Canavar zincirlerini kırmak istedim. İçimde kıpırdayan her pişmanlık, her öfke, her sevgi kırıntısı bu zincirlere vuruyordu. Ama her hamlede daha derine batıyordum. Her kurtulma çabası, başka bir batışa dönüşüyordu. Ve sonra fark ettim… Canavar olmayacaktım. En azından onun mezarı başında bunu yapamazdım. Kızımın varlığını yeni öğrenmiş, varlığına geç kavuşmuş bir babaydım. Ama yokluğuna doğrudan düşmüştüm. Ne adım adım büyümesini izleyebilmiştim, ne bana “baba” deyişini… Ne gülüşünü görebilmiştim, ne de annesinden devraldığı o küçük sakarlıkları... Hiçbirine tanıklık edememiştim. Yalnızca hayalini kurmak... Acıyla karışık bir hayal. Ve şimdi tüm bu ihtimallerin yerinde bir mezar taşı vardı. Elimi saçlarımın arasından geçirirken, kendimden tiksindim. Hiçbir şey yapamamıştım. Kızımı koruyamamıştım. Yumruğumu göğsüme bastırdım; öyle bir bastırdım ki sanki kalbimi parçalayarak o suçluluğu içimden söküp atabilecektim. Ama suçluluk, göğsüme bastığım her darbede daha derine işliyordu. Kızımı bu dünyadan çok erken koparmışlardı. Tıpkı toprakla barışık, nazik bir yasemin gibi sessizce toprağa ait kılınmıştı.
Kızımın yokluğu, içimde onarılmaz her gün derinleşen bir yaraydı. Beni içten içe çürütüyordu. Henüz ona hiç dokunamamışken, hiç gözlerine bakamamışken kaybetmiştim. Hayalini bile zor kurduğum o varlık, şimdi bir mezarın altında sessizce yatıyordu. Emelie ile aramızda, onunla birlikte doğan ama şimdi ölümle örülen bir uçurum vardı artık. Öyle derin, öyle karanlıktı ki... Ne bir sözle ne bir çabayla kapatılabilecek gibiydi. Düşündüğümde her şeyin anlamını yitirdiği, kelimelerin bile boşluğa çarptığı bir dünyada, mezarı başında çaresizce duruyordum. Bir mezardan farksızdım. Dört tarafı geçmişle örülmüş bu harabenin ortasında, artık ne geçmişe ulaşabiliyordum ne de geleceğe… Oradaydım sadece. Taş gibi. Sessiz. Kendimle bile temas kuramayacak kadar uzaklaşmış halde. Bu, kızımı yedinci kez ziyaret edişimdi. Bir ayda yalnızca yedi kez gelebilmiştim. Her geliş, yeni bir cesaret, her gidiş bir çöküştü. Bu döngü beni kırıyordu ama başka çarem yoktu. İçimde hâlâ bir şey, bir parça, onunla bağ kurmak istiyordu.
Günleri geçmişin tozlarını kazımakla geçirmiştim. Delilik sınırında gezinen bir takıntıyla, Emelie’nin doğum yaptığı hastaneye dair her bilgiyi toplamıştım. Doktorlar, hemşireler, belgeler... Hepsi tek tek elime geçmişti. Ama ilginç olan, o hastanede çalışanların bazıları artık hayatta değildi. Doğal ölümler değildi bunlar. Sanki biri izleri silmek istemişti. Onların yokluğuyla her şey daha karanlık hâle gelmişti. Her bir cinayet Portre Katil’i ile kesişiyordu. Ama sonunda yalnızca bir isim hayatta kalmıştı. Sharon Queen. Doğumun ardından Emelie ile kısa bir süre görüşen, Love’ın doğumuna tanıklık etmiş, on yıla yakın Emelie’nin yanında kalmış annesine. O kadın bana Love’ın hayatta olduğunu söylemişti. Sharon'ı gerekirse işkence edecek ve kızımızın yerini öğrenecektim. Emelie’nin annesi olması umurumda bile değildi. Çünkü artık soru değil, cevap zamanıydı. Çünkü artık tek istediğim Love’dı. Kızım hâlâ yaşıyordu. Ve eğer öyleyse, ben bu sefer hiçbir şeyi yarım bırakmayacaktım.
Artık nefes almak bile bir yüktü. Göğsümde her yükselen inip çıkan hava, varoluşuma atılan yeni bir kazık gibiydi. Yaşamla aramda kurduğum her bağ incelmiş, neredeyse kopma noktasına gelmişti. Nefes alıyordum, evet, ama her biri boşlukta yankılanan, nedeni unutulmuş bir çabanın yankısıydı. Ta ki... Love ihtimaliyle çarpana dek. Adını bile yeni öğrendiğim kızımın hayatta olabileceği düşüncesi, içimde donmuş olan her şeyi çatlatmıştı. Küllenmiş duygular, o ihtimalle yeniden kor gibi yanmaya başladı. O ismi düşündüğümde içimde hâlâ bir baba kalmış olduğunu fark ettim. Henüz hiç duymadığım sesi, hiç görmediğim gülüşü, varlığına tanık olamadığım anıları sanki yıllardır taşıyormuşum gibi içime işliyordu. Love yaşıyor olabilir miydi? Bu ihtimal ne kadar imkânsız görünürse görünsün, içimde öyle bir yankı uyandırdı ki, artık duramazdım. Artık bekleyemezdim. Eğer bir umut kırıntısı bile varsa, ben o kırıntının peşinden sürünerek de olsa giderdim. Ellerim parçalanana kadar kazırdım toprağı, karanlıkları... Yeter ki o nefes alsın. Yeter ki bir yerlerde yaşıyor olsun.
Çünkü bu kez onu kaybetmeyecektim. Bu kez geç kalmayacaktım. Geçmişte bilmeden çok hata yapmıştım. Hiçbir şeyi içime hapsetmeyecektim. Sharon Queen… O isim beynimde yankılanıp duruyordu. Geçmişin hayaletleri arasında hayatta kalan tek tanıktı o kadın. Ve şimdi tüm sorularımın, tüm acımın, tüm çaresizliğimin anahtarıydı. Onun gözlerinin içine bakacak, gerçeği söke söke alacaktım. Ne biliyorsa, ne saklıyorsa, ne görmezden geliyorsa hepsini tek tek anlatacaktı. Gerekirse yalvararak, gerekirse öfkeyle… Ama susturulmayacaktı. Sharon Queen bir hayat borçluydu bana. Ya da en azından o hayata dair gerçeği borçluydu. Bana değilse bile, Love’a. Bir çocuğun varlığına, ona biçilen karanlık kaderi değiştirme ihtimaline… O gerçeği öğrenmeden bu kendimle barışamazdım. O cevapları almadan yaşadığım her an, kızımı yeniden kaybetmek olurdu.
Ama itiraf etmeliyim… Bu sadece kızım için bir mücadele değildi. Bu, aynı zamanda Emelie’ye karşı bir hesaplaşmaydı. Onun canını ancak böyle yakabilirdim. Tıpkı onun benim içimi paramparça ettiği gibi… O bana nefes almayı unutturmuşken, ben onun unuttuğu hayatı geri getirecektim. O, çocuğumuzu öldüğünü bilse de benden saklamış, onu gömmüş, geçmişin derinliklerine itmişti. Şimdi ben o geçmişi ellerimle eşeleyip su yüzüne çıkaracaktım. Love’ın varlığıyla, gerçeğiyle, nefesiyle ona hesap soracaktım. Bu, intikam gibi görünse de… içimde hâlâ tükenmemiş bir adalet hissinden ibaretti. Bu sefer acı çeken sadece ben olmayacaktım. Emelie, gerçeklerle yüzleştiğinde benim gibi titreyen dizlerle çökecekti yere. Bu, onun için yazılmış geç gelen bir ceza olacaktı.
Artık geri dönüş yoktu. Ben o mezar taşının önünde, o toprakta diz çöküp gözyaşı döken o olsa da, kızımıza ulaşan ben olacaktım. Babası. Bu yolda kim karşımda durursa dursun, yoluma devam edecektim. Love için, kendim için, hatta Emelie’nin bir zamanlar sevdiği adam için… Çünkü ne kadar harap olmuş olursam olayım, hâlâ savaşacak bir nedenim vardı. Ve bu savaşın adı Love’tı. Emelie’nin hala onu öldürmediği için annesi Sharon’a kıyamayacağını biliyordum. Emelie annesine her şeye rağmen değer veriyordu. Hatta onu seviyordu. Kyle’ı öldürmek içimi soğutmamıştı. Belki Emelie’yk cezalandırmam hiçbir şeyi düzeltmeyecekti ama adaletin sağlandığından emin olacaktım. Gözlerim yeniden mektuba düştü. Edith Love Shawn ismi gözüme çarptı. İsmi öyle güzeldi ki. Kızıma bir kez bu isimle seslenebilmek için ömrümden geri kalanı verebilirdim. Elimden gelen tek şeyse kızımın mezarını bir kaç ziyaret etmek olmuş, Emelie’nin geçmişini deşmek ve kendimi Sicilya’ya kapatmak olmuştu.
Parmak uçlarımın soğuk mermere değdiği anı düşündüm. Kızımızın mezarı, eski bir mezarlığın ve huzurlu bahçesinde, defne ağaçlarının gölgesindeydi. Mezarlığın en sakin köşesinde, toprağa ait olduğunu hissettiren beyaz bir yasemin çiçeği gibi narin ve sade bir şekilde duruyordu. Mezar taşının yüzeyi pürüzsüzdü hafif damarlarla dolmuştu. Üzerine işlenmiş yazılar, zarif ve içten bir el yazısıyla kazınmıştı. Taşın üst kısmında, ince bir haç sembolü yer alıyordu. Haçın hemen altında, kızımızın adı ve doğum tarihi yazılıydı. Bunları düşünürken, dudaklarımı sıkıca birbirine bastırmıştım. Mezar taşının hemen önünde, küçük bir çiçeklik vardı. Yanımda getirdiğim yasemin çiçeklerini özenle yerleştirmiştim. Çiçeklerin yanında, küçük bir beyaz melek figürü duruyordu. Meleğin yüzü, tatlı bir huzur ifadesiyle şekillendirilmişti, sanki Love’ı korurmuş gibi. Onu koruyamadığım düşüncesi ile yanıp kavrulurken yaşadığını öğrenmek mutluluk vericiydi. Yaşadığım kendi cehennemimde bu gerçek cennetim olmuştu.
“İyi bir adam olmayabilirim ama seni bulduğumda iyi bir baba olacağım Love.” diye mırıldandım kendi kendime, sanki beni duyabilecekmiş gibi. Buna inanıyordum. İyi bir baba olacağıma. “Seni göreceğim gün elbet gelecek. Sesini duyacağım. Saçlarını okşayacağım. Seni kucaklayacağım kızım.“ Gözlerimi kırpıştırarak, derin bir iç çektim. Kendi kendime sorular soruyordum. “Annen çok acı çekti mi? Çok ağladı mı? Kendi acılarıyla yıllar geçirdi. Şimdi aynı acıları ben çekiyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum Love... Benim sevgili, güzel kızım. Seni bulmak dışında ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.”
Oturduğum duvar köşesinden kalktım. Emelie’ye dair bulduğum bir kaç eşya daha vardı; bana yazdığı son mektup, bir kamera, yarım bırakılmış eski evinde kaldığı bir tuval ve boş bir beşik. Karton kutuları karıştırarak kamerayı buldum. Küçük bir kameraydı, eski ama sağlamdı. Ellerim titreyerek açma tuşuna bastım. Derin bir nefes aldım. Emelie’nin benden ayrı geçirdiği yıllarda, Paris’de yaşadığı evi bulmuştum. Sonra geriye kalan eşyaları... Gözlerimi kapatıp bir an durdum, içimdeki öfke ve korku karışımı hissi bastırmaya çalıştım. Bu kameranın içinde ne olduğunu biliyordum. Emelie’ye ait görüntüler. Onu bir kez daha izlemeye hazır mıydım? Değildim. Ama başka seçeneğim yoktu. İki aydır ortalıkta olmayan ve peşinde hiçbir iz bırakmadan kaybolan oydu. Ve ben onu bulamıyordum. Kameranın oynat tuşuna bastım. Ve sonra görüntü belirdi.
Emelie... O yokluğunda, yıllarca gecelerime sızan, düşlerime kök salmış, her sabahın ilk ışığında silinmeyen o yüzdü. Onu unutmak için değil, hatırlamak için çırpınıyordum aslında. Hafızamda yer etmiş her çizgisi, her mimik kırıntısı, her göz kırpışı—hepsi belleğimin en ulaşılmaz köşesinde saklıydı. Ve şimdi… tam karşımdaydı. Küçük, titrek bir kamera ekranının içinde. O donuk görüntünün ardında yüreğimin en derin sızılarına dokunan gerçek bir siluet vardı. Beyaz bir elbise giymişti. Saf, neredeyse çocukça bir saflıkla ama göz kamaştıran bir zarafetle. Elbisenin ince kumaşı, narin omuzlarından ipek gibi süzülüyor, karnının etrafında sanki özel olarak onun için dokunmuş bir şekilleniyordu. Elbise, onu saran bir bulut gibiydi—bir dokunuş kadar hafif, bir anı kadar kırılgandı.
Oturduğu sandalyede bile sıradan bir insan gibi durmuyordu. Varlığı, o anın sükûnetine hâkimdi. Işık, etrafında dans ediyor gibiydi; keskin değil, yumuşak, ona aitmiş gibi yayılan bir ışıltı… Sanki zaman, sadece onun etrafında dönüyordu. Tenindeki o ince parlaklık, geceyle kontrast oluşturacak kadar narin ama canlıydı. Gözleri… Tanrım, o gözler… Yıllar önce içimi eritip beni kendisine bağlayan o kahverengi sıcak ton… Hâlâ şimdikiyle aynıydı. Ama bu kez farklı bir derinlik taşır gibiydi. Yalnızca aşk değil, yitirilmiş zamanların yorgunluğunu, yaşanmış acıların ağırlığını, ama en çok da içsel bir gücün izini taşıyordu. O gözlerde, anne olmanın getirdiği tarifsiz sarsılmazlık parlıyordu artık. Yorulmuştu ama tükenmemişti. Yüzüne düşen birkaç saç telini önemsemeden, doğal ve içten haliyle orada duruyordu. Ve ellerini—titremeyen, emin ellerini—karnına koymuştu. O dokunuş… içten, koruyucu, sevgiyle yüklüydü. Love’a hamile olduğu zamanlardı. Beni terk ettiği zamanlardı.
Ve sonra… gülümsedi. Zaman o anda çatladı, büküldü, durdu sanki. O gülümseme öyle tanıdıktı ki, yüreğime birdenbire sıcak bir yaz rüzgârı gibi dokundu. Ama içinde geçmişten taşan bir sızı da vardı. Mutluluğun yanına gölgelenmiş bir hüzün… O an anladım—onun içindekini, gözlerinin ardında biriken fırtınayı… Gülümsüyordu, ama yalnızdı. Parlıyordu, ama kırılmıştı. İçindeki acıyı ben hissedebiliyordum. Bir zamanlar birlikte kurduğumuz hayallerin yıkıntısı hâlâ onun içinde de bir yerlerde yaşıyordu. Ve buna rağmen… gözlerinde hâlâ solmamış bir ışık vardı. Bütün yaşananlara, kayıplara, kırılmalara rağmen içinde bir yer hâlâ aydınlıktı. O ışık… Yıllar önce yalnızca bana yönelmiş gibi parlayan, karanlık zamanlarımda bana yön gösteren o ışıltı… Artık bana ait değildi. Ama yine de gözlerimin önünde yanıp sönüyordu; uzanamayacağım kadar uzak, ama unutamayacağım kadar yakındı. Bir hayal gibi… bir dua gibi… varlığıyla kalbime hem huzur hem keder taşıyordu. Onu saran her şey, sanki masumiyetin ve zarafetin bizzat vücut bulmuş hâliydi. Onu öyle izlerken içimde tuhaf bir çarpıntı yükseldi. Çünkü o melek… incinmişti. Kanatları kırılmış, uçamayan, ama hâlâ dimdik oturan bir melekti. Ve ben… hiçbir şey yapamadan, elim kolum bağlı şekilde yalnızca izleyebiliyordum. Elimde olmayan, zamanı geri saramayan, sesini duyamayan biri olarak. Sessizliğim, suç ortaklığı gibiydi.