Parmağıma batan diken yüzünden suratımı acıyla buruşturdum. Küçücük bir noktadan özgürlüğüne kavuşmuş gibi süzülen kan, vücudumdan çıkmanın mutluluğunu yaşıyordu adeta. Elini ağzına götürüp yarayı emen, kanı tüküren insanlara çok defa şahit olmuştum. Bunu her zaman iğrenç bir eylem olarak gördüğüm için elimi pantolonumun beline sürdüm. Kurumuş kan lekesi parmağımın ucunda bir iz gibi kalmıştı. Biraz sıvazlayınca çıkacak mı diye denerken beni çağıran ses, bir anda tüm yaşadıklarımdan sıyrılmama sebep oldu.
"Vera, üşümediysen burada bir şeyler atıştıralım dedik. Sen iyi misin?" İşaret parmağımın yukarı kalkık olduğunu fark eden Delfin, yanıma doğru tedbirli adımlarla yürüdü. "Sorun ne?"
"Ah, sadece bir diken."
İnanmamış gibi karşıdaki ağaçlığa hızlıca göz gezdirdi. Eğer bir yaratık oraya bir yere sinmişse bile kadının yok edici bakışları karşısında, üzerine bastığı toprağın altına kendi isteğiyle girerdi.
"Gerçekten iyiyim, sadece bir diken. Bir çiçek gördüm ve her çiçeğin dalında güzel olduğunu düşünemediğim için onu koparmak istedim. O da bana güzel bir ders verdi." Parmağımı havaya doğru imalı bir şekilde savurarak omzumu silktim.
"Bunun gibi tekinsiz yerdeki çiçeklere de özellikle elini sürmemelisin. Her yer böyle çalı çırpı ve kararmış ağaç doluyken biliyorum bu biçimde yabani bir çiçeğin güzelliğine karşı koymak zor."
"Tıpkı senin gibi."
İkimiz de sesin geldiği yöne bakınca, Noyan'ın elinde kocaman bir piknik sepetiyle bize doğru geldiğini gördük.
"Olay ne bilmiyorum ama Delfin'in dediklerini duyabilecek kadar yaklaşmıştım. Senden bahsediyor sandım."
Şu anda okul bahçesinde, arkadaşlar arasında yapılan bir gezide ya da deniz kenarında verilen bir partide davetli olsaydık bu imalarda bulunan birinin benimle flört ettiğini düşünebilirdim. Fakat biliyordum ki Noyan'ın mizacı buydu ve ikimiz de kelimenin tam anlamıyla farklı dünyaların insanlarıydık.
"Sen sadece saçmalıyorsun." Gülüşümü saklamaya asla gerek görmesem de Noyan'ın karnına dostane bir yumruk savurma isteğimi de güçlükle bastırdım.
Eve yaklaşırken bugün biraz hava almak için dışarıya çıkma fikrinin doğruluğunu ve yerindeliğini ciğerlerime doldurduğum her taze nefeste hissetmiştim. Evin bahçesi varla yok arasındaydı çünkü ormanla birleşmişti artık. Yine de toprak fazla ıslak olmadığı için yere serdikleri örtüye özgürce kurulup, Sare'nin bizim için hazırladığı yemeklerin tadını çıkarabilirdik.
"Arel'i dünden beri görmedik. Gidebileceği yerleri tahmin ediyorum ama yine de uzun süreli misafir olacak kadar samimi değil hiçbiriyle." Noyan ağzında çörek varken konuştuğu için kelimeleri yuvarlıyordu. Elleri iştah kabartan elmalı turtaya uzanırken aklından geçenleri dile getirmeyi sürdürdü. "Güneye gittiğini düşündüm, biliyorsun orada Morrisler var."
"Ah, evet hani şu mührünü parçalamakla tehdit ettiği, onun ise mühür elle tutulamayan sadece kalbin üzerinde hissedilen bir simge olduğu için bunu asla yapamazsın diye karşılık verdiği adam. Bunun üzerine Arel'in, o zaman senin kalbini ellerimin arasında sıkıp mührünü eritirsem hissedebileceğin bir şey kalmaz diye üstüne yürüdüğü Bay Morris. Kapısını açıp Arel'i görmüşse çoktan ruhunu Tanrı'ya teslim etmiştir."
Delfin elinde tuttuğu kahve dolu termostan koca bir yudumu mideye indirince kendine gelmiş gibi varsayımlarını sıralamaya devam etti. "Sakın Bay ve Bayan Garcia'dan da bahsetme, onlarla ilişkimiz sona ereli yıllar oldu. Kadın Arel'i tekrar görmemek uğruna toplantılara bile gelmiyor."
Tüm bunları dinlerken Arel'in dün gece geldiğini söylemedim. Çünkü gördüğümden bahsedersem büyük ihtimalle Arel'e bundan söz edecekleri. Arel de uyuyor numarası yaptığımı anlayacaktı. Sonuçta merak etmemeleri uğruna dönmemişti. Yalnızca bana öfke zehrini akıtıp yok olmuştu.
"Şu karanlık arkadaşlarını hatırlıyor musun? Hani kendisinin de hoşlanmadığını ama pahalı kıyafetlerle ortalıkta dolanan sözde savaşçı lüks meraklılarından daha iyi olduklarını söylediği arkadaşları."
Delfin düşünceli bir havaya bürünüp gözlerini kıstı. Küçük çimenler arasında dolaştırdığı bakışları bir çağrışım yakalamaya çalışıyor gibiydi. "İsimlerini asla hatırlamıyorum ama onlar Kanada'ya gideceklerdi. Hatta Arel'i de ikna etmeye çalıştılar fakat o buradakilerle işinin henüz bitmediğini söyleyerek geçiştirmişti."
"Bu durumda geriye kimse kalmıyor. Peki o zaman nereye gitti hanedana da bizsiz dönemeyeceğine göre?"
Delfin sadece dudak büzmekle yetinerek, ağzına birkaç kraker attı. Orada yokmuş, görünmez olmuş gibi hissederek anlatılan her şeyi sindirmeye çalışırken elimdeki koca elmayı bitirmiştim.
"Hanedan mı? Kocaman bir aile olmalısınız," dedim daha fazla suskun durmamak adına.
Gözlerim asla yakalayamayacağım bir kelebeği kovalar gibi havada dolaştı. Ailem artık sadece teyzemden ibaret olduğu için onların büyük bir aileden gelmesi çok imrendirici bir durumdu.
"Aralarında hiçbir akrabalık bağı bulunmayan bir hanedan diyebilirim, birkaç evlilik dışında."
Bakışlarından ve üstü kapalı konuşmalarından anladığım kadarıyla Arel'in getirmesini umutla bekledikleri cevaplar henüz onlara ulaşmamışken altı çizili sırlarını alenen paylaşmak riskli bir hareket olurdu.
"Diyelim ki senin gerçekten kimseyle bir bağlantın yok. O zaman tüm bu öğrendiklerin sana ağır gelmeyecek mi?"
Kısa bir süre öğrendiğim ilginç bilgileri kafamda tarttım. İnanılmaz gibi görünse de her şeyin gerçek olduğunu idrak etmiştim. Sonuçta Lotus en başından beri büyülü bir yerdi.
"Sanki önceden bu dünyaya dair hiçbir şey bilmiyormuşum gibi hissediyorum. Siz oldukça farklısınız. Düşünmeden edemediğim diğer bir konu, eğer söylediklerim doğru çıkarsa yani kötülerden olmadığım ispatlanırsa beni öylece serbest bırakabilecek misiniz?"
"Dediğim gibi bizzat tanık olmadığımız bir olay ama daha önce benzerlerini yaşayanlar elbette olmuştur. Onlarla ve hanedanla iletişime geçmeliyiz. Arel'in de bunun için gittiğini düşünüyoruz."
"Ben de kolay olmadığını tahmin etmiştim. Her şey çok karmaşık geliyor. Duyunca bile tüylerimi ürperten bu olaylarla başa çıkmak zaten yeterince uğraşması zor bir bela. Benim hakkımda net bir hüküm verileceğine eminim."
Üzüntüyle kafamı önüme eğip, üzerine oturduğumuz kırmızı battaniyenin uçlarıyla oynadım. İstediğim her ne ise alınmamış bir kız çocuğu gibi mızmızlanmak istemiyordum ama duygularımı saklamayı hiçbir zaman başaramamıştım. Belki de bağlantımızı öyle bir koparacaklardı ki, annemi bulmama yardım etmelerine bile izin vermeyeceklerdi.
Yani yine tek başıma kalacağım, odama tıkılıp kitaplarıma gömülmekten başka yapacağım bir uğraş olmayan hayatıma geri dönecektim. Ama öyle daha güvenliydim. Evim güvenli, Sarah yanımda, kötü olan hiçbir şey yok.
Kafamın içine alışılagelmiş duygular telkin ederken tüm bu olanlara ne gerek vardı dediğim sırada, beni bu gömüte doğru çağıran zarfı anımsadım. Eve dönünce ya o her kimse ya tekrardan peşime düşerse? Amacı her ne ise asla vazgeçmezse, dönmek istediğim yuvam ne kadar itimat edici olabilirdi?
"Bu büyük bir itiraf ama sen gerçekten çok ilginç birisin," dedi Delfin, sessiz kalışım üzerine. "Hem her şeyden korkup hem de Arel'in karşısında böyle dikilmen daha önce kimsede görmediğim gözü kara bir davranıştı."
Dudaklarımın içini kemirirken gözlerimi kaçırdım. Ondan ürperiyordum, güven vermiyordu ve gücünü gözlemliyordum. Yine de Delfin haklıydı, her defasında cesaretle dikelmiştim karşısında.
"Onunla nasıl konuştuğun hâlâ gözümün önünde," diyerek devam etti Noyan. "Hatta Arel'in sinirlenip bir şey yapamadığı anlarda yutkunması var ya, işte onu kaç kez yaptı seninle tartışırken. Onun yarısı kadarsın ama yine de cesaretin korkunun önüne geçti ve bu harika."
Tam iki senedir böyle içten iltifatlar duymamıştım. Üstelik sadece birkaç gündür beni tanıyan insanların böyle düşünmesi kalbimde asla geri planda kalmayacakları bir yer edindirdi. Çocukluk arkadaşım Demre'den, annem, babam, ve teyzemden başka hiç kimse yürekten gelen güzel şeyler söylememişti. Bu beni cesaretlendirdi.
"Bunlar son bulunca da görüşeceğiz öyle değil mi?"
"Bu kadarına müsaade etmeleri imkânsız. Hatta senin ülke değiştirmeni isteseler bile şaşırmam." Bıkkınlıkla içini çeken Delfin, bileğini ovuşturarak dikkatini başka bir şeye vermeye çalıştı.
"Anlıyorum." Bir şeylerin güzel gittiğini duyan kötü şans hemen devreye girmişti. "Sizi bilmeme rağmen yanınızda sıradan bir insan gibi dolaşamam tabii. Mühürlenmek şansına herkes erişemiyor."
Bunun zor bir yol olduğunu bilsem de sırf onlar mühürlüyken güçlü diye bu zorlu savaşta meydan okuyan taraf olabilir miydim? Muhalif olan grup her ne kadar tiksindiren bir tür olsa bile kötülere karşı savaş açmayı herkes isterdi. Güvende değildim. Hikayelerine dahil edilişimin sebepsiz olmadığına inanıyordum çünkü daha önce başlarına böyle bir şey gelmediğini söylemişlerdi. Bu yolda annemi bulabilir, eğer inanıldığı gibi bir ölüyse bile onun adına tüm melunlardan intikam alabilirdim.
"Geçici bir süreliğine mühürlenmek mümkün olabilir mi?" diye umutla sordum. "Sizinle olduğum zaman içinde ben de bir mühürlü olamaz mıyım?" İkisi arasında pırıltılı gözlerimi dolaştırırken onların bana katılmadığını görünce kendimi bir aptal gibi hissettim ve fazla ileri gittiğimi düşündüm.
Serin esmeye başlayan rüzgâr, az da olsa dökülen umut kırıntılarını havada uçuşturup görünmez bir kara deliğe çekiyor gibiydi.
"Kutsama işlemi bir yaşına gelmeden yapılıyor. Aslında bebek doğduğu ilk gün uygulanması en doğru olanı. Ama yine de ilk bir sene tanınıyor ailelere düşünmeleri için."
Bu kadar basit olmadığını bilmem gerekiyordu zaten. Olaya dahil olmayı saklayamadığım bir heyecanla istemem ve kendimi zorla bir kapıdan içeri sokmaya çalışmam utandırdı. Muhtemelen tüm bunları ne kadar basit bulduğumu düşünecekler ve söyledikleri iyi ithamlardan pişman olacaklardı. Hevesli gibi görünmeyi hiç istemezdim, her işlerine burnunu sokmayı da. Ama burada iyi hissetmem onlara olan bağlılığımı arttırıyordu. Çabucak güven duyduğum bu acayip simalarla takılmak mıydı beni mutlu eden yoksa küçük kabuğumdan dışarıya kafamı çıkarıp nefes aldığımı hissetmek mi?
Mühürlü olduklarının bilincinde oluşum onların yanında kendimi iyi hissetmeme bir gerekçeydi. Bu hipotez en mantıklı gelen düşünceydi. Yanlarında olmam, güçlerinin arkasına sığınmam demekti. Bu da kendimi emniyette hissettiriyordu.
"Umarım konuşmalarınızı bölmedim."
Sare elinde bir tepsi sandviç ile yanımıza gelince kafamı kaldırdığım düşünce havuzuna bir daha girmemeyi istedim. Hepimiz birer tane sandviç kapınca Sare de yanımıza konumlandı.
"Bu güzel sandviçlerden daha önemli hiçbir şey konuşamazdık demedin, Noyan. Her şey yolunda mı?"
İfadesinden bir şey anlamak mümkün değildi. Artık kabul görülmüş kurallarını sırf benim isteklerim uğruna değiştirmeleri imkânsızdı elbet ve bunda bir mahcupluk olamazdı. Arel'in getireceği çözüm yollarını onlardan daha büyük bir merakla bekliyordum.
"Biliyor musun, senin bir cadı olman epey saçma," dedi Sare. Gözlüklerinin ardından tatlı tatlı baktı. "Belki yüzlerce kez yara aldık bu iyi niyetimizden dolayı ama bilmiyorum işte, sen gayet sıradan birisin."
"Sizin bana inanmanız ve olabildiğince kabullenmeniz bile büyük zariflik."
Böyle katmanlaşmış türlü olaylar silsilesinde ne kadar sıradan şeylerden bahsedilebilirsek hepsinden konuştuk. Delfin'in şehirde görev üzerindeyken tanıştığı bazı insanların ne kadar iyi niyetli olduklarından konu açıldı. Hatta birkaçının mühürlü olabileceğini bile düşünmüştü. Söylediğine göre savaşan tek savaşçıların kendileri olmaması, birilerinin de her ne kadar kutsanmamış veya mühürlenmemiş olsa bile iyilik uğruna her şeyi feda edebileceklerini görmesi onu umutlandırmıştı.
Noyan'ın birkaç serseriyle tutuştuğu kavgalar ise güldüğümüz kısımlar oldu. Dar sokaklarda bela arayıp dalaşan grubun onun genç bedenine aldanıp dayağı yemeleri acı vermekten ziyade şaşırtmıştı. Yaşını her ne kadar gösterse de yüzünde hep bir çocuk masumiyeti vardı. İstediği kadar kaşlarını çatsın sanki bununla yetinmekten öteye geçemeyecek gibi duruyordu. Fakat o bir mühürlüydü ve neredeyse bu savaşçıların tek bir bakışıyla insanı yere devirebilecek kadar cesur durabildiğini bizzat görmüştüm. Tabii sokakta yanından geçen hiçbir insan bunu bilemezdi, onu sadece dışarıdan görülen saf haliyle değerlendirebilirdi.
Benim küçük ailem, okul hayatım, bir avuç arkadaşlarımdan da bahsettik.
"Yani tüm bunlar olmadan önce sadece okula gidip geliyordun ve tam üniversiteye gideceğin sırada kendini hazır hissetmeyip bunu da bıraktın öyle mi? Ailenin kaybı senin için gerçekten çok büyük, bunu şimdi daha net görebiliyorum," dedi Noyan.
"Önümüzdeki sene gidecektim ama son senemde liseyi bile güç bela bitirdim. Öğretmenlerimin anlayışı olmasaydı bunu da asla başaramazdım. Dünya tersine dönmüş gibiydi benim için."
"Peki yıllar sonra gelen bu zarf da neyin nesi?" Delfin birkaç meyveyi sepete tıkıştırırken gözleri sofranın her ucunda geziniyordu. "Annenin nerede olduğunu bilen her kimse neden bu kadar bekledi ki bunu söylemek için? İyi niyetli biri olsaydı yapacağı ilk iş polise bir ihbarda bulunmak olurdu."
Ellerimi saçlarımda dolaştırırken başımı salladım. Bunu zaten kafamda defalarca kurmuştum. "Anneme kavuşmanın hayalini inatla kalbimden atamasam da aynı zamanda bunun artık gerçekleşmesinin uzak bir düş olduğunun da farkındaydım. Umut, Everest Dağı'nın tepesindeydi de biri gelip onu ayaklarımın önüne sermiş gibiydi."
Belki onu ayaklarımın dibine kadar getiren bir katildi. Belki pis emelleri olan, acımdan faydalanmaya çalışan biriydi. Belki de sadece öylesine yapmış biriydi işte.
"Bunlar artık geride kaldı. Eve dönsen bile posta kutunda şüpheli bir zarf bulursan onu yak. Polisler olmadan anneni aramayı da aklından bile geçirme, bu senin yapabileceğin kadar basit bir iş değil."
Sare'nin korumacı bir ses tonuyla dile getirdiği bu tavsiyeler, Noyan'la kısa bir süre bakışmamıza sebep oldu.
Güneşin ardında bıraktığı turunculuk, günün son ışıklarıydı. Keyifle yenilen yemek ve zevk alınan muhabbetler normal biriyle konuşmanın verdiği rahatlığı hissettiriyordu. Her şeye rağmen güzel bir hatıra olarak kazınacaktı zihnime. Hava gittikçe soğumasaydı ya da gündüz vakti eğer uzun uzadıya devam etseydi asla toparlanma girişiminde bulunmayacak gibiydik.
Ben bir cadı veya bir büyücü olsaydım böylesine samimi davranabilirler miydi? Benden şüphelenmeleri bir güven sorunu olsa bile ruhumun gerçek bir insana ait olduğunu da dile getirmeden içlerindeki hisle buna kanaat etmişlerdi. Tedbiri elden bırakmamak ve yelkenleri suya indirmemek yıllar içinde öğrendikleri kalıplaşmış cümlelerdi ve hayatlarının her anında bunun gerçekliğiyle yüzleştiklerini anlayabiliyordum.
Su dolu kavanoza uzanan ellerim, şeffaf camın üzerinde adeta kilitli kalmıştı. Tırnaklarım cam yüzeye bir korku filmi izler gibi batmaktaydı. Gözlerimin önünde annemin koştuğu bir hayal belirdi. Bunun kısa bir düş olduğunu birkaç saniye idrak etmeye çalışsam da basit bir halüsinasyondan farklıydı. Çünkü bu sahneyi daha önce görmüştüm. Görmekle kalmayıp aynısını yaşamıştım.
Karşımdaki sık ağaçların arasında, annem ortada komik bir şey var gibi ağzında kocaman bir gülümsemeyle süratle koşuyordu. Yaptığı gelişigüzel topuzdan çıkan saç tutamları, yüzünden geriye doğru savruluyor, perçemleri geniş alnının üzerinde sekiyordu. Bense peşi sıra ağlayarak duyulmayan kelimeleriyle ismini haykırıyordum. Oturduğum yerden görebiliyordum ağladığını ama annem beni duymuyor, kaçmaya devam ediyordu. Kızının acısına son vermek bir yana geriye dönüp bakmamıştı bile, sanki oyun oynuyordu.
Yerimden kalkıp hayalime eşlik etmek istedim. Fakat doğrulmaya çalışmama fırsat kalmadan, görünmez eller kafamı her yanından bastırıp küçük bir kutuya hapsetmiş gibi sıkıştırdı. Gözlerimi içine kaçacak kadar birbirine bastırdım. Sesler güçlü bir uğultu gibi kulaklarımda yankılanıyordu.
Rüzgârın sesi, şimşeğin sesi, koşarken çimleri ezdiği her bir hışırtı...
Herkes neredeydi? Neden yardım etmiyordu kimse? Uyuyor muydum? Burnumdan dudaklarıma kadar süzülen kanın tadını hissedince henüz uyumadığımı ama şimdi uzun bir uykuya dalacağımı anladım.