Leo hakkında yapabildiğim tek şey, ona iyi bir aile bulmaktı. İçimizdeki tüm kaybın ve başarısızlığın ağırlığıyla, en azından onun için bir kapı aralamamız gerekiyordu. Onu kurtaramadığımız geçmişin küllerinden sıyırıp geleceğe taşımanın başka bir yolu yoktu. Paolo ve Monica Morante çifti… O karanlık dönemde ışık gibi beliren iki yabancıydılar. Ve Leo’ya aile olmayı istemişlerdi, hem de içtenlikle. Onların gözlerinde, Leo’yu yalnızca koruyacak değil, onu gerçekten sevecek insanların yansımasını görmüştüm. Paolo yerel bir şarap üreticisiydi. Yüzü güneşten yanmış, elleri nasırlıydı ama konuşurken gözlerindeki yumuşaklık kolayca fark edilirdi. Şarap üretimi onun sadece geçim kaynağı değil, aynı zamanda tutkusuydu. Kalite kontrolü, pazarlama, harmanlama… Tüm süreçlere hakim bir adamdı. Duruşu sakin ama kendinden emin, tıpkı yıllanmış bir şarap gibi; zamana boyun eğmeden var olan bir sabrı vardı. Monica ise, toprağın kendisiydi adeta. Üzüm bağlarıyla doğrudan ilgilenirdi. Budama, aşılama, mevsimlik bakım, hastalık takibi… İşinin her anında vardı. Parmak uçları toprakla konuşur gibiydi, Leo’ya dokunurken gösterdiği özenle bağlardaki asmalara da dokunurdu. Onlarla ilk tanıştığımda, bunu anlamıştım. Ve şarapları mükemmeldi.
Kendilerine ait üzüm bağları vardı. Geçim kaynakları buna dayanıyordu. Ve, iyi kazanıyorlardı ama paranın onların gözünde en ufak bir anlamı yok gibiydi. Ellerindeki her şeyi Leo’ya adamışlardı. Yalnızca onunla zaman geçirmek değil… Onun çocuk olmasına izin vermekti istedikleri. Koşmasına, düşmesine, kirlenmesine… Gülmesine. Gülmesine özellikle. Bunun için onlara minnettardım. Derin, iç burkan bir minnettarlıkla. Leo için daha iyi bir aile bulamazdım. Daha güvenlisi, daha şefkatlisi, daha insani olanı yoktu. Dante muhtemelen onu büyütseydi… Hayal etmek bile istemiyorum. O çocuğun elleri, şimdiden silah tutmaya başlamış olurdu. Gözleri, av köpeklerini eğitirken korkutucu bir ciddiyete bürünürdü. Gece uyanık kalmayı, sessizce izlemeyi, tetikte olmayı öğrenirdi. Daha oyun çağındayken ölümün ağırlığını taşıyan biri olurdu. Dante çocukluğunu anlattığında bana böyle anılardan bahsederdi. Bu düşünce… midemi burkuyordu. Bir çocuğun çocukluğundan çalınması fikri, işlediğimiz en büyük suçtu belki de. Leo hâlâ bir çocuktu. Sadece çocuktu. Bunu ona yaşatmak, belki de geçmişte yaşattıklarımın tek kefaretiydi.
Lisette kadehinde ki şarabını yudumlarken, kim bilir kaçıncı kez Dante’nin elinden uzaklaştı. Hareketi nazikti ama kararlıydı; tıpkı bir kurbağanın su yüzeyini bozmadan uzaklaşması gibi. Sessizlik içinde süzülen bu temas reddi, Dante’ye yönelik açık ama ölçülü bir sınır çizgisiydi. Dante ise, alışık olduğu bu kaçışlara rağmen, elini uzatmaktan vazgeçmiyordu. Avuç içleri boşlukta kalıyor, sonra tekrar dizine düşüyordu, ama her seferinde yeni bir zaman kolluyordu. İnce bir ısrar, kibarlıktan yapılmış bir sabır perdesiyle örtülüyordu. Onun için bu, bir alışkanlıktı artık; Lisette’in mesafesini kabul etmiş ama umudundan vazgeçmemiş bir haldi. Hava Haziran ortası için bile fazlaydı — otuz, belki otuz beş derece. Akşam üstüne doğru güneş çoktan çekilmiş olsa da toprağın üstündeki sıcaklık, etin altına sızan bir alev gibi hâlâ hissediliyordu. Elini ısıtma bahanesini kullanmak… saçmaydı. Ve Lisette bunu biliyordu. Sol elini usulca şarabın soğuk camına götürdü, parmaklarını kadehin ince sapında gezdirdi. Sonra iç çekti ve ondan birkaç santim uzaklaştı. Sessiz ama net bir tepkiydi. Bir "hayır"dı; bağırmadan, açıklamadan, yakmadan.
Monica bizi mutfaklarına bakan küçük arka bahçede ağırlıyordu. Bahçe, yeşilin yorgun tonlarında salınıyordu. Rüzgar, asmaları hafifçe sarsıyor, yukarıdan aşağı inen gölgeler güneşin izlerini silmeye çalışıyordu. Etrafımızda asma dalları, sarkan üzüm salkımlarının minik hayaletleri gibi titreşiyordu. Masa, el oymasıydı, belki Paolo’nun işiydi. Üzerine özenle serilmiş keten örtü, Monica’nın titizliğini gösteriyordu. Duvarda sarmaşıklar vardı, yaşanmışlıkla yoğrulmuş taş duvarlar. Ve tüm bu huzurun ortasında, konuşulmamış onca yük vardı. Leo, hemen gözümün önünde Paolo ile top oynuyordu. Çocuk kahkahaları bahçeye ince bir umut serpiyordu. Paolo’nun gülüşü, gençlikten kalma bir şakacılığı barındırıyordu. Ayağıyla topu ileri itiyor, sonra Leo’ya geniş kollarını açıyordu. Oynarken birbirlerine çarptılar, yere düştüler, kahkahalarla doldu hava Monica mutfaktaydı, pencerenin ardından görünüyordu.
Bazen Leo ve kocasına bakıyordu. Bazen de meraklı gözlerle bize. Kollarını dirseklerine kadar sıvamış, elma dilimlerini kesiyor, hamuru şekillendiriyordu. Hem Monica hem de Paolo ize kasıtlı olarak yalnızlık vermişlerdi. Leo konusunun açılacağımı biliyorlardı. Ve Monica’nın, bizi mutfağın hemen önünde ağırlaması, duymaması gereken bir şeyi duymak ister gibi oluşunun da sessiz bir işaretiydi belki. Ama Lisette’in gözleri gülmüyordu. Göz kapakları yarıya inmiş, yüzü donuktu. Dante’nin raftan seçip açtığı o koyu bordo şarabı içiyorduk. Tadında yoğun bir baharat dokunuşu vardı; karanfil gibi, yaban kirazı gibi üzümle harmanlanmıştı. Kadeh ağırdı ama ellerimin titremesine neden olmayacak kadar da dengeliydi. Her yudum, içimde bir başka kırığı parlatıyordu. Lisette hâlâ konuşmuyordu. Gözleri Leo’nun üzerindeydi ama bakışı odaklı değildi. Sanki Leo’yu değil de, onun içinden geçerek geçmişini izliyordu. Göz kapakları titrediğinde, içindeki karmaşanın dalga dalga yükseldiğini sezdim.
Dante sessizliği bozdu. “Leo’yu ben büyütseydim muhtemelen eli top değil, silah tutardı. Ben babamdan ilk Barettamı hediye aldığımda, altı yaşındaydım. Leo ise yedi yaşında hala bir silahı yok mu?” dedi, sesi hafifti ama içindeki gerginlik kulak tırmalıyordu. “Kötü bir babasın Leon.” Kadehindeki şarabı gösterip bir yudum aldı. “Ve Sharon’ı burada hapsetmen aklımın ucundan bile geçmedi.”
Lisette başını çevirip ona baktı. Gözleri hâlâ kırmızıya çalan bir öfkeyle yanıyordu. “Yedi yaşında bir çocuğa silah öyle mi Toro?” diye sordu. Sesi alçaktı ama sert. “En azından Leon’a tek bir konuda hak verebilirim. Evlatlık oğlu için uygun bir aile bulmuş!”
Dante başını yavaşça salladı. Gözlerini kaçırmadan, duraksamadan. “Bebeğim. Burası İtalya ve benim ailem Cosa Nostra’da bebekler annelerinin rahminde silah sesiyle büyüler.”
Sessizlik ağırlaştı. Havanın içinde asılı kalan toprak kokusu ve uzaktan gelen yaprak hışırtısı, bu sessizliği daha da katılaştırdı.
Lisette Dantw’ye sert bir bakış attı. Birkaç saniye boyunca parmaklarını kadehin ağzında gezdirdi. Camın serinliğiyle avuç içindeki ateşi söndürmeye çalışır gibiydi. Sonra konuştu. “Hiç hamile kalmayacağım için sorun yok,” dedi. Sesi yumuşaktı ve Dante’nin dudaklarının hafifçe kıvrılmasına sebep olmuştu. Lisette omzuna hafifçe vurmuştu. “Aptalsın Dante Costa. Büyük bir aptal...”
Dante onun omzuna hafifçe dokunmasına rağmen geri çekilmedi. Gülümsemesi solmuştu ama hâlâ oradaydı; içten değilse bile alışkanlıktan, inatla yüzünde asılı kalmıştı. Bir an başını eğdi, gözlerini şarap kadehinin dibine dikti. Parmakları kenarına vurdu hafifçe, bir ritim tutar gibi. Sonra bakışlarını tekrar Lisette’e çevirdi. “Bunu sonra baş başa konuşabiliriz.” dedi alçak sesle, “Detaylıca.”
“Kapa çeneni artık.”
Lisette başını çevirdi, göz göze gelmediler. Gözleri Leo’nun kahkahasında takılı kaldı. Çocuk yere düşmüş, Paolo’ya kahkahalarla gülüyordu. Küçücük elleriyle onun dizlerine vuruyor, sonra tekrar ayağa kalkıyordu. Dante sustu. Daha fazla bir şey söylemedi. Sessizlik, yine ağır ağır aralarına çöktü. Lisette, son bir yudum daha aldı şarabından. Gözleri hâlâ Leo’nun üzerindeydi. Ama bu sefer gözleri daha net, daha odaklıydı. Kararsız değildi. Kendi içinden geçen bir cevabı, kimseye söylemeden vermiş gibiydi. Sonra şarabını masaya bıraktı. Kadeh, taş zeminde çok hafif bir ses çıkardı. Leo’nun kahkahası bir kez daha yükseldi. Ve o kahkahayla, geçmişin karanlığı birkaç saniyeliğine de olsa geri çekildi. Ama ne Lisette’in omuzlarındaki yük azaldı, ne Dante’nin bedeni hareketsizleşti.
“Gerçekte kimin oğlu?” diye sordu usulca Lisette. “Bir geçmişiniz var. Onu nasıl evlat edindin, anlatacak mısın Leon?”
Sorusu havada öylece asılı kaldı. Ne içinde bir meydan okuma barındırıyordu, ne de doğrudan bir suçlama… Yargısızdı. Sadece bir soruydu, ama o sade haliyle ortamın zaten gergin olan havasını daha da bastırdı. Lisette’in sesi sakin ama kararlıydı; yüzeyde usul usul akan ama derinliklerinde sabrın son kıyısına ulaşmış bir ton taşıyordu. Emelie’ye ihanet etmem düşüncesi onu çıldırtıyor olmalıydı. Bir taş gibi ağırdı sesi, ve attığı yerden yayılan dalgalar hepimize çarptı. Başımı onlara çevirmedim, dönmedim bile. Gözlerim hâlâ Leo’nun üzerindeydi. Paolo’nun bacaklarına dolanmış, toprağa düşüp kalkarken gülüyordu. Ama o kahkahaların artık birer neşe işareti olduğunu söyleyemezdim. O sesler, içimde yankılanan başka anıların, başka kayıpların içinden geçerek geliyordu bana. Mutluluk gibi değil, daha çok bir hatırlatıcı gibi... Gözümün önünde duran çocuğun sesi, geçmişin üzerime çöken gölgesini daha da belirginleştiriyordu. O gülüş, bana neden sustuğumu hatırlatıyordu.
Şarap kadehini avuçlarımda sıktım. Camın buzlardan soğuk yüzeyi ile avuç içimdeki gerilim çarpıştı bir an. Sonra yavaşça, neredeyse duyulmayacak bir tonda masaya bıraktım kadehi. Parmaklarım hâlâ titriyordu. Dudaklarım aralandı ama önce hiçbir ses çıkmadı. İçimdeki kelimeler boğazıma takılmış gibiydi, ağır ve keskin. Nefesimi tuttum, sonra yavaşça verdim. Sesim çıktığında, ne sert ne de yumuşaktı; sadece olması gerektiği gibiydi. Boşlukta tek başına asılı kalmış bir gerçek gibiydi. “Babası tehlikeli şiddete meyilli bir adamdı ve annesi ise normal sıradan bir kadındı,” dedim. Cümle ağzımdan çıktığında, o anı tekrar yaşar gibi oldum. Kırmızıya bulanmış yerler, cansız gözler... ve söylediği tek cümle: ‘Lütfen yalvarırım oğlumu o adamın ellerine bırakma.’ O an düşünmedim. Sorgulamadım. Yaptığım doğru muydu, o an hiçbirini bilmiyordum. Sadece onu aldım. O çocuk elimdeydi ve onu korumaktan başka hiçbir şey düşünemedim.
“Ben mafya adına tetikçi olarak çalışsam da, bir dönem kiralık katil olarak da çalıştım.” dedim, sesim kısık ama netti. “Annesi onu doğururken öldü. Ölmeden önce ki son isteği buydu. Bende onu babasına geri götürebilirdim ama yapmadım. O adam hamile karısını dövüyordu.”
Dante başını kaldırdı. Gözleri donuktu, ama meraklı. “Adamın öldürmedin ama ha?” dedi kinayeyle bildiği gerçeği yüzüme vurarak. “Ya da öldüremedin?"
Leon başını yavaşça salladı. “Ne dersen de. Leo’yu kurtarmak benim için bir hata değildi.”
Lisette’in eli kucağında yumruk olmuştu. “Tamam haklı görebileceğim bir hikaye. Seni suçlayamam. Ama seni babası olarak biliyor. Ve sen varlığını yeni öğrendiğin kızını da arıyorsun!”
“Evet arıyorum.” diye devam ettim. “Ve ikisinin iyi kardeşler de olacağını biliyorum. Love’ı bulduğumda ona da geç kaldığım babalığı yapacağım.”
Dante, neredeyse fısıltıyla sordu: “Peki, Mrs. E’nin annesi Sharon Queen’de konuşmuyorsa. Bir B planın var mı eski sağ kolum? Emelie’yi bulma konusunda.”
Dante’nin doğrudan gözlerinin içine baktı. Cevap kısa ama kesindi: “Emelie’yi bulacağım. Ve senin hırsızın bana yardım etme vaadinde bulunmuştu.”
Lisette derin bir nefes aldı. Gözlerini kaçırmadan bana baktı. “Saklanabileceği ülkelerde ki şehir ve mekanların bir listesini yapıp sana atacağım. Çünkü onun saklanmak için bir sürü mekanı var...” dedi ağzının içinde kelimeleri yuvarlayarak. “Ama ne kadar kızgın, öfkeli kalbi kırık olsan da ona nazik davranacaksın. En azından elinden geleni yapmalısın Edward Leon Shawn.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım, içimdeki gerginliği bastırmak ister gibi. Sonra başımı sertçe salladım; bu yalnızca bir onay değildi, aynı zamanda kendime verdiğim bir söz gibiydi. “Evet,” dedim, sesim biraz kısıktı ama içindeki ton netti. “Ona nazik davranacağım. Oldukça… nazik.” Bu kelimenin ucunda ince bir ironi vardı ama kalbimin ortasında gerçek bir ağırlık da. Ne yaparsam yapayım, Emelie’ye acı çektirmiştim ve daha fazlasını istiyordum. Buna hakkım vardı. Emelie’nin canını yakmak istiyordum. Benim canımı yaktığı gibi.
Lisette gözlerini kısmıştı. Yüzündeki gülümseme buz gibi soğuktu ama içinde kırılgan bir sevgi de taşıyordu. “Bu ona ihanet etmem gibi olacak,” dedi, sesi çok derinden geliyordu. “Ki o zaten bana ihanet etti.” Gözleri uzaklara, Leo’nun oynadığı bahçeye değil de, sanki çok daha eski bir zamana takılmış gibiydi. Ama sonra tekrar bana döndü, ve yüzündeki o gülümseme tehdit gibi keskinleşti. “Yine de hâlâ onu seviyorum. O benim kuzenim. Biz tek yumurta ikizlerinin kızlarıyız, Leon. Teknik olarak bu bizi kardeş yapar. Ve onu bir kez daha üzersen…” duraksadı, sonra gülümsedi, öyle bir gülümseme ki içindeki şiddeti saklamaya niyet bile etmiyordu. “…hayalarına veda edebilirsin.”
Gözlerimi devirmedim. Bu tehdidin altında yatan acıyı sezebiliyordum. Sözlerini ciddiye almamak delilik olurdu, ama içimde tuhaf bir huzur da hissettim. En azından biri Emelie’yi hâlâ bu kadar sahiplenecek kadar seviyordu. “Bu tehdidi…” dedim, elim buz kovasına uzanırken, “…kesinlikle ciddiye alacağım.” Şarabın buzla çevrili camına dokunduğumda, parmak uçlarımda bir serinlik dolaştı. Şişeyi çıkardım, ağzına götürdüm ve uzun bir yudum aldım. O soğuk sıvı boğazımdan inerken içimi serinletti ama göğsümdeki yanmayı geçirmedi.
Şişeyi yerine bırakırken, Lisette’e döndüm. Sesim bu defa daha yavaş, daha ölçülüydü. “Ve senden ricam, Liset…” dedim, onun adını özellikle yumuşak söyledim, çünkü bu bir rica değil, neredeyse bir yalvarıştı. “Leo evlatlık olduğunu bilmiyor. Bundan asla ona bahsetme. Bu benim özel ricam. Ve bir de…” Sözlerim boğazıma düğümlendi. Sonra toparladım. “Bu gerçekten Emelie’ye bahsedecek kişi ben olmalıyım. Bu konuşmayı bir başkası yapmamalı. Sakın çenemi açayım deme. Lütfen.”
Bahçedeki kahkahalar titrek bir müzik gibi sürüyordu. Ama bizim masada, sessizlik yeniden çökmüştü. Gözlerim Leo’ya gitti. Leo, çimenlerin üstünde hoplaya zıplaya koşarken, güneş ışığı siyah saçlarının üzerine altın sarısı bir parıltı bırakıyordu. Saçları biraz dağınıktı, alnına yapışmış bir iki tutamı eliyle itiyor ama her defasında yeniden düşmelerine aldırış etmiyordu. Yüzü, oyunun heyecanıyla kıpkırmızıydı. O parlak yeşil gözleri, sanki dünyayı bir masal kitabının içinden izliyormuş gibi pırıl pırıldı. Topu Paolo’ya her geri attığında, ağzında kocaman bir kahkaha beliriyor, küçük dişleri görünüyordu — üstten bir dişi hafifçe yamuktu ama bu, onu daha da sevimli yapıyordu. Süt dişleri yeni yeni dökülüyor ve yerlerine yenileri çıkıyordu. Dizleri çimen lekeleriyle doluydu, tişörtü hafif yukarı kaymıştı ama umurunda bile değildi. Her düşüşünde hızlıca kalkıyor, tozunu bile almadan yeniden oyuna dalıyordu. Kollarını iki yana açıp “Baba! Az önce ki atışımı gördün mü? Harikaydı!” diye bağırdığı anda, kahkahamı tutamamıştım. Küçük elleriyle topu yakalamaya çalışırken kolları bir rüzgâr gülü gibi dönüyor, bazen topa basıp yuvarlanıyor, ama sonra yerden kalkıp sevinçle kahkaha atıyordu. Leo’nun olduğu yerde sessizlik mümkün değildi. O, enerjisiyle bahçeyi canlandıran, neşe saçan küçük bir yıldız gibiydi. Emelie onunla tanışırsa oğlumu sevecekti. ..