Mardin merkezdeki polis karakolu, taş duvarları ve demir parmaklıklı pencereleriyle, Roza’ya hem bir sığınak hem de yeni bir sınav gibi görünüyordu. Sabahın erken saatleriydi; güneş, şehrin dar sokaklarını altın sarısı bir ışıkla dolduruyordu, ama Roza’nın zihninde hâlâ dağların karanlığı yankılanıyordu. Karakolun küçük odasında, tahta bir masanın başında oturuyordu; karşısında, gri takım elbiseli bir başkomiser, dosyaları karıştırıyordu. Aram, yan odada ifade veriyordu – genç, hâlâ şaşkın, ama Roza’nın liderliğiyle güçlenmiş bir halde. Roza’nın elleri, kucağında sakin duruyordu, ama zihni bir satranç tahtası gibi işliyordu: Her hamle, her söz, dikkatle hesaplanmıştı. Özgürlük, elindeydi, ama törelerin gölgesi, şehirde bile peşini bırakmamıştı.
Başkomiser, gözlüğünü düzelterek Roza’ya baktı; bıyıklı yüzü, yılların sertleştirdiği bir ifade taşıyordu. “Kızım, anlattıkların ağır,” dedi, kalemi masaya vurarak. “Berdel, cinayet, aşiret kavgası… Bunlar, buralarda sıradan değil, ama kolay da çözülmez. Surayn Aşireti, güçlüdür. Dijvan Surayn’ı tanırım – adamları, dağlarda hayalet gibi gezer.” Roza, gözlerini kısmadan yanıtladı: “Biliyorum, komiserim. Ama ben, hayatta kalmak için buradayım. Töre, beni kıramadı; şimdi, yasalarla savaşacağım.” Sesindeki kararlılık, odadaki havayı değiştirdi; komiser, bir an sustu, etkilenmiş gibiydi.
Roza, ifadesinde her detayı dikkatle aktardı: Köye getirilişi, berdelin zorbalığı, babasının sırrı – Dijvan’ın babasını öldürmesi – ve dağlardaki kaçışı. Ama zekası, bazı bilgileri saklamasını söylüyordu. Dijvan’ın son anlardaki tereddüdünü, gözlerindeki o çatışmayı anlatmadı; bu, onun kozuydu. “Polis koruması istiyorum,” dedi, sesi net. “Ve İstanbul’a dönmek için yardım.” Komiser, başını salladı. “Koruma ayarlarız, ama bu iş bitmedi. Aşiret, seni bulur. Hazırlıklı ol.” Roza, içinden gülümsedi – hazırlıklıydı, her zaman.
Karakoldan çıkarken, Aram’la buluştu. Genç, yorgun ama umutlu görünüyordu. “Abla, şimdi ne olacak?” diye sordu, gözleri Roza’ya kilitlenmiş. “Şehre gidiyoruz,” dedi Roza. “Ama önce, bir avukat bulmalıyız. Töre, dağlarda güçlü, ama yasalar şehirde kazanır.” Aram, başını salladı; Roza’nın zekası, onun pusulası olmuştu. Polis, onlara bir araç tahsis etti; eski bir minibüs, Mardin’in tozlu yollarında sarsılarak ilerledi. Roza, pencereden dışarı baktı; taş evler, dar sokaklar, ve uzakta dağların silueti – her şey, geçmişi hatırlatıyordu. Ama o, geçmişe değil, geleceğe bakıyordu.
Mardin merkezde bir avukat buldular; genç bir kadın, Leyla, insan hakları davalarında uzmanlaşmıştı. Ofisi, küçük ama düzenliydi; masasında hukuk kitapları, duvarlarda diplomalar asılıydı. Roza, hikâyesini anlattı; Leyla, dikkatle dinledi, notlar aldı. “Berdel, yasal olarak suç,” dedi, kalemini çevirirken. “Ama aşiret davaları karışık. Dijvan’ı suçlamak için delil lazım – babasının ölümüyle ilgili somut kanıtlar.” Roza, cebinden bir kâğıt çıkardı – babasının mektubu, hâlâ yanındaydı. “Bu, başlangıç olabilir,” dedi, kâğıdı uzatarak. Leyla, mektubu okudu; kaşları kalktı. “Bu, güçlü bir delil. Ama tehlikeli – Suraynlar, bunu öğrenirse, intikam peşine düşer.”
Roza, tehlikeyi biliyordu; ama zekası, riskleri göze almasını söylüyordu. “Dijvan, beni bulacak,” dedi, sesi sakin. “Ama ben, hazır olacağım.” Leyla, gülümsedi; Roza’nın kararlılığı, onu etkilemişti. “Bir koruma emri çıkaralım,” dedi. “Ve seni İstanbul’a güvenle götürelim. Orada, davayı büyütebiliriz.” Roza, başını salladı; plan, şekilleniyordu. Ama içindeki bir ses, Dijvan’ın gölgesini hatırlatıyordu – o adam, sadece bir düşman mıydı, yoksa başka bir şey mi?
O akşam, Mardin’de bir pansiyonda kaldılar. Pansiyon, eski bir konaktı; taş duvarlar, ahşap tavanlar, ve dar pencereler. Roza, odasında yalnızken, çantasını kontrol etti: Bıçak, sedatif şişesi, ve birkaç ilaç. Zekası, onu hayatta tutmuştu; ama şimdi, şehirde yeni bir savaş başlıyordu. Pencereden dışarı baktı; sokaklar, kalabalık ama sessizdi. Bir gölge, karşı binanın köşesinde kıpırdadı. Roza, nefesini tuttu; bıçağını eline aldı, yavaşça perdeyi araladı. Gölge, bir sokak kedisiydi – ama Roza’nın içgüdüsü, hâlâ tetikteydi.
Gece, Aram’la plan yaptılar. “Polis koruması gelecek,” dedi Roza. “Ama biz, kendi önlemlerimizi almalıyız. Sen, gözünü açık tut; ben, Leyla’yla çalışacağım.” Aram, “Abla, seninle her yere gelirim,” dedi, gözleri parlayarak. Roza, gülümsedi; gencin sadakati, onun gücünü artırıyordu. Ama yalnızken, zihninde Dijvan’ın yüzü belirdi – o sert gözler, öfkeli ama kırılgan. “Neden pes etmedin?” diye mırıldandı kendi kendine. Cevap, karmaşıktı; ama şimdi, duygulara yer yoktu.
Sabah, Leyla’yla buluştular. Avukat, bir dosya hazırlamıştı: Berdel davası, babasının cinayeti, ve aşiret tehditleri. “Mahkemeye sunacağız,” dedi. “Ama önce, seni güvende tutmalıyız.” Polis, Roza ve Aram’ı İstanbul’a götürmek için bir araç ayarladı; zırhlı bir minibüs, şehirler arası yolda ilerliyordu. Roza, yolda sessizdi; zihni, bir sonraki hamleyi hesaplıyordu. Töre, dağlarda güçlüydü, ama şehirde yasalar konuşurdu. Ancak, bir şey eksikti – deliller, hâlâ zayıftı.
Yolda, bir mola yerinde durdular. Roza, minibüsten indi; serin hava, yüzüne çarptı. Aram, yanında yürüdü; “Abla, her şey yolunda mı?” diye sordu. Roza, başını salladı, ama gözleri etrafı tarıyordu. Mola yeri, tenha bir benzin istasyonuydu; birkaç kamyon, bir çay ocağı, ve tozlu bir park alanı. Roza, bir gölge fark etti – tanıdık bir siluet, motosikletli bir adam. Kalbi hızlandı; ama zekası, panik yerine strateji üretti. “Aram, arabaya dön,” dedi, sesi sakin. “Ben, bakacağım.”
Roza, yavaşça çay ocağına yaklaştı; bıçağını cebinde sıkıca tutuyordu. Motosikletli adam, kapüşonunu indirdi – Dijvan değildi, ama Surayn armalı bir ceket giyiyordu. Roza, nefesini kontrol etti; bu, bir tuzak olabilirdi. Adam, ona yaklaştı; elinde bir kâğıt vardı. “Roza Karacan,” dedi, sesi alçak. “Dijvan, konuşmak istiyor. Yarın, şehirde. Bu adres.” Kâğıdı uzattı; Roza, almadı. “Neden şimdi?” diye sordu, gözleri adamın gözlerinde. “O, değişiyor,” dedi adam. “Ama töre, kolay bırakmaz.”
Roza, kâğıdı aldı; ama zihninde bir plan şekillendi. “Polise haber vereceğim,” dedi, sesi soğuk. Adam, gülümsedi – ince, tehditkâr bir gülümseme. “Zekisin, ama dikkatli ol. Töre, şehirde de var.” Roza, başını salladı; bu, bir satranç oyunu dahaydı. Adam, motosikletine bindi, kayboldu. Roza, kâğıdı cebine attı; polise söyleyecekti, ama önce, neyle karşı karşıya olduğunu anlamalıydı.
İstanbul’a vardıklarında, gece olmuştu. Şehir, ışıklarla doluydu; ama Roza, gölgeleri görüyordu. Polis, onları bir güvenli eve yerleştirdi – küçük bir daire, yüksek bir binanın üst katında. Roza, pencereden Boğaz’ı izledi; su, karanlıkta parlıyordu. Aram, yatağına uzanmış, uyuyordu. Roza, yalnızken, kâğıdı çıkardı: Bir adres, bir saat. “Dijvan,” diye mırıldandı. Zekası, bir karar verdi: Buluşmaya gidecekti, ama kendi şartlarında. Polis, yanındaydı; ama asıl silahı, aklıydı.
Roza yatağa uzandı; bıçak, yastığının altındaydı. Töre, hâlâ peşindeydi; ama o, özgürlüğün eşiğindeydi. “Bir hamle daha,” diye düşündü. Dijvan’la yüzleşmek, son sınav olabilirdi – ama bu, zekanın zaferi olacaktı.