içten içe yiyip bitiriyordu. Onun yüzünü görmeden, sesini duymadan, varlığına bile emin olamadan yaşamak zaten bir işkenceyken, şimdi onu kullanarak acı vermek istemek... bu, benim sınırlarımı silip geçiyordu. Sırf Emelie acı çeksin diye, bir kızımı bunun için kullanmak... Bunu düşünmek bile midemi bulandırıyordu. Ve evet, kendimle çelişiyordum. Her kararımda, her niyetimde biraz daha bölünüyordum. Parçalanıyordum. Bu çelişki, kendimden daha çok nefret etmemi sağlıyordu. Sadece Emelie’ye değil, aynaya baktığım her an kendi gözlerime de öfke kusuyordum. “Nereye kadar Leon? Daha ne kadar kirlenebilirsin?” diyordum içimden. Ama susturamıyordum bu sesi. Ne zaman durmaya kalksam, Love’ın ismi bir hançer gibi içime saplanıyordu. “Yaşıyor... Yaşıyor...” Cümle hep yarım kalıyordu, çünkü sonunu getirmekten korkuyordum. Ama işte tüm bu korkulara rağmen yürüyordum. İlerlemek zorundaydım. Dante önümden geçti. Her zamanki gibi, bedenini rüzgârda dengeleyen bir adam gibi ilerliyordu. Kolları yanında sabitti ama kaslarındaki gerilim her adımında belli oluyordu. Kimi koruyordu artık? Beni mi, Lisette’yi mi, yoksa hâlâ Emelie’yi mi? Belki hepsini. Belki hiçbirini. Kendimi içinde kapandığım bir kafesten çıkarken buluyordum ama dışarısı sandığım kadar özgür değildi. Güneş bile bana sıcak değil, yabancıydı. İçimde taşıdığım gerçek, sandığımdan daha ağırdı. Sharon konuşursa, her şey değişebilirdi. Konuşmazsa... o zaman elimde kalan tek şey yine intikam, yine karanlık olurdu. Lisette, sabırsızca döndü. Gözleri bana odaklandı. Sanki “hadi” demeden bizi eliyle çağırıyordu. Dante beni kontrol etmek için arkasına bakındı sonra da yürümeye devam etti. Ben de derin bir nefes aldım. Bu nefesin içinde öfke yoktu. Korku da yoktu. Sadece tükenmişlik vardı. Gözlerimi kapattım, sonra açtım. Dante’nin sürat teknesi, yelkenli tekneden kat kat daha hızlıydı. Zamanın acımasızca ilerlediği, nefes nefese kaldığımız bu anlarda hız bir seçenek değil, zorunlu bir kaçıştı adeta. Hiç tereddüt etmeden o tekneyi tercih ettik; Dante’nin bu karara sessiz kalması, içinde kopan fırtınaya rağmen itiraz etmemesi, aramızdaki gerginliğin ve acil durumun ciddiyetinin sessiz bir kabulüydü. Göz göze geldiğimiz o kısa sürede, her ikimizin de kafasında aynı düşünceler uçuşuyordu: Şimdi durmak ya da yavaşlamak lüksümüz yoktu. Teknenin sürücü koltuğuna oturdum, ellerim titreyerek ama kararlı biçimde direksiyonu kavradı. Parmaklarım gaz koluna uzandı; düşünmeden, tereddüt etmeden ileri doğru bastım. Motor, derin ve güçlü bir homurtuyla uyanırken, tekne hafifçe sarsıldı ve sonra suyun üstünde hızla kaymaya başladı. Arkamızda bıraktığımız köpük izleri, denizin yüzeyinde beyaz bir yol çiziyordu. Rüzgâr sertçe yüzüme çarpıyor, tuzlu deniz kokusu burun deliklerime doluyor ve boğazımı keskin bir şekilde yakıyordu. Gökyüzü parlaktı ama o parlaklığın içinde bir huzursuzluk saklıydı; fırtınadan önceki sessizlik gibi, yaklaşan tehlikenin sessiz müjdecisiydi bu. Yanımda Dante sessizliğini koruyordu. Omuzları hafifçe gerilmiş, yüzü ciddi ve düşünceliydi. Lisette ile birlikte arkaya çekilmiş, birbirine yakın oturuyorlardı ama aralarındaki gerginlik, bulunduğumuz ortamın ağırlığını yansıtıyordu. Lisette, Dante ile bazen konuşuyor ve Dante kıza cevaplar vererek onu kızdırmamaya çalışıyordu. Bense suskunluğumu koruyarak tekneyi yönlendirmeye devam ettim. Motorun gümbürtüsü ve suyun altımızda yarattığı hışırtı dışında dış dünyadan hiçbir ses gelmiyordu. Konuşmalar, endişeler, iç çekişler yavaş yavaş arka planda kalmış, sadece tek bir şey kalmıştı: Sharon’dan gelecek olan bir cevap. Her saniye hızla ilerlerken, içimde giderek büyüyen bir gerginlik vardı. Kalbim her zamankinden daha hızlı çarpıyor, damarlarımda buz gibi bir soğukluk dolaşıyordu. Onu bulmak, cevapları öğrenmek ve kendi cehennemimi biraz olsun hafifletmek... Ya da tamamen içine gömülmek. Cehennemi ona yaşatmak içimde sevişmek kadar güçlü bir arzu olmaya başlamıştı. Denizin ortasında, her şey hareketsiz bir bekleyişin içinde donmuş gibiydi. Motorun o ritmik, boğuk homurtusu yankılanıyordu ama kulağımda yankılanan asıl ses, kendi nabzımdı. Her mil bizi kıyıya yaklaştırıyor ama içimdeki gerilim, mesafeyle ters orantılı olarak büyüyordu. Bir yanım her an o kıyıya çarpmak isterken, diğer yanım sonsuza kadar bu mavilikte kaybolmayı istiyordu. Teknenin burnu, Sicilya’nın o sessiz kara parçasına dönmüştü. Rüzgâr gözlerimi acıtıyordu, ama bakışlarımı ufuk çizgisinden ayıramıyordum. Sanki göz kırpsam, adanın üzerindeki gölgeler yer değiştirecek, kaderimiz bir anda tersine dönecekti. Orada, o eski taş yapıların gölgesinde Sharon vardı. Konuşursa—yalnızca konuşursa—kızımı bulabilirdim. Emelie’ye ait, yarım kalmış her cümleyi tamamlayabilirdim. Ve belki de... Emelie’nin bende bıraktığı o boşluğu doldurabilirdim. Ama ya konuşmazsa? Lisette’ye rağmen konuşmazsa ona daha kötü işkenceler yapmak zorunda kalırdım. Dante, sessizliğini koruyordu. Ama varlığı, arkamda dimdik bir karar gibi duruyordu. Rüzgârda savrulan gömleğinin dalgalanışında duyuluyordu. Yaptıklarım için beni yargılamıyordu. En azından henüz. Lisette ise... içinde fırtına dönen bir kabuk gibiydi. Elini boğazına götürdü bir an, sonra dudaklarını ısırdı. Gözleri ileriye dikiliydi ama belli ki zihni Sharon’la yapacağı konuşmanın binlerce farklı versiyonunda dolaşıyor gibiydi. Ne diyecekti? Hangi kelime Sharon Queen’i kırar, hangisi konuştururdu? Bunu bilmiyordum. Bildiğim tek şey, onu oraya benim götürdüğüm ve olanlardan sorumlu olduğumdu. Sol elimle direksiyonu sıkarken, sağ elim hâlâ gaz kolundaydı. Sürat azalmıştı ama içimdeki baskı artmıştı. Parmaklarımın ucu uyuşuyordu. Gözlerimi kısıp tekrar adaya çevirdim bakışlarımı. “Yaklaşıyoruz!” diye bağırdım, kelimeler ağzımdan zorla çıkmış gibi. Nefesim, rüzgâra karışarak kayboldu. Dante kalktı, gözlerini kıyıya dikti. Lisette başını kaldırdı, göz göze gelmedik ama hissettim. Aynı şeye odaklandığımızı, adaya. Ufukta Pantelleria adası belirdiğinde, ilk dikkatimi çeken şey adanın karanlık ve sert görüntüsü oldu. Kıyıları siyah lav taşlarıyla çevriliydi; düzgün plajlar yoktu, doğa burada kendi kurallarını koymuş gibiydi. Sert kayalar, rüzgâra eğilmiş birkaç bodur ağaç… Sanki ada, ziyaretçilerine hoş geldin demekten çok uzak, içine kapanık bir yerdi. Bir kaç bin kişinin yaşadığı yalnız bir yerdi. Yükselen kayalıkların arasında, aralıklı olarak birkaç eski taş evler görünüyordu. Çoğu yıllardır dokunulmamış gibiydi. Damları düz, duvarları koyu renkliydi; güneş ışığını yansıtmıyor, aksine içine hapsediyor gibiydi. Rüzgâr hafifti ama sürekli esiyordu, tuzlu deniz kokusuyla birlikte. Adanın genel havası sessizdi. Neşeli bir tatil adasından çok, zamanın unuttuğu bir yer gibiydi. Benim seçimim için mükemmel bir yerdi. Hızımızı düşürerek, tekneyi adanın küçük iskelesine dikkatlice yanaştırdım. Dalgaların ahşaba çarpan ritmik sesi, motorun gürültüsünün yerini aldı. Süratle yol aldığımız o delice tempodan sonra bu an, zamanı askıya almış gibiydi. Denizden gelen tuzlu esinti yüzüme çarptığında gözlerimi hafifçe kısmak zorunda kaldım. Elim titreyerek cebime uzandı; parmaklarım Paolo Morante’nin ismine dokundu. Yalnızca birkaç kelime yazdım: “Bizi iskelede karşıla.” Daha fazlası gereksizdi. Paolo ne yapılacağını bilen adamlardandı. Tekne durduğu anda Dante eğildi, halatı alıp ustalıkla sürat teknesini iskeleye bağlamaya koyuldu. Sessizdi ama nefes alışları sık ve derindi; gerginliğini susturmaya çalışıyordu. Yanında Lisette vardı. Kollarını göğsünde kavuşturmuştu ama bu bir savunma değil, bastırılmış bir sabırsızlık işaretiydi. Dudaklarının kenarı titriyordu. Yüzü, içten içe Sharon’la ilgili bir sonraki soruyu bastırmaya çalıştığını söylüyordu. Sabrının sınırına dayanmıştı. Sorular sordu. Yine de konuşturamadı beni. Cevap vermemekte ısrar edince, sonunda sustu. Ama o sessizlik içinde bile kelimeler kadar yakıcı bir merak ve huzursuzluk vardı. Sadece ayak seslerimizin yankılandığı taş döşeli patikada yürümeye başladım. Gömleğim rüzgârla hafifçe kabarıyor, belimdeki silahın ağırlığını her adımda daha fazla hissediyordum. Ellerim cebimdeydi, ama parmaklarım soğuk metalin çevresini içgüdüsel olarak yoklamaya devam ediyordu. Patikanın ucunda bir siluet belirdi. Paolo. Tam da beklediğim gibi—orta boylu, griye dönmüş saçlarıyla altmışlarında, gözlerinde hem yılların verdiği sakinlikle ilerliyordu. Pantelleria’da yaşayan yerli bir adamdı. Onu pis işlerimi halleden adamlardan biri olarak tanımlamak haksızlık olurdu belki, ama doğruyu söylemek gerekirse, ihtiyacım olduğunda bana yardım eden bir dosttu. Elbette bir karşılığı vardı bunun. Asla bedava değildi. Ama sadakat, doğru dozda ödenirse, güvene dönüşebilirdi. Tam ona selam vermeye hazırlanıyordum ki, onun hemen arkasından bir başka figür ansızın fırladı. Küçük bir fırtına gibi. Koşarak üzerime geliyordu. Leo. Oğlum. Dikkatim dağıldı. Küçük ayaklarının taşlara çarpan sesi, iskeleye vuran su kadar netti. “Baba!” diye bağırdı, sesi denizi ve havayı yırtarak bana ulaştı. Küçük ellerini kollarıma uzatıp sımsıkı sarıldı. Onu kucağıma aldım, kalbim göğsüme sığmadı. Parmaklarım gür, siyah saçlarını okşarken yüzümü boynuna gömdüm. Tuz ve çocuk kokusu… onu ne çok özlemiştim. Bu an her ne kadar yumuşak bir ana benziyorsa da, içimde bir kasırga vardı. Bu, Lisette’ye nasıl açıklanırdı? Bunca şeyin üstüne, şimdi bir de Leo’nun varlığıyla yüzleşmesi kolay olmayacaktı. Ama Dante… o zaten olanları biliyordu. Leo’yu tanıyordu. Gözüm, iskelenin sonunda hâlâ gerilmiş duran Lisette’e kaydı. Donuk bakışlarla bize bakıyordu. Omuzları hafifçe sarkmıştı. Gözleri kısık, kaşlarının arasında yeni kırışıklıklar beliriyordu. Gördüğünü hâlâ anlamaya çalışıyordu. Benim için Leo’nun sıcacık kucağımda oluşu, cehennemin içinde cennetten kopmuş bir dilim gibiydi. Küçük ellerini boynuma dolamış, başını omzuma yaslamıştı. Varlığı hem kalbimi yumuşatıyor hem de içimde gömülü kalan bütün suçlulukları bir bir gün yüzüne çıkarıyordu. Bana baba diyordu ama… ona gerçekten babalık yaptığım söylenemezdi. O kelime, bu küçük ada kadar sade ama benim taşıyamayacağım kadar ağırdı. Leo’ya bakanlar Paolo ve eşi Monica Morante’ydi. Hiç çocukları olmamıştı. Belki de Leo’nun hayatına ihtiyaç duyduğu şefkati vermeye en uygun insanlardı. Onlara içtenlikle minnettardım. Her ne kadar bu minnettarlığı asla yüksek sesle dile getirmemiş olsam da, varlıklarını ve Leo’ya sağladıkları huzuru biliyordum. Paolo’nun bir adım gerisinde, biraz endişeyle bizi izleyen Monica’nın gözleri Leo’ya olan sevgisini tek başına anlatıyordu. Dante, Leo’nun varlığını daha önceden biliyordu. Hatta bir zamanlar, çocuğu büyütmeyi bile teklif etmişti. Ama o zaman ona keskin bir hayır demiştim. Çünkü biliyordum—benim dokunduğum her şey kırılıyordu. Herkesin içinde bir karanlık vardı belki ama benimki dışarı sızmaya hazırdı. Kim bilir Leo neye dönüşürdü? Benim gibi bir adamın gölgesinde büyürse, kim bilir ne zaman o karanlık ona da bulaşırdı? Buna asla izin veremezdim. Tehlike, bir canavara dönüşmekti. Ve ben bir çocuğu o tehlikenin ortasına çekemezdim. Leo burada—Pantelleria’nın rüzgârlı, tuz kokulu tepelerinde, bu küçük taş evin gölgesinde, kendisine ait bir sessizlikte—mutluydu. Güvendeydi. Hayatımda belki de ilk kez doğru olanı yapmıştım. Onu benden koruyarak, onu sevmiştim. Ama huzur uzun sürmedi. Ayak seslerini duydum önce. Sonra yankı gibi gelen o keskin, tiz sesle irkildim. “Oğlunun mu var?!” Lisette'nin sesi adanın bütün sessizliğini deldi geçti. Kısa süreliğine kurduğum o kırılgan huzur paramparça oldu. Kalbim göğsümde bir çarpıntıyla sarsıldı. Leo’nun kolları hâlâ boynumdaydı ama artık ağırlığı değil, Lisette’nin sesindeki o öfke ve hayal kırıklığı taşıyordu beni. Dante’nin yanımdaki sessizliği ağırlaştı. Gözlerini yere indirmişti, dudakları kenetlenmişti. Müdahale etmedi. Çünkü o an Lisette’nin yaşadığı şoku, izlemek istedi. Lisette olduğu yerde kalakalmıştı. Gözleri Leo’da, sonra bende. Gözbebekleri büyümüş, dudakları hafif aralanmıştı. İçinde cevaplar arıyor ama hiçbirini sindiremiyordu. Vücudu ileri doğru bir adım atmakla geride kalmak arasında kararsızdı. Elleri yumruk olmuştu, kaşları çatılmış, yüzü kızarmıştı. Sadece öfke değil, Emelie’ye ihanet ettiğimi düşünüyordu. Kıpırdamadan, Leo’yu hâlâ sıkıca tutarken onun gözlerinin içine baktım. Kaçmadım. Leo, ne olduğunu anlamadan sessizce Lisette’e döndü. Parlak yeşil gözlerini merakla ona dikti. O gözlerde ne korku vardı, ne öfke. Sadece çocukça bir masumiyet, bir tanıma arzusu… Belki de o an ilk kez hayatının içindeki karmaşanın neye benzediğini fark ediyordu küçük çocuk. Göz göze geldiklerinde zaman tekrar yavaşladı. Lisette’in dudakları titredi ama konuşamadı. Çünkü bu çocuk, kelimelerin yüküyle bile kirletilemeyecek kadar masumdu. Ve ben, içimde bir ağırlıkla, Leo’nun kulağına eğildim. Sadece fısıldadım: “O Lisette teyzen. Dante amcanın hatırlıyor musun?” diye sordum. Leo sessizce başını salladı. “Tamam seni görmeye geleceğim. Şimdi Monica’nın yanına dönmeni istiyorum. Beni evde bekle tamam mı Leo?” Leo, bana bir kez daha sarıldı. Küçük kolları boynuma yeniden dolandı, sanki gitmeden önce içimde kalan son kırık parçayı da onarmak ister gibiydi. Onu yere indirdiğimde gözleri parlıyordu. Yüzümde hafif bir tebessüm oluştu, belki yorgun bir şefkatin iziydi sadece. Leo, geldiği patikaya doğru geri döndü. Koşarken ayak sesleri kuru taşların üzerinde yankılandı, Paolo’nun yanından geçerken adam elini uzatıp çocuğun saçlarını okşadı—alışkanlıkla, neredeyse babaca. Sonra Leo, kısa adımlarla dönemeçten kayboldu. O küçük bedeni artık gözden çıkmıştı ama varlığı hâlâ omuzlarımdaydı. 0Gömleğimin yakasını düzelttim, boğazıma kadar düğmelenmiş kırışık kumaşı çekiştirerek nefes almaya çalıştım. Sanki o küçük karşılaşma, içime derin bir nefes değil, boğazıma düğümlenen bir utanç bırakmıştı. Başımı kaldırdığımda Lisette karşımda dimdik duruyordu. Gözleri kısık, çenesi kilitlenmişti. Dudaklarının kenarında bir titreme vardı ama bu sefer duygusal değil, öfkeydi. Sesi bir bıçak gibi tıslayarak geldi: “Bana cevap ver.” Sadece iki kelime. Ama içinde günlerdir biriken binlerce sorunun yüküyle. “Senin çocuğun mu var?”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD