Bu sözler Lisette’in yüzüne bir tokat gibi çarptı. Sanki yüreğine bir taş yerleştirilmişti, soluğu kesildi. Başını eğdi, ama sonra bir öfke ve inançla kaldırdı tekrar. Sesinde bir titreme vardı ama bu korkudan çok, bastırmaya çalıştığı adalet duygusunun sancısıydı.
“Buna sen karar veremezsin,” dedi, kelimeleri birer kırılgan manifesto gibi Sharon’ın yüzüne bırakarak. “Love, Emelie ve Leon’un kızı. Onların kanı. Buna senin hakkın yok. Hangi cehennemden çıkmış olursan ol, bu çocuğun ailesine ait olma hakkını elinden alamazsın. Ben bile babamla kendi isteğimle görüşmüyorken, bu seçimi Love’a bırakmak zorundasın.” Elleri titriyordu artık. Sesini bastırmaya çalıştığı duygular yükseldikçe yükseliyor, gözlerinin derininde Sharon’a karşı hâlâ bir umut arıyordu. “Ki Love… daha bir çocuk. Bu kararı verecek yaşta değil. Ama annesine ve babasına ihtiyacı olan bir yaşta.”
Şarap mahzeninde yankılanan sessizlik, sanki Sharon’ın içindeki çatlakların arasına sızdı. Lisette’in sözleri —her biri öfke, hayal kırıklığı ve çaresizlikle yoğrulmuş cümleler— Sharon’ın duvarlarını çatlatmasa da, onları titrettiği kesindi. Kadının gözleri hâlâ Lisette’in üzerinde değildi. Parmakları elindeki kitabın kapağını sıkmıştı, başparmağıyla kenarlarını ezdiğini fark etmeyecek kadar dalgındı.
Tavandaki titrek ışık, yüzüne vurdukça Sharon’un ifadesi bir kadından çok, zamanı durmuş bir heykeli andırıyordu. Ama göz bebeklerinin derinliğinde, anlık bir çözülme... belki bir kuşku kıvılcımı belirdi.
“Love,” dedi sonunda, neredeyse fısıltıyla. “Ona Love deme. Onun adını ben koydum. Sırf onu öğrenseniz bile ulaşamayın, iz süremeyin diye! Ve ne kadar çabalarsan çabala ismini bile öğrenemeyeceksiniz! Leon bunu bile hak etmiyor!”
Sessizce başımı arkamdaki soğuk taş duvara yasladım. Derin bir iç çekerek gözlerimi sımsıkı kapattım. Göz kapaklarımın arkasında karanlık vardı ama zihnimde Sharon’ın sesi çınlıyordu hâlâ. Her kelimesi bir zehir gibi içimde yayılıyordu. Dişlerimi sıktım. Boynumdaki damarlar zonkluyordu. Şakaklarımda ritmik bir sızı vardı; sinir, öfke ve çaresizliğin iç içe geçmiş hali. Parmaklarım farkında olmadan yumruklara dönüşmüştü. Sharon’ı oracıkta öldürmek istiyordum. Öylece boğazına sarılıp, bütün o kibirli sözlerini, her şeyden haberdar ama hiçbir şey hissetmeyen o lanet suratını sonsuza dek susturmak istiyordum. Onun yüzünden ne kadar zaman kaybettiğimi, Emelie’nin ne kadar acı çektiğini, benim ne hâle geldiğimi düşündükçe içimdeki öfke, zehir gibi yükseliyordu. O an bir gölge yaklaştı yanıma. Gözlerimi açmadan hissettim. Adımların ağırlığı, sessizliğin içindeki varlığı tanıdıktı.
Dante. Yanıma geldi, hiçbir şey söylemeden o da duvara yaslandı. Sessizliğiyle bana eşlik etti. O anda konuşacak tek bir kelime bile etmeyecek kadar doğru bir yerde duruyordu. Başını hafifçe çevirip, odanın içini —Lisette ve Sharon’ı— izlemeye başladı. Gözlerini o titrek ekrana, Sharon’ın o buz gibi ifadesine dikti. Sanki ben ne hissediyorsam o da onu hissediyordu. Dante genelde duygularını gizlemekte ustaydı ama bu kez o da susarak paylaştı benimle her şeyi. O kadar uzun zamandır ilk defa, birinin gerçekten beni anladığını hissettim. İçimdeki öfke sönmedi, sadece bastırıldı. Bastırılması gerekiyordu çünkü daha önemli bir şey vardı: Gerçeğe ulaşmak. Love’a. Emelie’ye. Kendime. Sharon’ı susturmak istiyordum ama ondan önce konuşturmak zorundaydım. Bu savaş bir boğaz sıkışla değil, sabırla kazanılacaktı. Ve sabır, benim için en ölümcül silahımdı. Sharon’ı öldürmek kolaydı ama onu yaşarken pişman etmek... İşte o, asıl ceza olacaktı. Bunu yapabilirdim.
Birden başını kaldırdı. Göz göze geldiler. Sharon’ın gözleri, Lisette’in içine işlerken, eski bir korkunun tekrar hayata döndüğü hissediliyordu.
“Sen ne biliyorsun, ha? Sadece isimlerin peşinden gelen bir kan bağı mısın? Onları koruyabileceğini mi sanıyorsun? Leon… Emelie… sen bile, hiçbiriniz... hiçbiriniz onu benim koruduğum gibi koruyamazsınız.” Öyle bir bağırdı ki, ses telleri yırtılacak kadar güçlü bir bağırıştı. “Çünkü hepiniz onun için en büyük tehlikesiniz. Sizin sevginiz bile zehirli. Leon Emelie’yi ne hale getirdi hiçbir fikrin yok. O adam dokunduğu her şeyi zehirliyor!”
Lisette'nin soluğu kesilmişti. Sharon’ın sözleri keskin bir neşter gibi geçmişte açılmış yaralarını deşti. Ama ona acıyan değil, bilen bir bakışla karşılık verdi. Yavaşça başını salladı. “Emelie’yi mahveden sendin Sharon,” dedi kısık sesle. “O bebeğinin intikamını almak için katile dönüştü! Kaldığı hastanede ki doktoru öldürdü, doğumuna giren doktorları öldürdü. Kyle Shawn’ın adamını öldürdü ve son olarak Kyle Shawn’ı öldürdü. Kendini olmadığı benlikler olmak zorunda kaldı. O Portre Katili oldu. O Kara Pazar’ın Mrs. E’si oldu. Ama bir daha asla eski Emelie olamadı. Edward’ın Emelie’si...” Dolan gözlerine rağmen Lisette ağlamadı ama ağzından bir hıçkırık kaçtı. “O senin kaçtığın her şey oldu. Perrugia ailesinin hem ferdi, hem de varisi oldu. Onun acımasız tarafını biliyorum Sharon ve eğer Leon yerine o olsaydı eminim ki, Leon’u mumla arardın.”
Sharon bir süre hiç tepki vermedi. Sonra gözlerini kaçırdı, derin bir iç çekti. Parmakları titriyordu. Gözlerini tavana dikti. Yüzünde ilk kez, o buz gibi kendinden emin ifadenin yerine, yaşlanmış ve yorulmuş bir kadının gölgesi oturdu. “O hepimizi terk etti,” dedi boğuk bir sesle. “Kardeşini de aldı ve gitti. Ve Leon’a tekmeyi bastığı kesin.” Kısa bir an gülümsedi. Küçümseyici bir gülüştü bu. “Emelie zaten babası Cedric ve annesinin -benim- yerime Leon’u seçmişti. O gelse, karşıma geçse bile ağzımdan tek laf alamaz. Çünkü o seçimini zaten yaptı.”
Lisette gözlerini kısmıştı, ama ağzından zar zor bir kaç kelime döküldü. “Sen hepimizden de kötüsün. Leon’a karşı seni savunuyordum ama şimdi ona hak veriyorum. Sana karşı davranışlarında haklı.” Gözlerinin içine baktı, Sharon’ın. O anda, Sharon’ın o insani görünüşünün ardında nasıl bir şeytan olduğunu görmüştü. “Emelie buraya gelecek. Senin önüne gelecek. Bunu sağlayacağım ve Love’ın yerini ona söylemek zorunda olacaksın.”
Sharon başını çark edercesine ileri kaldırdı, yüzündeki çizgiler birer birer canlandı. Kaşlarını çatıp dudaklarını emerken gözlerinin kenarında beliren kırışıklıklar, az sonra serbest bırakacağı fırtınaya hazırlık gibiydi. Ama konuşmadı sadece Liset’e baktı.
O anda nefesimi tuttum. Duvarın soğuk taşları ciğerlerimden akciğerlerime kadar sızıyordu. Sabırla onları izliyordum.
Lisette öne eğildi, gölgeler arasında kararlı bir silüet gibiydi. “Söz veriyorum halacığım,” dedi kinayeyle. “Emelie’yi getireceğim. O sana ne yapacağını bilir.”
Sharon’ın gözlerinde bir kırıcılık parladı. Ellerini kitaptan çekip dizlerinin üzerine koydu, zincirini hissedercesine bileğini sıktı. “Kızımla görüşmek içim sabırsızlanıyorum,” dedi usulca, “Onu bir an önce getir ki, benimle hesaplaşabilsin. Elbette onu bulabilirsen. Ama bu imkansız.”
Sharon’ın sesi son kelimesinde neredeyse bir fısıltıya dönüştü ama içerdiği kibir tokat gibi suratıma çarptı. Ama bu imkansız. Sanki son taşı da yerine koymuştu; duvarlarını, korkularını, sırlarını bir kere daha sımsıkı örmüştü. Gözlerindeki o loş pırıltı, zafer değil, inatla kemikleşmiş bir inançtı. Kendisini haklı gördüğü bir savaşın ortasında, her şeyi yakmaya hazır bir general gibi duruyordu. Ben hâlâ sessizdim. Ama içimdeki sabır, Sharon’ın her cümlesinde bir kat daha soyuluyordu. Dişlerimi öylesine sıktım ki, çenem ağrımaya başlamıştı. Elim, farkında olmadan pantolonumun arka cebine kaydı; parmak uçlarım, metalin soğuk yüzeyini hissetti. Ama çekmedim. O an öfkeyle hareket edersem kaybeden ben olurdum. Sharon’ı susturmak kolaydı. Konuşturmak, işte o sabır gerektiriyordu. Yine de, bu mahzende akan saniyelerle birlikte, onun kontrolü elinde tutmasına tahammül etmek güçleşiyordu. Lisette gözlerini Sharon’dan ayırmadı. Kararlıydı. Kararlılığının ardında ise açık bir tehdit değil, soğukkanlıydı. Ve bu ona göre değildi.
“Beni küçümseme,” dedi, neredeyse bir yemin gibi. “Emelie'yi bulacağım. O zaman hangi adımı atarsan at, hangi kelimeyi seçersen seç, artık seni kurtaracak hiçbir şeyin olmayacak. Çünkü Love onun kızı. Senin mülkün değil.”
Ardından Dante göz ucuyla bana baktı, o bakışla ne yapacağımı sorguluyordu. Ama ben hâlâ kıpırdamadım.
Gözlerimi ekranımda ki Sharon’a çevirdim. Onun da gözleri bana çevrilmişti. Sanki onları izlediğimi biliyordu. Artık ilk kez açıkça bana bakıyordu. Yüzünde garip bir ifade vardı: Nefretin tam ortasına yerleştirilmiş pişmanlık. Ama bu Sharon Queen’di. Ne pişmanlığını gösterirdi, ne de sevgisini. Sadece gülümsedi.
Kırık, kederli ve içten içe hasta bir gülümsemeydi bu. “Daha önce de işkence gördüm. Hapsedildim!” diye bağırdı. “Ama her seferinde kurtuldum. Yine kurtulacağım.”
O cümle dudaklarından dökülürken, Sharon’ın sesinde gizlemeye çalıştığı ama artık çatlamış bir aynanın keskinliğiyle yansıyan bir şey vardı: Kibri kırılıyordu. O ses tonu, zafer gibi söylenmiş olsa da içinde bir sarsıntı taşıyordu. Kırılmamış, ama yıpranmış bir gururun yankısıydı bu. Gözleri boşluğa kilitlenmişti, ama ben onun hiçbir şeyi görmeyen bir bakışla değil, geçmişte kalmış bir hayaletle göz göze geldiğini fark ettim. O anda Sharon Queen değil de, belki hâlâ genç bir Eleonore’du. Henüz ihanete uğramamış, henüz kimsenin karnından çocuğunu alıp kaçırmamış, henüz katılaşmamış, hâlâ inanan biriydi. Ama o hâl çoktan toprak altına girmişti. Geride kalan ise, kibirli halinin eriyip gidiyor oluşuydu. Kırılıyordu. Bunu hissediyordum. Zincirli bileğini hafifçe oynattı. Parmak uçları demirin soğuk kıvrımını yoklarken, teninde açtığı izleri hissedebilirdi. Acı, bir uyarıydı. Belki ellerinden birini keserdim. Her yeni acı, Tükenmeye başlıyordu. Acizlerden farksızdı. Belki hâlâ güçlü olduğunu sanıyordu, belki hâlâ kontrolün onda olduğunu... ama gözlerime baktığımda gördüğüm şeyin, onun düşüşünü sessizce izleyen bir cellat olduğumu biliyordum. Ve bu defa kurtulamayacaktı. Çünkü ben izin vermeyecektim.
Dante’ye döndüm. Sessizce, hiçbir şey söylemeden... ama biliyordum, onun da içi şüphe vardı. Gözleri Sharon’ın buz gibi görüntüsüne kilitlenmişti. Ama çenesindeki kaslar gergindi, dişleri sımsıkıydı. Belli ki içinden geçen tek şey, Lisette’yi bir an önce o odadan çıkarmaktı. O anda silahımı çıkarsam, eminim ki Dante beni durdurmazdı. Ama bu ikimizin de beklediği an değildi. Çünkü Sharon’ı öldürmek bana cevap getirmezdi. O sadece bir beden olurdu. Love ise hâlâ bilinmezliğin içindeydi. Nasıl göründüğü, nerede yaşadığı, neyden korktuğu hiçbir şey bilmiyordum. İçimdeki öfke, soğuk bir cıva gibi damarlarımda akıyordu. Kalbim göğsümün içinde bir çekiç gibi atıyordu. Gözlerimi Sharon’dan ayırmadım. O da tekrar kameranın olduğu noktaya baktı. Göz göze geldik. Sanki ruhumun içine yürüdü, yavaş ve sinsice. Aynı Emelie gibi... Gözlerinde öyle bir inat, öyle bir boşluk vardı ki… sanki onun için hiçbir şeyin değeri kalmamıştı. Ne aile, ne işi, ne geçmiş, ne gelecek… sadece inandığı o çarpık gerçeklik kalmıştı. Sadece Love. Beni cezalandırmak için kızımın yerini söylemiyordu. Benim içinse... Love her şeydi. Onu görmemiş, sesini duymamış, dokunmamıştım. Ama onun varlığı, Emelie'nin varlığının bir devamıydı. Bizi yıkıma götüren zincirin en saf halkasıydı. Onun için bir şey yapmadan duramazdın. Onun için Sharon’ı konuşturmalıydım.
Lisette yavaşça yerinden kalktı. Sandalyenin gıcırdayan sesi, mahzendeki sessizliği ince bir bıçak gibi yardı. Üzerindeki gölgeyi silkelercesine doğruldu, ellerini iki yana bırakıp omuzlarını dikleştirdi. Adımları Sharon’ın karşısında sonlandığında, artık ona tepeden bakıyordu. Şarap fıçılarının ve nemli taş duvarların arasında, karanlığın kalbine inmiş iki kadın gibi duruyorlardı. Ama bu kez Sharon zincirliydi, Lisette ise özgürdü. Ve bu özgürlüğün getirdiği kararlılık, sesine ağır ve net bir sertlik kazandırmıştı.
“Bu sefer kurtulamayacaksın,” dedi Lisette, her bir kelimenin üstüne bastıra bastıra. Sesinde, kendi geçmişiyle, babasıyla, ailesiyle ve kendi kanından gelen her şeyle hesaplaşan bir kadının öfkesi vardı. “Tanrı’nın terk ettiği bu rutubetli bodrum, senin cehennemin olacak. Ve Emelie…” dedi, gözlerini Sharon’ınkine kilitleyerek, “…o cehennemin baş şeytanı olacak. Hâlâ susacak mısın Sharon? Hâlâ o lanetli kibirle konuşmayacak mısın?”
Sharon başını kaldırmadı önce. Gözleri, ayaklarının ucundaki taş zemine sabitlenmiş gibiydi. Ama dudakları hafifçe kıpırdadı. Kırışıklıklarla çevrili ağzı, acıyla gerilen bir çizgiye dönüştü. Sonra yavaşça başını kaldırdı ve gözlerini Lisette’in kararlı bakışlarına dikti. Göz bebekleri hâlâ buz gibiydi ama içlerinde yorgun bir yangın da vardı artık. “Üzerimde hiçbir etkiniz yok,” diye mırıldandı, sesi neredeyse fısıltıydı ama içinde hâlâ bir tür üstünlük taşıyordu. Dudakları iki yana doğru kıvrıldı, ama bu bir gülümseme değildi; bu bir meydan okumaydı. “Love güvende. Babasından da… annesinden de uzakta güvende. Benim için önemli olan bu. Sizin öfkeniz ve tehditleriniz beni korkutmuyor! Hiçbir şey öğrenemeyeceksiniz!”
Lisette’in gözleri Sharon’a kilitlenmişti. Bedeninin her zerresi gergindi; çenesini sıktığında yüz kemikleri belirginleşiyor, parmakları avuçlarına gömdü. Dante yanımda onları izlerken, gerim gerim gerilmişti. Ama şimdilik bir şey yapmıyordu.
“Emelie gelecek.” diye tekrarladı Lisette. Sesi buz kesmişti, ama altında yankılanan öfke barizdi. “Kızının yaşadığını öğrendiğinde sana ne yapar tahmin etmesi bile tüylerimi diken diken ediyor.”
Sharon bir an için gözlerini kaçırdı çok kısa bir an ama yüzüne yeniden o tanıdık, duygusuz maske oturdu. “O bana kıyamaz.” dedi sessizce. “Bücürüm annesine hiçbir şey yapmaz. O beni sever ne olursa olsun. Dua et de bana yaptıklarınız için sizden intikam almasın. Özellikle de bunu Leon’a söyle Ben ölürsem, Emelie onu öldürür.”
Bu söz, odanın içinde yankılandı. Sharon’ın dudaklarından dökülen her kelime, karanlık taş duvarlara çarpıp yankılandıkça daha da ağırlaştı. Dante’nin yüzü gerildi. Onun bile yumrukları sıkılmıştı artık. Ama hiçbirimiz konuşmadık.
Lisette gözlerini kısmıştı. Geri çekilmedi, ama artık başka bir şey görüyordu Sharon’da. “Sen gerçekten de kalpsiz bir insansın. Emelie’nin böyle bir durumda hala seni sevebileceğini düşünüyorsun. Sen ondan kızını çaldın. Leon ile bir aile kurabilme şansını çaldın. Emelie’ye annelik yapmadın. Onu akıl hastanesine kapattın! Delirttin. Ve şimdi bu delilikten payına düşeni alacaksın.”
Sharon’ın dudakları titredi. Bir şey söylemeye yeltendi ama kelimeler boğazında düğümlendi. Yutkundu. Sadece yutkundu ve yine gülümsedi.
Lisette kapıya ilerlerken arkasını Sharon’a döndü. Yavaş adımlarla kapıya yönelirken, son kez konuştu. “Emelie geldiğinde de gülümseyebilecek misin acaba? Hiç sanmıyorum.”
Kapının soğuk kolunu tutarken Lisette’in omuzları bir an titredi. Ama bu bir korkunun ya da kararsızlığın titremesi değildi. Bu, bir fırtınanın eşiğinde olan bir kadının, ardında bıraktığı cehennemi yeniden mühürlemesiydi. Parmakları metalin etrafında sımsıkı kenetlendi, sonra yavaşça kapıyı açtı. İçeri dolan loş ışık, mahzenin nemli taş duvarlarında kımıldayan gölgeler yarattı. Gölgenin biri, Sharon’ın zincirli bedeninin üzerine düştü. Diğeri ise, Lisette’in sırtına.
Lisette kapıdan çıkarken, Sharon arkasından kısık bir sesle konuştu. Sesindeki yankı, geçmişte bıraktığını sandığı her şeyin bir kez daha kanına karıştığını gösteriyordu.
“Emelie… geldiğinde… gözlerinin içine bakamam diye düşünüyorsun, değil mi?”
Lisette durdu. Dönmedi. Cevap vermedi. Ama birkaç saniyeliğine bedeninde bir donukluk oldu. Birkaç saniye... sonra yürümeye devam etti.
Sharon başını öne düşürdü. Saçları alnına yapıştı. Yüzüne düşen gölgeler onu olduğundan yaşlı, daha bitkin ve en önemlisi daha insani gösteriyordu. O anda tek başına kaldığında, zincirleriyle, taş duvarlarla ve geçmişin hayaletiyle baş başaydı. Dudakları kımıldadı.
“O... benim kızım benim! Ben onun annesiyim. Love ise benim torunum. Ben onların annesi ve büyükannesiyim! Siz... sizse hiçsiniz!”
Bu cümle, bir itiraftan çok, kendine tekrarlanan bir dua gibiydi. İnançtan yoksundu; içi boş bir teselli, yalnızca dudaklarından dökülen kuru bir yankıydı. İnandırıcı olmaktan çok uzaktı. Söylerken bile sesi titremedi belki ama o cümle Sharon’ın boğazında takılı kaldı, yutkunamadığı bir korkuya dönüştü. Yine de vazgeçmedi. O cümleye tutunuyordu. Çünkü başka tutunacak hiçbir şeyi kalmamıştı. Love’ın “güvende” olduğu düşüncesi, onun tek savunması, tek zırhıydı. Ama bu cümle bile onu artık ayakta tutmaya yetmiyordu. Gözlerinde bir anlığına beliren tereddüt, onu ele veriyordu. Ve bu beni içten içe tatmin etti. O yıllardır bıçak gibi bilediği kibri, gözlerimin önünde yavaşça köreliyordu. Her kelimesiyle yonttuğu o sahte baskın hali, artık kendi ağırlığı altında çatlıyordu. O kibir, bir zamanlar can yakan bir silahken şimdi sadece ellerinde tutmaya çalıştığı, paslı bir hatıraya dönüşüyordu.
Kapının soğuk kolunu tutarken Lisette’in omuzları bir an titredi. Ama bu bir korkunun ya da kararsızlığın titremesi değildi. Bu, bir fırtınanın eşiğinde olan bir kadının, ardında bıraktığı cehennemi yeniden mühürlemesiydi. Parmakları metalin etrafında sımsıkı kenetlendi, sonra yavaşça kapıyı açtı. İçeri dolan loş ışık, mahzenin nemli taş duvarlarında kımıldayan gölgeler yarattı. Gölgenin biri, Sharon’ın zincirli bedeninin üzerine düştü. Diğeri ise, Lisette’in sırtına. Birbirine değmeyen ama aynı geçmişin çığlıklarını taşıyan iki silüetti bunlar.
Lisette kapıdan çıkarken, Sharon arkasından kısık bir sesle konuştu. Sesindeki yankı, geçmişte bıraktığını sandığı her şeyin bir kez daha kanına karıştığını gösteriyordu.
“Emelie… geldiğinde… gözlerinin içine bakamam diye düşünüyorsun, değil mi?”
Lisette durdu. Dönmedi. Cevap vermedi. Ama birkaç saniyeliğine bedeninde bir donukluk oldu. Birkaç saniye... sonra yürümeye devam etti.
Sharon başını öne düşürdü. Saçları alnına yapıştı. Yüzüne düşen gölgeler onu olduğundan yaşlı, daha bitkin ve en önemlisi daha insani gösteriyordu. O anda tek başına kaldığında, zincirleriyle, taş duvarlarla ve geçmişin hayaletiyle baş başaydı. Dudakları kımıldadı.
“O benim kızım.”
Koridora çıktığında Lisette’in adımları birkaç saniyeliğine durdu. Nefesini burnundan sertçe verdi ve arkasındaki kapıyı, tek bir hamleyle ve kararlılıkla kapattı. Kapının kapanışı yankılandı; sanki içerde kalan her şeyle arasına kalın bir duvar örüyordu. O an sessizlik, o kasvetli bodrumun dışında bile ağırdı.
Dante hemen ona döndü. Ayak sesleri hızlıydı, birkaç adımda Lisette’in tam karşısında durdu. Gözleri dikkatle, neredeyse ölçerek baktı. Dudaklarının kenarında belirsiz bir kıvrım vardı. “Hey,” dedi, sesi hafif bir alayla ama altında ciddiyet taşıyan bir tonda. “Oldukça iyiydin. Onunla konuşmak seni daha da ateşli yaptı.” Birkaç saniye duraksadı, sonra gözlerini kısmadan ekledi: “Bu, seni ya daha güçlü yapar ve daha tehlikeli. Hoşuma gitmedi değil.”
Lisette başını kaldırıp doğrudan Dante’ye baktı. Gözleri hâlâ kırmızıya çalan, içten içe yanan bir öfkeyle parlıyordu ama artık onunla karışmış başka bir şey vardı: Buz gibi bir sakinlik. Yavaş ama sabit bir kararlılık. Dudakları bir an için kıpırdamadı. Sonra, gözünü kırpmadan sordu: “İzlediniz ha?” Ses tonu serin ama alt metni sertti. “Gizli kamera mı?”
Dante başını hafifçe eğip doğrulttu. Omuzlarını silkeledi. “Evet,” dedi açık açık. “Ama bunun bir önemi yok. Asıl mesele…” Bakışlarını sabitledi. “Sen Emelie’yi bulma konusunda ciddi miydin?”
O soru bir anda havayı kesip biçti. Koridorun nemli taş duvarları arasında yankılanmayan ama içlerinde ağır bir çöküş bırakan bir sessizlik doğdu. Lisette’in gözleri bir noktaya sabitlendi, sonra derin ve içe çekilmiş bir nefes verdi. Uzun, sessiz bir anın sonunda başını eğdi; ama bu teslimiyet değil, düşünceydi. Düşüncenin ardından gelen içsel bir kabul.
“Bulacağım yani bulacağız,” dedi sessizce. Sesi düşük, neredeyse fısıltı gibiydi ama içindeki ton keskin, sarsılmazdı. Boş bir koridorun taşlarına değil, bir yemin gibi havaya kazınmıştı. “Çünkü başka çaremiz yok.”
O anda ikisinin de gözleri bana döndü. Sessiz ama sorgulayan, onay bekleyen bir bakışla. Artık ikisi de bana bakıyordu.
“Değil mi, Leon?” diye sordu Lisette.
Emelie yine tek çarem o mu olmuştu?