Kan Tutsakığı

1236 Words
Konağın taş duvarları, Roza’nın çığlıklarını yutuyordu – ama bu çığlık, dışarıdaki rüzgârın uğultusu gibi değildi; içten, ruhun derinlerinden gelen bir feryattı. Babasının sırrı, eski bir mektupla ortaya çıkmıştı; sararmış kâğıt, tozlu bir sandıktan çıkarılmıştı. Mektubun mürekkebi solmuş olsa da, kelimeler keskin bir hançer gibiydi: Yıllar önce, Roza’nın babası, Dijvan’ın babasını bir kin davasında vurmuştu. Bu, basit bir anlaşmazlık değildi; bir töre ihlali, kanla yazılmış bir intikam yeminiydi. Berdel, bu sırrın üzerine kurulmuştu – Roza, sadece bir gelin değil, bir kurban, bir intikam aracıydı. Dijvan, mektubu okurken, gözleri öfkeyle parlıyordu. Kara sakalları, çenesini sıkan kaslarıyla titriyordu. Geniş omuzları, odanın loş ışığında daha da heybetli görünüyordu; göğsü, hızlı nefeslerle inip kalkıyordu. Mektubu buruşturup yere attı, sonra yavaşça döndü ve Roza’ya baktı. Roza, yatağın kenarında oturuyordu; zeytin rengi gözleri yaşlarla doluydu, uzun siyah saçları omuzlarına dökülmüş, basit elbisesi bedenini zar zor örtüyordu. “Baban, babamı öldürdü,” dedi Dijvan, sesi buz gibi soğuk, ama altında kaynayan bir lav gibiydi. Her kelime, odanın havasını ağırlaştırıyordu; sanki taş duvarlar bile bu gerilimi hissedip eğiliyordu. Roza, donakalmıştı. Kalbi, göğsünde bir davul gibi vuruyordu; elleri titreyerek kucağına düştü. “Bu doğru olamaz,” diye fısıldadı, sesi kırık bir cam parçası gibiydi. Ama mektuptaki detaylar inkar edilemezdi: Tarihler, isimler, hatta vuruşun yeri – hepsi, Roza’nın çocukluğundan hatırladığı belirsiz anıları aydınlatıyordu. Babası, her zaman sessiz bir adam olmuştu; geceleri uyanık kalır, uzaklara bakardı. Şimdi, her şey anlam kazanıyordu. Roza, ayağa kalktı, ama bacakları güçsüzdü; duvara yaslandı. “Bilmiyordum. Tanrı şahidim, bilmiyordum. Ama senin törelerin, beni buraya zincirledi. Beni bir piyon yaptın!” Dijvan, ona yaklaştı; adımları, taş zeminde yankılanıyordu. Ellerini yumruk yapmış, damarları kabarmıştı. Roza’nın bileklerini sıktı – parmakları, demir gibi sert, ama sıcaklığı tenine yayılıyordu. “Bana yalan söyledin mi?” diye sordu, sesi bir hırlama gibi, gözleri Roza’nın gözlerine kilitlenmişti. O gözlerde, sadece öfke yoktu; bir ihanet yarası, derin bir acı parlıyordu. Roza, başını salladı, gözlerini kaçırmadı. “Hayır, yalan söylemedim. Ama eğer biliyorsam, ne değişirdi? Töre, bizi zaten bağladı.” Dijvan, bir an sustu; nefesi, Roza’nın yüzüne çarpıyordu – sıcak, baharatlı bir koku, köyün tozlu havasıyla karışmış. Sonra, aniden, onu duvara yasladı. Roza’nın sırtı, soğuk taşa değdi; elbisesinin kumaşı, cildine yapışıyordu. Dijvan’ın bedeni, ona bastırdı – kaslı gövdesi, Roza’nın yumuşak kıvrımlarına karşı ezici bir güçtü. Nefesleri birbirine karışıyordu; öfke, arzuyla harmanlanmıştı, ayrılmaz bir düğüm gibi. “Senin baban, kanımı döktü. Aşiretimin onurunu kırdı. Ama sen…” Sözünü bitiremedi. Dudakları, Roza’nın dudaklarına çarptı – sert, cezalandırıcı bir öpücük, sanki öfkesini dudaklarıyla boşaltıyordu. Roza’nın dudakları, tuzlu gözyaşlarıyla ıslanmıştı; öpücük, acı ve tatlı bir karışım gibiydi. Roza, direnmeye çalıştı; ellerini Dijvan’ın göğsüne koydu, itmeye kalkıştı. Ama Dijvan’ın gücü, onu yerinde tutuyordu. Gömleğini yırtarcasına çıkardı; düğmeler, yere saçıldı, taş zeminde tıkırdadı. Roza’nın çıplak göğüsleri, soğuk duvara değdi – meme uçları, serin havayla sertleşti, bir ürperti bedenini sardı. Dijvan, boynuna gömüldü; dişleri, tenini hafifçe ısırıyordu – acısı, bir kıvılcım gibi yayıldı, ama altında bir haz dalgası vardı. Roza’nın inlemeleri, öfkeliydi; sesi, boğazında düğümleniyordu. “Dur,” diye fısıldadı, ama bedeni yine teslim oluyordu – kalçaları, istemeden Dijvan’a doğru kıvrıldı. Dijvan’ın elleri, Roza’nın bedeninde gezinmeye başladı; parmakları, belinden aşağı kaydı, kalçalarını sıktı – sert, sahipleyici bir dokunuş. “Bunu hak etmiyorsun,” diye mırıldandı Dijvan, nefesi Roza’nın kulağına çarpıyordu; sıcaklığı, bir ateş gibi yakıyordu. Ama elleri durmuyordu; Roza’nın elbisesini yukarı sıyırdı, bacaklarını ayırdı. Roza, nefesini tuttu; teni, Dijvan’ın parmaklarının sıcaklığına karşı titriyordu. Dijvan, “Hayır, seni istiyorum,” diye yanıtladı, sesi boğuklaşmıştı. Pantolonunu indirdi; sertliği, Roza’nın kalçasına değdi – sıcak, nabız gibi atan bir varlık. Roza, onu hissettiğinde, bir an gözlerini kapattı; korku ve arzu, zihninde çarpışıyordu. Sonra, içine girdi – hızlı, derin, bir itişle. Roza’nın bedeni, bu girişle sarsıldı; duvar, sırtını acıtıyordu, ama haz, bir sel gibi yayıldı. Her hareket, bir öfke patlamasıydı; Dijvan’ın kalçaları, Roza’nınkine çarpıyordu – tenin tenle çarpışması, odada yankılanıyordu, ritmik bir davul gibi. Roza, duvara tutundu; tırnakları, taşa battı, küçük yaralar açtı. İnlemeleri, yüksek ve kesik kesikti; her itiş, onu daha derine sürüklüyordu. Dijvan’ın elleri, göğüslerini avuçladı – parmakları, meme uçlarını sıktı, çekti; acı, hazla karıştı, Roza’nın bedenini elektrik gibi titretti. “Beni cezalandırıyorsun,” dedi Roza, sesi kırılgan, nefes nefese. Ama bedeni, Dijvan’ın ritmine uyum sağlıyordu; kalçaları, ona doğru kalkıyordu, daha fazla istiyordu. Odanın havası, ter ve tutkuyla doluydu – ağır, boğucu bir koku, mumların dumanıyla karışmış. Dijvan’ın sırtı, terle parlıyordu; kasları, her hareketle geriliyordu. Roza’nın saçları, yüzüne yapışmıştı; gözleri, yarı kapalı, Dijvan’ın yüzüne bakıyordu – o yüzde, öfke ve arzu birleşmişti. Zirve, bir patlama gibi geldi; Roza’nın bedeni kasıldı, çığlığı konağın taşlarında yankılandı – yüksek, vahşi bir ses, özgürleşmiş bir ruh gibi. Dijvan, içine boşaldı; sıcaklığı, Roza’yı doldurdu, bir an için her şeyi unutturdu. Sonra, sessizlik. Dijvan, geri çekildi, nefes nefese; pantolonunu yukarı çekti, sırtını döndü. Roza, yere çöktü; bacakları titriyordu, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Elbisesini düzeltti, ama bedenindeki izler silinemiyordu – morarmış bilekler, ısırık izleri. “Bu mu töre?” diye sordu, sesi titreyerek. Dijvan, cevap vermedi; sadece pencereye yaklaştı, dışarıdaki karanlığa baktı. Yıldızlar, gökyüzünde parlıyordu, ama onun gözlerinde karanlık vardı. İçinde bir fırtına kopuyordu – Roza’ya karşı hissettiği bu karmaşa, öfke ve arzu, onu parçalıyordu. O gece, Roza kaçış planı yapmaya karar verdi. Yatağına uzandı; bedenindeki ağrı, zihnini netleştiriyordu. Köyün çıkış yollarını düşündü – dağların arasındaki gizli patikalar, gecenin örtüsü altında kaçmak. Ama Dijvan’ın dokunuşları, zihninde bir iz bırakmıştı; teni, onun sıcaklığını hatırlıyordu, bir lanet gibi. Uyuyamadı; saatler geçti, karanlık odada dönüp durdu. Ertesi gün, köyde savaş hazırlıkları hızlandı. Güneş, taş evlerin üzerine acımasızca vuruyordu; erkekler, tüfeklerini temizliyor, mermileri sayıyordu. Düşman aşiret, yaklaşıyordu – Karacan Aşireti, Roza’nın ailesinin eski müttefikleri. Roza, doktorluk becerilerini kullanarak, köydeki yaralıları tedavi etti; bir çocuğun kırık kolunu sardı, yaşlı bir kadının yarasına merhem sürdü. Ama aklı, Dijvan’daydı. Onun öfkesi, tutkusu, yaralı ruhu… Roza, ona karşı hissettiği karmaşayı çözemiyordu. Öğleden sonra, Dijvan’ı gördü; atının sırtında, köy meydanında talimat veriyordu. Gözleri, bir an Roza’ya değdi – soğuk, ama altında bir kıvılcım. O akşam, Dijvan konağa döndü; kolunda bir yara, kumaşına kan sızmıştı. Eğitim sırasında bir kaza, dedi soğukça. Roza, onu odasına aldı; yarayı sardı. Parmakları, onun teninde gezindi – sıcak, nabız atan bir ten. Dijvan, hareketsiz duruyordu; gözleri, Roza’nın ellerini izliyordu. “Beni öldürecek misin?” diye sordu Roza, sesi yumuşak, gözleri Dijvan’ın gözlerinde. “Hayır,” dedi Dijvan, bir an duraksayarak. “Ama babanı öldürebilirim. Töre, bunu gerektirir.” Roza, sargıyı bitirdi; eli, Dijvan’ın omzunda kaldı. Bir an, sessizlik uzadı. Sonra, Dijvan onu kendine çekti; dudakları, Roza’nın dudaklarına değdi – bu kez, öfkeden değil, bir özlemle. Öpücük, yavaş ve derinleşti; dilleri, birbirini keşfediyordu. Roza, karşılık verdi; elleri, Dijvan’ın saçlarında gezindi. Gece, yine birleştiler. Bu kez, Roza kontrolü aldı. Dijvan’ın yatağına tırmandı; elleri, onun göğsünde gezindi – sert kaslar, altında atan kalp. “Eğer beni istiyorsan, öfkeni bırak,” dedi, sesi fısıltı gibi. Dijvan, onu kendine çekti; dudakları, Roza’nın göğüslerinde dolaştı – ıslak öpücükler, meme uçlarını emerek. Roza, inledi; başını geriye attı, saçları yastığa yayıldı. Hareketleri yavaş, ama yoğun; Roza, onun üzerinde dans ederken, özgürlüğün tadını hissetti. Kalçaları, ritmik bir şekilde inip kalkıyordu; her hareket, derin bir haz getiriyordu. Dijvan’ın elleri, belini sarıyordu – parmakları, tenini okşuyor, kalçalarını yönlendiriyordu. İnlemeleri, geceyi doldurdu; bedenler, bir an için töreden kaçtı – sadece iki ruh, arzunun dalgalarında yüzüyordu. Zirve, ikisini de sarstı; Roza, Dijvan’ın adını haykırdı, bedenleri ter içinde birbirine yapıştı. Sonra, yattılar; Dijvan, Roza’yı kollarına aldı, bir an için barış vardı. Ama sabah, bir haber daha geldi: Düşman aşiret, Roza’yı kaçırmayı planlıyordu. Töre, yeni bir sınavla karşılarındaydı. Roza, pencerede dururken, “Kaçacağım,” diye düşündü, ama Dijvan’ın gözleri, onu tutsak ediyordu. Dağların ötesinde, özgürlük bekliyordu, ama kalp, burada zincirliydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD