Gecenin Karanlığında
Bastığım koyu çimenler ayaklarımın altında ezilirken umursayabildiğim tek şey, ensemden takip eden soğuk ürpertiydi. Havadan ve panikten hissizleşen ellerimden biri, montumun cebini sıkı sıkı kavrıyordu. Küçücük cebin içinde annemin hayatta olma ihtimali vardı.
Son güzün ilk haftasında burada olmamam, bu ormana hiç girmemem gerektiğini biliyordum. Babamın ölü bulunduğu, annemin ölüsünün ya da dirisinin bulunamadığı o yerdeydim. Bugün tam iki sene oluyordu. Aynı ağaçların, aynı gece kuşlarının ve daha koyu bir karanlığın altındaydım.
Ben ailemi kaybetmiştim, yalnızlığa alışkın ve geceye barışıktım.
Gerçeği yıllardır polis teşkilatı çözememişti, çözmek için büyük çaba da harcamamıştı. Bir kaçırılma vakası olarak değerlendirilmeye yakın olsa da bilirkişiler sonucunun ölümle gerçekleştiğine emin gibi duruyordu. Annemin cesedini henüz bulamamış olmaları da ücra bir noktada yok olduğu fikrini getirmişti gündeme. Derin arama faaliyetlerinin sürdüğü haftalarda, olayla ilgilenen polis şefi bile inancı yok gibi tekdüze açıklamalar yapmıştı. Hayatımı altüst eden bu olaydan yetkililer, kaynakların yetersizliği ve boş kalmayan departman sebebiyle aylar sonunda yavaş yavaş elini eteğini çekmiş gibi uzaklaşmıştı.
Her şeyin sessiz kabullenişinden iki yıl sonra, teyzemle yaşadığım evin posta kutusuna isimsiz, kırmızı bir zarf gelmişti.
'Ölüsünü bulamadığın kişinin ruhunu aramayı dene.'
Zarfın içinden çıkan tek yazıydı bu cümle. Ne isim, ne adres, ne imza. Hiçbir şey yoktu ama koca bir hayat sığdırılmış gibiydi daracık zarfın içine.
Boyası dökülmüş posta kutusunun önüne diz çöküp ağladığımı hatırlıyorum. O an göğsümün sıkıştığını, nefes alamadığımı, ellerimin ve bacaklarımın kontrolsüzce titrediğini hafızamdan silmem mümkün değildi.
Tüm haftayı annemi nerede bulabileceğini düşünerek geçirdim, şehri gücüm yettiği kadar gezdim, ayaklarım acıyana dek annemin görünmez izini takip ettim fakat hiçbir şey bulamadım. Kandırılmış olabileceğimi biliyordum. Etrafımda benimle oyun oynayıp eğlenmeye çalışan, bu kadar hassas bir konuda dalga geçmeye cesaret eden kimse yoktu.
Sancılı süreçte teyzem dışında sığınabileceğim, acımı paylaşabileceğim kadar yakın arkadaşım da yoktu. Eğer çevrem ilgili kalabalıkla dolmuş olsa bile bunu fark edemeyecek kadar yılgın, asıl görmek istediklerimin varlığını hissedemediğimden üzgündüm. Zamanla bu yüzden benden uzaklaşanlara da kızmamış, yokluklarını kabullenir ve eksikliklerini umursamaz hale gelmiştim.
Bu zarf hayatımda daha önce içinden geçmediğim kadar büyük bir umut kapısı olmuştu. Dün gece gördüğüm rüyaya kadar arafta kalmıştım ne yapmam gerektiği konusunda. Düşüncelerle girdiğim sıcak yatağımdan, paniğin sebep olduğu soğuk ter damlalarıyla uyandıran kâbusumu en ince ayrıntısına kadar anımsayabiliyordum.
"Baba, sen saklanmak konusunda çok kötüsün bu yüzden ebe sensin. Biz annemle saklanacağız ama bu oyun uzun sürecek." Elimi ağzıma götürüp sessizce gülmüştüm.
"Vera haklı, hemen saymaya başla. Kırmızı lekeli ağacın önünde." Annem, yarı buruk tebessümle kahverengi gövdesinde koyu lekeler bulunan ağaca yaslanmıştı.
Bu lekelerin sebebini bilmiyordum, eğer biliyorsam da o an hatırlamam gerektiğini düşünmüyordum. Önemli olan çok özlediğim ailemle zaman geçirmenin değerli tadıydı.
Annemle babamı kırmızımsı ağacın önünde bırakırken geriye doğru küçük ve sessiz adımlar atmıştım. Uzaklaştığımı fark etmeyen ebeveynlerime gülmemeye çalışırken yönümü değiştirerek koşmaya başlamıştım. Arkasına saklanacağım ağacı gözlerimle seçmem bana zaman kazandıracak olmalıydı. Kendime güzel ve ulu bir ağaç bulunca gövdemi ona yaslayıp annemle babamı büyük bir hınzırlıkla izlemeye koyulmuştum. Uzak bir mesafede olmasına rağmen babamın sesini duyabiliyordum. Şimdi algılarıma hücum eden bu titreşimi özlediğimi fark etmiştim.
"Hey, beni lafa tutuyorsun. Vera saklanmış bile. Peki ya senin saklanman için kaça kadar saymam gerek, hayatım?"
Uzun elbisesinin içinde bir masal perisi gibi görünürken dudaklarını ısırdı. "İstediğim her an ortadan kaybolurum Evren, bunu bilmelisin. Gözünü kapat ve aç, işte ben kaybolmuşum."
Annemin güçlü kahkahaları ormanda yankılanırken, uzun sarı elbisesinin etekleri çiçeklerin üstünü bir rüzgar gibi süpürüyordu. Gülüşlerinin gerçekten mutluluğu yansıtıp yansıtmadığı belli değildi ama keyifli görünmekten başka seçeneği yokmuş gibi enerjikti. Ortadan kaybolduğu an anlamsız kahkahaları da kesilmişti.
Babam kollarını ağacın gövdesine, başını da kollarının üstüne yasladığı andan itibaren ormana kara buharlar çökmüştü. Saymaya başlamış olmalıydı, içinden söylediği rakamlar duyulmuyordu. Sessizlik ayrıntısı önemli değildi, önemli olan ormana örtülen sislerdi. Karanlık, şimşek, gök gürültüsü, rüzgâr, soğuk vardı fakat asla yağmur yağmıyordu.
Başımı gökyüzüne kaldırdığımda mahşerin yansıması gibi tepemize doluşan bulutları görmüştüm. Yağmur damlalarını suratıma akıtması gereken fakat bunu yapmak istemediğini belirtircesine hareketsiz duran yoğun bulutları.
Gördüklerimin şokundan sıyrılmak istercesine babamın yanına koşmuştum. Beraber annemi bulmamızı, fırtınaya yakalanmadan eve dönmemiz gerektiğinin planlarını yapmalıydık. Babamsa dikenli otların üzerine yığılmıştı. İnanmak istemesem de az önce kollarını birleştirdiği ağacın dibinde üstü kan içinde yatıyordu.
Gök gürledi, sanki bu ses hareket kabiliyetimi arttırdı ve ileriye doğru atılmama sebep oldu. Göğün kavga sesleri haykırışlarıma karışırken babamın başını dizlerimin üstüne bıraktım. Vücudum histeri geçirircesine titriyor, boğazım yanardağ ateşini solumuş gibi yanıyordu. Çığlıklarımın arasından, babamın ölü ağzının kıpırdadığını görünce ne demek istediğini anlayabilmek için ona doğru eğilmiştim. Aynı renk tonundaki kumral saçlarımız birbirine karışmış, yeniden bütünleşen parçalar gibi tamamlanmıştık.
Annemin adını babamın ağzından duyduğumda onun ölmediğini düşünmüştüm fakat kalbi atmıyor, nefes alamıyordu. Defalarca kontrol ettiğimi sandım, belki de bunu hiç yapmadım. Hareketlerini ayırt edemesem de bir şekilde babamın artık öldüğünü anlayabiliyordum.
Yaşamamasına rağmen kıpırdayan dudaklarından 'Kasandra' dediğini duyduğuma yemin edebilirdim.
Evren’in ruhsuz bedeniyle içimdeki derin acıyı bu düzlükte öylece bırakıp annemin peşine düşmeliydim. Yıkılmadan kalkmayı başardığımda kalbimdeki taze ölümü beraberimde sürüklerken, onu korkunç ağaçların arasında feryat ederek aradım. Kahverengi gövdelerini, güçlü uzun dallarını, yeşil olması gereken yapraklarını göremeyecek kadar hızlı koşuyordum. Ağaçlar, denizin dibindeki yosun misali dalgalanıyordu. Göğe bakmasam da nasılsa bulutlar bulanık bir göz gibi olan biteni izlemeye devam ediyor olmalıydı. Fırtına her an başlayacaktı. Üşüyordum, yalnızdım, babamın hayata dönmesi gerekiyordu. Rüyada olmasına rağmen bir kez daha ölmesi değil.
Annemin adını babamın sesiyle kulaklarımdan duyup, ağzımdan döküyordum her bir köşeye.
'Kasandra! Anne!'
Sesim kesilene kadar bağırmam kaçınılmazdı. Kâbusumdan uyandığımda boğazım parçalanırcasına ağrıyordu. Teyzem o gece evde olmadığı için duyup yanıma koşamazdı, bu canımı sıkmadı. Gördüğüm her bir anı tekrardan yaşamam demekti Sarah'a anlatmak. Bu yüzden sadece artık uyuyamayacağımı bildiğim için yatağımda doğrulup düşüncelere dalmıştım. Komodinin üzerindeki suyun, içime işleyen yakıcı hisleri söndüremeyeceğini fark ettiğim esnada, rüyanın derin anlamına odaklanmaya çalıştım. Babamın öldüğünü gördüğüm orman gerçekle birebir örtüşüyordu. Annemin orada kaybolması da hâlâ oraya gelebileceğinin bir işareti miydi?
Bir nevi cevap bulmuştum, ruhu da bulabilirim, yaşayan ruhunu da görebilirim, ona sağ salim kavuşabilirim umuduyla ertesi gün yanlış olabileceğini düşünmeden kararımı vermiştim. Sarah öğleden sonra evden çıkınca onu arayıp geceyi bir arkadaşımın yanında geçireceğimi söylemiştim.
Oraya ilk kez, kayıp ilanı verdiğimizden üç gün sonra ceset ihbarı üzerine gitmiştim.
İki sene önceydi, son güzden bir gün evvel. Lotus Şehri’nin sık ormanlarında yürüyüşe çıkan bir çiftin polisi aramasıyla ekipler beni de alıp yola çıkmıştı. Oraya gitmemizin gereksiz olduğunu biliyordum ve bu yüzden şüphe duymamaya çalışmış, yaşadığımız bölgeden uzak bir mesafede ve bakımsız ormanda gezi yapma ihtimallerinin saçma olduğunu düşünüp, böyle olması için dua etmiştim.
Yanılmıştım.
Bu kez yanılsam da yenilmeye değil, kazanmaya gelmiştim.
Yalnızlık beni ürkütüyordu. Her şey bomboş bir tuzak, gereksiz bir varsayım olabilirdi. Polise haber vermem gerekebilirdi, Sarah'a danışabilirdim. Asla mantıklı bir karar verememekle birlikte bu isimsiz zarftan kimseye de bahsetmemiştim. Anneme kavuşabilme ihtimalim varsa da beni engellemeye çalışan kalabalık yüzünden tekrar kaybetmekten korkuyordum. Eğer bunu yollayan annemse ya da onun nerede olduğunu bilen biriyse gizli kalmasını istiyor olmalıydı. Hatta onu yakından tanıyan biri bile olabilirdi. Çünkü Sarah posta kutusunu kontrol etmek, günlük gazeteleri almak ve fatura ödemek gibi işleri bana bırakırdı.
"Ellerimin arasından kayıp gitmişsin gibi şimdi tekrar ellerime tutunmaya çalışıyorsun ve ben seni bulamıyorum. Babama kavuşmam imkânsız ama sen benim hayatımda gördüğüm en güzel ihtimalsin anne.”
Büyük bir merak ve kaygıyla, umut ve yılgınlıkla, korkuyla ve beyhude bir cesaretle yol alıyordum. Çünkü beklemekle kimse annemi getirmediği için daha önce derinlerine kadar ilerlemediğim karanlığa doğru içim titreyerek yürümeye devam etmek zorundaydım. Attığım her adımda Kasandra’ya daha çok yaklaştığımı düşünüyordum, ondan en ufak iz görmediğim halde. Ne beklediğimi bile bilmeden ne kadar zamandır yürüyordum, kaç adım atmıştı sonsuz karanlık çukura doğru?
"Sadece annemi istiyorum orman. Geri kalan her şey senin olsun," diye fısıldadım.
Gittikçe umutsuzlaşan adımlarım anneme dair bir emare görmeye çalışıyordu. Çöken karanlık, azalan kuş sesleri, koyulaşan gökyüzü geri dönmem ve tüm bu saçmalığa son vermem için haykırmaya başlamıştı adeta. Etrafta sadece ıslığı andıran, yaprakların hoyratça dans etmesine sebep olan rüzgarın sesi kalmıştı.
Bu sonsuzluğa doğru daha fazla gitmeye tahammül edemeyeceğime karar verdiğim sırada geldiğim yöne döndüm ve hızlı adımlarla yürümeye başladım. İçimde biriken hayallerin cam kırıkları gibi kalbime acıyla batmasının sinirinden dolayı çok hızlı yürüyordum. Telaşım ve stresim boğazıma yapışıp kalan görünmez mikroplar gibi gırtlağımı tıkıyordu. Nefes almakta zorluk çekmeye başladığım sırada durdum ve alelacele soluk alıp verdim. Yakınımdaki ağaca sırtımı yaslayıp destek almaya çalıştım. Neyse ki sakinleşen nefesimle düşüncelerim de yerine geliyordu.
Gözlerimi adını bilmediğim ağacın yapraklarının kapadığı gökyüzüne kaldırdım. Bulunduğum bu nokta, bu kabuksu doku ve bulutlar… Fazla tanıdıktı. Rüyamdakine yakın hisler zihnimi doldururken sırtımda bir karıncalanma sezinlediğimde bedenimi ayırarak, bu defa yüzümü ağaca döndüm.
“Rüyamda arkasına saklandığım ağaçla aynı,” dediğim esnada ağzımı kapadım. Bu imkansızdı. Bu bir tesadüf olamazdı, kafayı sıyırdığıma ikna olmak zorundaydım.
"Sonuçta ne yeniden ölecek bir babam ne de tekrardan kaybolacak bir annem var."
Ağzımdan dökülen kelimeler, karanlığın buharına karışıp kaybolan küçük sitemlerdi.
Yeniden dolduğum umut sebebiyle, odak noktası her saniye değişen hızlı bakışlarım belirsiz bir siluette kenetlendi. Kıpırdayan bir şeyin varlığına emin olsam da ne yaptığını ayırt edemiyordum. Düşünemeyecek kadar hareketsizleşen bedenimle, kaçıp gitmekle burada olduğumu söylemek arasında kalır gibi sabit durdum.
O gölge her ne ise elinde tuttuğu gümüş bıçağı, arkası dönük bir şekilde kalmaya devam ederek havaya doğrulttu. Göğün karanlık olmasına rağmen gözlerimi alacak kadar parladı bıçak.
Titreyen bacağımdan birini ses çıkarmamaya özen göstererek geriye attım. Bunu birkaç kez uyguladığımda değil dizlerim dudaklarım dahi titriyordu. Boydan boya bir ürperti bedenimi ele geçirirken siluetten uzaklaştığıma emin olduğum an koşabilmek için önüme döndüm.
Duvardan daha yumuşak ama kesinlikle diğer her şeyden daha sert bir bedene çarptığımda hissettiğim ilk şey burnumdaki keskin acıydı.
Beynime doğru sinyaller iletilmeye başladığında bir saniyelik süre zarfında hiçbir şey yaşanmamış gibi, korkudan düşüp bayılmayacak gibi, kaçabilecekmişim gibi geriye doğru güçlü bir adım attım. İçimde tuttuğum çığlıkla diğer yöne koştuysam da o vahşi şey de yetişip yine tam karşımda belirdi.
Bu sefer çarpmasam da yine o kadar yakınımdaydı. Nefesini suratımda hissedebiliyordum ama kafamı kaldırmaya çekiniyordum.
“İzin ver gideyim,” diye mırıldandım.
Karşımdakinin sadist bir katil ya da sapık olduğunu hayal ettikçe içimdeki hıçkırığı tutmam daha da zorlaşıyordu.
“Mülkümüze girerken izi almadın, çıkarken mi izin istiyorsun?”
Karanlık bir gecede duyabileceğim en karanlık sesin bu olduğuna karar verdim. Siyah çizmeleri vardı, baştan aşağıya siyahlar içindeydi. Adım sesleri vardı. Ben ve yabancı sabit durduğumuza göre başkaları da buraya doğru yaklaşıyordu.
Kolumu tuttuğunda refleksle kafamı kaldırdım. Çenem titredi, kim olduğunu dahi soramadım. Ay ışığının altında parlayan yeşil gözleri bana haddimi bildirmek ister gibi cüretkar bakıyordu.
Korkutucu bir güzelliğe sahipti.
Beni tutmaya devam ederken yürümeye başladığında diğer bedenlerin yanına götürdüğünü dehşetle fark ettim. Önlerine yem gibi atacak mıydı yani? Kurtulmak için kolumu çekiştirsem de adamın güçlü elleri buna izin vermeyecek kadar sıkı tutuyordu. Kibar davranış kotasının çoktan dolduğunu görebiliyordum, öfkesini ön planda tutan bir çehreye sahipti.
"Kaçmaya çalışırken attığın her adım seni yaşamaya değil mezarına götürür. Bunu unutma ve sadece yanımda yürümeye çalış.”
Gözlerindeki karanlık ve dumanlı gölgeler bilinmezliği her bir sinir hücremde hissettiriyordu. Yeşil irislerinin kenarında, yarım çember şeklinde belli belirsiz kızarıklık gördüğümü zannettim fakat bu o kadar kısa sürdü ki zihin yanılması, güvenilmez bir akıl oyunu gibiydi.
“Onu yakalamışsın.”
Bir kadın ve bir erkek. Ne zaman gelmişlerdi ya da birkaç saniye içinde ne kadar yürümüştük? Başım dönüyordu. Yapmam gereken en son şey bu katillerin ya da insan kaçakçılarının, suçları her ne ise artık onların yanında düşüp bayılmaktı.
“Avcıyı avladım diyelim.”
Konuşan kişi kolumu büyük bir tiksintiyle bıraktı. Karşımda duran sarışın kadın ve esmer adam suratıma şüpheyle baksa da ben kendimden emindim. Onları tanımadığıma emindim.
“Avcı değilim,” dedim panikle. “Suçlu ya da aradığınız her kimse o değilim sadece buradan geçiyordum, inanın bana hiç kimseyle bağlantım yok.”
“Genelde hep böyle söylemezler mi, birinin kuklası olanlar?”
Benimle yaşıt görünen erkekti konuşan. Gözleri, saçları ve yine kıyafetleri simsiyahtı. Korkuyordum. Her birinden, tek tek, iliklerime kadar.
“Aynı zamanda mutlak bir zalimin yardımcısı olanlar,” dedi sarışın kadın.
Başımı olumsuz anlamda salladım. Yardımcı falan değildim. Hatta, hiçbir şeydim. Bir rüyanın ve şakacı not kağıdının peşine takılan aptalın tekiydim.
“İsterseniz üstümü arayın.” Aklıma gelen umut dolu fikirle ellerimi havaya kaldırdım. “Silahım yok, mühimmatım yok. Kimsenin hizmetinde değilim.”
“Peki ya kalbin?”
Kafamı sola doğru çevirdim. Beni yakalayan yeşil gözlü adamı tamamen unutmuştum. Acımasızca otları ezerek tam önümde durdu.
“Kalp, istenildiğinde en tehlikeli savaş malzemesi haline gelebilir.” Suratıma düşünceli bir şekilde bakmaya devam ederken gözlerini kıstı. “Ve biliyor musun, kalbinin nasıl olduğu hakkında zerre fikrim yok.”
Sol elini tıpkı benim gibi havaya kaldırdığında iki bileğimi de birbirine kenetleyip hafifçe tutarak aşağıya indirdi. Buna neden direnmediğimi anlamamıştım. Çok güçlü ve yapılıydı, yanında her manada ufacık kalıyordum. Bunun beni güçsüz göstermesine izin vermemek zorundaydım.
“Ama benim, senin kalbin hakkında ufak da olsa bir fikrim var,” dedim cesurca. “Hiç tanımadığın, kim olduğuyla ilgili küçücük bir şey bilmediğin birine kötü damgası yapıştıracak kadar vahim bir kalbin var.”
İfadesizce bana baktı. Ormandaki derin sessizlik her birimizin suratını yalayıp geçti. Rüzgar hırçınlığını kesmiş, ağaçlar dahi çıt çıkarmadan olacakları bekliyordu. Ağaçlar bile sanki ondan yanaydı.
Başımın belaya girmesine bu cümlelerim sebep olmayacaktı. Başım zaten çoktan bela çukura dalmıştı. Beş dakika öncesinden itibaren öleceğimi anlamıştım. Vücudum bu farkındalığa yavaşça bağışıklık kazanıyordu.
“Kötü birini arıyorduk. Çok kötü,” dedi üstüne basa basa.
Bileklerim onun sol elindeyken, boşta kalan elinde kalın bir makrome halat vardı. Nereden, ne zaman, nasıl bu kadar çabuk ve sessizce temin ettiğini bilmiyordum. Ben kollarımı çekiştirirken ilk hamleyi yaparak ipi doladı.
“Söylesene, savaşmayı beklediğin yerde bir yabancı görürsen onu dost mu ilan edersin yoksa düşman mı?”