Surayn Konağı'nın taş duvarları, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyanıyordu. Güneş, dağların tepesinden süzülerek köyün tozlu yollarını aydınlatıyordu, ama Roza'nın zihninde karanlık bir plan şekilleniyordu. Gece boyunca uyumamış, yatağında dönüp durmuştu; Dijvan'ın kollarındaki anılar, artık bir yük gibiydi. Ama öfke ve korku, onu keskinleştirmişti. "Kaçacağım," diye tekrarladı içinden, sesi kararlı bir fısıltı gibi. Artık törelerin zincirini kırmak için akıllıca adımlar atma zamanıydı – duygulara değil, zekaya dayalı hareketler.
Roza, pencereden dışarı baktı. Köy meydanı, erkeklerin tüfeklerini temizlediği, atlarını hazırladığı bir savaş alanına dönmüştü. Düşman aşiret – Karacanlar'ın müttefikleri – yaklaşıyordu; haberler, rüzgar gibi yayılıyordu. Roza, doktorluk eğitimini hatırladı: İstanbul'un hastanelerinde öğrendiği sadece cerrahi değildi, strateji de vardı. Acil durumlarda hızlı düşünmek, kaynakları akıllıca kullanmak. Burada, kaynakları sınırlıydı, ama zekası sınırsızdı. İlk adım: Bilgi toplamak.
Kahvaltı masasında, Dijvan'la karşı karşıya oturdu. Adamın gözleri, yorgun ama tetikteydi; kolundaki sargı, dün gecenin izlerini taşıyordu. Roza, sesini sakin tutarak konuştu: "Düşmanlar hakkında ne biliyorsun? Kaç kişi, ne silahları var?" Dijvan, kaşlarını çattı, şüpheyle baktı. "Kadın işleri değil bunlar," diye yanıtladı, ama Roza ısrar etti. "Ben doktorum. Yaralılar olacak, hazırlıklı olmalıyım. Belki de önleyebiliriz." Bu, akıllı bir hamleydi – merakını gizleyerek, fayda sağlayarak bilgi çekmek.
Dijvan, bir an düşündü, sonra anlattı: "Karacan müttefikleri, elli adam, tüfek ve birkaç kamyonet. Dağ geçidinden gelecekler, pusuya yatacaklar." Roza, zihninde bir harita çizdi. Köyün coğrafyasını, geldiği günden beri gözlemlemişti: Kuzeyde dar bir patika, güneyde sarp kayalıklar. Kaçış için güney ideal olabilirdi – zorlu, ama düşmanların beklemediği bir rota. "Peki, neden saldırmasınlar? Müzakere edemez miyiz?" diye sordu, zekice bir öneri. Dijvan güldü. "Töre, müzakere bilmez. Ama belki..." Durdu, Roza'nın gözlerindeki zekayı fark etmiş gibiydi.
Öğleden sonra, Roza köyün kadınlarıyla konuştu. Onlar, törelerin sessiz kurbanlarıydı, ama kulakları her şeyi duyuyordu. Yaşlı bir kadın, Fatma Nine, fısıldadı: "Düşmanlar, seni istiyor kızım. Babana sadıklar, seni kurtaracaklarını sanıyorlar." Roza, bu bilgiyi not aldı zihninde. Kaçış planı şekilleniyordu: Düşmanların dikkatini dağıtmak, kendi lehine kullanmak. Akıllıca bir tuzak – kendini yem olarak sunmak, ama kontrolü elinde tutmak.
Akşamüstü, Roza konağın arkasındaki bahçeye çıktı. Etrafta kimsenin olmadığını görünce, bir taş parçası aldı ve toprağa basit bir kroki çizdi: Köyün çıkışları, dağ patikaları, olası pusu noktaları. Matematiksel bir hassasiyetle hesapladı: Yürüyerek güney patikaya ulaşmak, iki saat sürerdi; gece karanlığında, yıldızları rehber alarak. İstanbul eğitiminden kalan astronomi bilgisi işe yarardı – Kutup Yıldızı'nı takip etmek, yönünü kaybetmemek için. Ama yalnız kaçmak aptallık olurdu; bir müttefik lazımdı.
Dijvan'ın genç yeğeni, Aram'ı düşündü. Çocuk, on sekiz yaşında, köyün dışında okumak isteyen biriydi – modern fikirlere açıktı. Roza, onu buldu; ahırda atları besliyordu. "Aram, töreden bıktın mı?" diye sordu doğrudan. Çocuk duraksadı, ama gözlerinde bir ışıltı vardı. "Evet, abla. Bu zincirler bizi boğuyor." Roza, planını anlattı: "Gece, düşman saldırısını beklerken kaçacağız. Sen, atları hazırla; ben, yiyecek ve su toplayayım. Ama akıllı ol – kimseye çaktırma." Aram, başını salladı; bu, zekice bir ittifakdı – genç birini motive etmek, sadakat kazanmak.
Gece çöktüğünde, köyde gerilim doruktaydı. Dijvan, adamlarını topladı; tüfek sesleri, uzaklardan duyuluyordu. Roza, odasında bekledi, ama harekete geçti. Çantasına ekmek, su ve bir bıçak koydu – doktor çantasından kalan ilaçları da. Pencereden dışarı baktı: Düşmanlar, kuzeyden yaklaşıyordu; ışıklar, dağlarda yanıp sönüyordu. Bu, fırsat penceresiydi. Aram'la buluştu; çocuk, iki at hazırlamıştı. "Güney patikası," diye fısıldadı Roza. "Ama önce, bir отвлекающий маневр – dikkat dağıtıcı bir hareket."
Zekice bir fikir: Köyün deposundan aldıkları birkaç fişeği, kuzey tarafına yerleştirdiler. Aram, onları ateşledi – patlamalar, düşmanları o yöne çekti. Kaos sırasında, atlara bindiler; sessizce güneye yöneldiler. Roza'nın kalbi çarpıyordu, ama zihni berraktı. Yol boyunca, patikaları hesapladı: Dar geçitlerde yavaşla, açık alanlarda hızlan. Yıldızlar, rehberleriydi; Kutup Yıldızı, kuzeyi gösteriyordu, onlar güneye gidiyordu.
Ama töre, kolay pes etmezdi. Yarım saat sonra, arkalarından sesler duyuldu – Dijvan'ın adamları, kaçışı fark etmişti. Roza, "Hızlan!" diye emretti Aram'a. Atlar, kayalık yolda koştu; Roza, bir an durup arkaya baktı. Dijvan, atının sırtında görünüyordu – öfkeli bir siluet. Ama Roza, zekasını kullandı: Yol kenarındaki bir kayayı yuvarladı, yolu tıkadı. Bu, zaman kazandırdı.
Dağların fısıltısı, rüzgarla karışıyordu; Roza, özgürlüğe yaklaşıyordu. Ama içindeki ses, Dijvan'ı düşünüyordu – o adam, belki de değişebilirdi. Planı mükemmeldi: Kaçmak, İstanbul'a dönmek, polisi haberdar etmek. Töreleri yıkmak için yasal yollar – zekice bir strateji. Aram, "Abla, sen bir dahi gibisin," diye fısıldadı. Roza güldü içinden; evet, bu hareketler zeka kokuyordu.
Sabaha karşı, bir mağaraya sığındılar. Roza, haritasını çıkardı – zihnindeki harita. "Buradan şehre üç gün," dedi. Ama düşmanlar hâlâ peşlerinde miydi? Gerilim, havada asılıydı. Roza, bir sonraki hamleyi düşündü: Bir köye uğrayıp yardım istemek, ama kimseye güvenmemek. Zeka, hayatta kalmakti
Günün sonunda, Roza mağarada otururken, yıldızlara baktı. "Bu töre, zekamla kırılacak," diye düşündü. Ama Dijvan'ın yüzü, zihninde yanıp sönüyordu – belki de o da, akıllı bir hamle yapacaktı