Dolunay, kasvetli yoğun bakışmaları aydınlatmayı başarmak istercesine tepemizde parlıyordu. Buz gibi donuk yüzlerle kollarını birleştirmiş şekilde beni incelemeleri daha fazla üşümeme neden oluyordu.
En güçlü, belki de en acımasız orduya bakıyor gibiydim. Ağaçların arasında, bu karanlık akşam vaktinde, siyahlara bürünmüş kıyafetleriyle iyilik ve faydadan ziyade bir kötülük timsali gibi önüme dikilmişti sanki üç ölüm meleği. Hangisinin zarar vereceğini hayal edememekle birlikte, ellerimi bağlayan adam ilk sırada gelebilirdi.
“Hangi cemiyetin attığı yemsin?”
Gözlerimi bileklerime dolanan ipten kaldırdım. Kadına baktığımda ihtişamı karşısında yutkundum. “Lotus’un yerlisiyim,” dedim kısık bir sesle. “Annemi arıyordum.”
Yine yanlış yerde. Bu defa en olmamam gereken yerde.
“Yani kayboldun,” dedi bir ses alayla. Buna asla inanmadığını belli eden düşünce diğer adamdan gelmişti. Ötekine kıyasla daha insancıl görünen.
“Hayır ben değil, o kayboldu. İki sene önce.”
Başımı öne eğip botlarımın ucuna, küçük kararmış çimenlere, yerdeki kuru yapraklara bakmaya başladım; meraktan ziyade göz göze gelmekten kaçınmak için. Yapabilseydim eğer gözlerimle deldiğim toprağın içine kaçıp, küçük ve zararsız karınca yuvasına sığınmayı her şeyden çok isterdim.
“Son güz gecelerinde sana evden çıkmaman gerektiğini kimse öğretmedi mi?”
Sinir bozucu, bilmiş bir ses kulaklarımı doldurdu. Ardından belirsiz anılar zihnimi yoklamamı sağladı.
Son güz geceleri…
“Onlar masal,” dedim gözlerimi kırpıştırıp. “Çocukları korkutmak için uyduruluyor.”
İstemsizce dudaklarımı kemirmeye başladım. Bu noktadan nasıl ilerleyebileceğimi asla bilmiyordum. Her ne halt yiyorsanız onu yemeye devam edin, bıçağınızla canınız istediği kadar oynayın ama umarım siz onu üzerimde kullanmadan beni özgür bırakmanızın bir yolunu bulurum.
“Ne anlatılırdı o masalların içinde?”
Soru karşısında, “Lotus’un o bilindik tarihi,” diye saçmaladım.
“Bahset.”
Bir emirdi. Kafamın içinde dönüp duran kötü hayallerden uzaklaşmak isterken ekşittiğim suratımı gizleyebilmek için büyük bir çaba harcadım. Suya girmeden çırpınmak, şu anda kaburgalarımın içinde atan kalbim için en doğru tanım olabilirdi.
“Bundan yüz yıllar öncesinde çocuklar neredeyse gece yarısına dek dışarıda kalırlarmış. Sert geçen bir sonbaharda bazıları evden kaçtığı için hastalanmış. Yalan uydurmuşlar işte, son güz geceleri canavarlar soğuk nefesini üflerse hasta olursunuz diye. Böyle bir uydurmadan ibaret.”
Yalvaran gözlerle onlara bakıyordum. Yeşil gözlü yabancı göremeyeceğim bir açıda kalsa da beni bıçaklamadığı sürece ne yaptığıyla ilgilenmiyordum. Tek dertleri masal dinlemekse sabaha kadar onlara bir şeyler zırvalayabilirdim.
"O masalların bir gizliliği var. Görülmemesi gereken önemli bir giz.”
Ağzından çıkan cümleler boğazımı kurutmuş, dudaklarımı titretmişti. Tarif edemediğim ürperti enseme dokundu. “Burada olduğunuzu birilerinin öğrenmemesi gerekiyorsa bunu saklarım. Yemin ederim kimseye söylemem, bu geceden bile bahsetmem.”
“Elbette, ölüler muhbirlik yapamaz.”
Uzun ve kuvvetli gövdesini ağaçlardan birine yaslayıp, olayları uzaktan izleyen ve sessizliğini her daim koruyan, beni diğerlerinin yanına sürükleyen adama baktım usulca. Karanlığa karışan saçlarından birkaç tutam alnının üzerine dökülüyordu. Soluk renk bir pantolon, korkutucu çizmeler, siyah ince bir kazak ona düellodan yeni çıkmış savaşçı havası katıyordu. Üstelik kaybetmesi imkansız, hep galip gelen. Karşısındaki insanı son nefesini verdirmek uğruna da olsa mağlup edecek bir çehreye sahipti.
“Ölmeden önce hafızanda kalan son şey olmam için mi yüzüme bu kadar dikkatli bakıyorsun?”
Çenem engelleyemediğim bir hızda sarsılırken gözlerimi kaçırdım. Ölecektim. Yolun sonundaki beyaz, hayır ateş gibi kızarmış ışığı görüyordum. Yol kesen birer eşkıya gibi görünseler de içlerinde daha tehlikeli bir ruh taşıdıklarına ikna olmuştum.
“Sadece şaka yapıyor.” Sarışın kadın büyük bir sakinlik içeren ağır adımlarla yanıma yaklaşıp tam karşımda durdu. “Kim olduğunu söyle ve bizi suçsuz olduğuna ikna et. Böylelikle fikri küçük bir espriden ibaret kalsın.”
İçinde bulunduğum psikolojik baskı kendimi gerçekçi savunmamı engelliyordu. Eğer bu benim için bir şanssa doğru kullanmadığımdan kaybetmek istemiyordum.
“Vera Kuntay.” Burnumdan soğuk bir nefes verdim. “Kasabada teyzemle yaşıyorum. Babam iki sene önce ormanda ölü bulundu ama annemden en ufak haber alamadık.” Görüşüm buğulanınca bakışlarımı kıstım. “Son güzün başındayken bir zarf geldi.” Başımla hırkamı işaret ettim. “Zarf cebimde. Beni buraya o itekledi.”
Yine o sinir bozucu sessizlik. Dertleri ya da aradıkları ben değildim. Onlar da masum olan değildi ama kendimi bu işin içinden çıkarmak için kızdırmadan bir güven bağı oluşturmalıydım.
Kadın yanıma yaklaşarak temkinli bir şekilde elini cebime yerleştirdi. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Karşılıklı olarak birbirimize itimat etmiyorduk. Yakınımdayken yaydığı korkutucu enerjiyle sanki hata yapma demek istiyordu.
Kırmızı zarfın içindeki beyaz kağıtta yazılan tek cümleye göz gezdirdi. Kendimi kötü bir oyunun içine düşmüş aracı gibi hissetmeye engel olamıyordum.
“Ölüsünü bulamadığın kişinin ruhunu ormanda mı arıyordun?” Kağıdı diğerlerine göstermeye gerek görmeden zarfın içine yerleştirdi. “Bunun için harçlıklarından biriktirip bir ouija alabilirdin.” Gözünü kırptığında bir gülme işittim.
Ağlamamaya direnerek boynumu kaldırdım. “O ölmedi.” Birkaç saniye duraksadım ve bir çember gibi bizi sarmalayan ağaçlara baktım. “Sizin bana ne yapacağınız hakkında bir fikrim yok ama babamı alan bu orman, annemi bana geri verecek. Ürkütücü ayazından, gece karanlığından, beni takip eden kargalarından korkmuyorum.”
Bir alkış sesi yankılandığında vücudumu sesin geldiği yöne döndürdüm.
“Tebrikler, dostluk sınavını kazandın.” Kollarını göğsünde birleştirdiğinde atlatması en zor sınavımın bu adam olduğuna karar verdim. “Arkadaşlarından biri sana eşek şakası yapmış ve inanmaya devam ediyorsun.”
“Bunu kimin yolladığını bilmiyorum bile!” Yükselen sesim diğerlerini değil beni korkutmuştu. “Safça bir inatla hareket ettim, son durağım bu ormandı. İlk defa gelen isimsiz zarf, gerçekle örtüşen bir rüya… Hayır düş değil, bir kabus. Yine öldüler, yine yok oldular.”
Benimle dalga geçmelerini ya da susmamı söylemelerini beklerken birbirlerine bakıyorlardı. Söylediğim hangi durum onları bu çıkmaza sokmuştu bilmiyorum ama bir şeyle ya açık vermiştim ya da kurtuluşumu sağlamıştım. Belki de bunlardan hiçbiriydi.
“Baban burada öldü, annen yine burada kayboldu. Sen de rüyanda yine aynı olayları aynı mekanda gördün, öyle mi?” Sarışın kadına başımı salladım. “Ve her şey zarftan sonra oldu.”
Bunların ne anlama geldiğini bilmek bir yana, fikir dahi üretemiyordum. Zihnimde önsezi adına hiçbir bakış açısı yoktu.
“Birileri onu buraya gelmeye ikna etmiş.” Esmer adam, kadına doğru döndüğünde huzursuz bir sohbet havasına girmişti. “Mistik bir not bıraktığına göre belki de yalnızca ruh çağırma ritüeli yapacağını düşünmüştür.”
“Ama bunu sıradan bir yerde değil de ormanda yapmasını sağlamış. Telepati yoluyla ikna etmiş olamaz mı?”
“Muhtemelen,” dedi adam düşünceli bir şekilde. “Ayrıca gerçekte olan şeyi tekrar yaşamış gibi hissediyor. İnançla sürüklenmiş, öz iradeyle son güz gecelerinde ormana gelmesi mümkün değil.”
Kendi aralarında fısıldaşmalarını dinlerken sanki söz konusu kurban ben değildim. Konuşma aralarında bazen bana dönüp baktıklarında bu defa saf şüphe yerine biraz da acıma duygusu görebiliyordum. Bileklerim sızlıyordu. Sonbaharda olmamıza rağmen üşüyordum. Zaman işliyor ve ben neye yaklaştığımı bilmiyordum.
“Farkında olmadan bir pisliğe bulaşmışsın, Vera.” Sarışın kadın dudaklarını birbirine bastırıp mecburi gülümsedi. “İnan bana eğer düşündüğümüz şey başına geldiyse, düşman olup bizim tarafımızdan öldürülmen aslında senin için bir kurtuluş olurdu.”
Kanım çekilirken gözlerimi irileştirdim. Ölmeyeceksem de bu pek özgürlük sayılmaz gibiydi.
“Bizim yapacağımız en son şey suçsuz birini ortadan kaldırmaya çalışmak.” Esmer adam ellerini ceplerine yerleştirip yumuşayan bir yüzle bana baktı. “Ama ilk şey de güvenliğimizi tehlikeye atmak.”
Dakikalardır konuşurken buldukları çözümü onlar açıklamadan idrak etmem imkansızdı.
“Anlamıyorum,” diye söylendim. “Zarf ve rüya bağlantısından çıkan sonuç ne? Bana ne olmuş?” Kafamdaki bana ne yapacaksınız sorusunun buna dönüşmesi de ironikti.
“Bir efsun.”
Uzun zamandır sessiz kalan adam, bu kısa cümlesiyle ona bakmamızı sağlamıştı. Yüzünde yine o umursamazlık, sinsilik ve akıl almayan ifade vardı.
“Sen efsunlanmışsın. Baştan aşağı kukla olmuşsun.” Karşımda volta atmaya başladığında arada durup yüzüme bakıyordu. “Belki de bunu bilerek yapıyorsun, büyücünün kendisisindir.”
“Büyü mü?” Kekelemiştim. İkisi olmak da berbattı. “Bunların hiçbiri gerçek değil ki.”
Yüzlerine baktığımda, onlar için fazlasıyla gerçek olduğunu gördüm. Kadın yavaşça yanıma yaklaştığında bağlı olan elimi tutup karnımın hizasına kadar kaldırdı. “Adım Vera demiştin. Anlamı ne?”
Temasımızdan tatsız bir yabancılık duysam da sadece sorusuna odaklanmanın doğru olacağını düşünerek, “Günahlardan uzaklaşmak,” dedim.
“Ne hoş,” dediğinde samimi gibiydi. “Ben de Delfin. İsmim üç yaşında büyükannem tarafından suya olan aşkım sebebiyle konulmuş.”
Ya deliriyordum ya da hiçbir şey olmamış gibi bana adını, hatta hikayesini özet geçmişti. Esmer olan yanımıza geldiğinde göz ucuyla bileğimdeki ipe baktı. Çözmeyi denemeden göz temasını keserek siyah bakışlarını benimle buluşturdu.
“Tanıştığıma memnun olup olamayacağım konusunda şüphelerim olsa da ismim Noyan. Hikayesi yok. Savaşmak için doğduğum öngörüldüğü için bunu uygun görmüşler.”
Neden onlarla tanışmak istemişim gibi davranıyorlardı? Kim oldukları bana zarar vermedikleri sürece beni ilgilendirmiyordu.
“Düğümü çözer misin, Noyan?”
Beni ilgilendiren nokta tam olarak burasıydı. Bakışlarım Delfin ve Noyan arasında mekik dokurken kalbim ağzımda atıyordu. Noyan sadece bakışlarıyla dahi ilmeklerin icabına bakıyordu.
“Üzgünüm, çözemem. Bu benim attığım bir düğüm değil.”
Bunu beni bağlayana bakarak söylemişti. Anladığım kadarıyla adını bilmediğim diğer yabancı, kendine özgü bir düğüm atmıştı. Kasıntılı duruşundan ödün vererek ağaçtan ayrılsa da yüzü ifadesizdi.
“Gerçekten ona bu kadar çabuk mu teslim oluyorsunuz?”
“Suçu ispatlanmamış biriyle hatta belki de bir mağdurla bu şekilde iletişim kurmak sence ne kadar doğru?” diye sordu Delfin. Sesinde bir otorite hakimdi ve zaten diğerlerinden daha büyük görünüyordu. “Bu yaptığımızla tıpkı onlara benziyoruz.”
Karşılık olarak buzdan duvar oluşturan bakışlarıyla sanki konuşan benmişim gibi bir müddet gözlerimin içine baktı. Otları ezerek attığı adımlar adeta karanlığın derinliklerinde değilmişiz gibi bizi daha da meçhule sürüklüyordu.
Delfin’in ellerinde durmaya devam eden bileklerime sarılmış ipin sarkan ucunu işaret parmağına doladı. Varlığından en çok rahatsızlık duyduğum kişiyle hepsinden daha fazla yakın durmam bir kez daha geriyordu. Bu rastlantıdan en az onun kadar hoşlanmıyordum.
“Arel,” diye fısıldadı. “Asla unutmaman gereken adım bu.” Birkaç bağı sadece iki hareketle çözdü.
Baktığımda bile kafamı karıştıran o düğümleri nasıl bu kadar çabuk ve basit hamleyle çözdüğüne hayret etmiştim. İp yere düştüğünde acıyan ve rengi kırmızıya çalan bileklerimi ovuşturdum.
“Manası da dürüst ve temiz kimse demek. Senin anlayacağın yalancılığın, düzenbazlığın, sahtekarlığın zıttı.”
Onunla uğraşamayacaktım. Bileklerim sızlarken düşünmem gereken daha büyük problemler vardı. Arel öldürücü bakışlarla uzaklaşırken Noyan yere düşen ipi kuşkuyla alıp inceledi. Benimle yaşıt duruyordu ve Arel’den öğrenmek istediği hamlelerden biri de bu özgün düğümmüş gibi düşünceli görünüyordu.
"Şunu söyleyebilirim ki, oldukça kalabalık türler aynı dünyayı paylaşıyor. Biz emin ol zararlı olmayan tarafız ve canını yakmayı asla istemeyiz."
Delfin birkaç adım geriye gittiğinde beni aydınlığa kavuşturması gerektiğini fark etmiş olmalıydı. Yüzlerine nasıl bakıyordum kim bilir.
"Şimdi burada olduğuna göre bazı şeyleri de bilmen gerekiyor. Tesadüflere inanmaktan çok uzağız. Sana her şeyi kısacık anlatmam imkânsız fakat bizi tanıman için de bahsetmek zorundayım. Duyacaklarından sonra yaşadıklarının, bizi görmenin kısa bir vedayla telafi edilemeyeceğini anlayacaksın."
Korkuyla gölgelense de büyük bir merakla onu dinliyordum. Bunu anlamış olmalı ki gülümsedi. Sözlerine devam etmeden önce şüpheci bakışlarıyla beni süzdü.
"Bilmelisin ki insanlar savaş, açlık, felaket, sefalet, hastalık gibi durumlarında onların imdadına yetişmesi için iyilik melekleri dilerler her gece. Ve bazen, özellikle dünyanın en temiz kalpli insanlarının en güzel dilekleri kabul olur. Bizim büyük ve köklü ailemiz de insanları kötülüklerden korumak için hep bir çaba içindedir. Unutmamalısın ki en kötü fikirler, en kötü insanın kafasından geçer. Yani kötülükler insana hastır.
Bazı türler var, oldukça zarar vermeyi hedefleyen, aklından yıkımı bir an olsun uzaklaştırmayan. Gerçekten bu iblis ruhlular bir araya gelince insanların soyunu tüketecek kadar güç oluşturabilir. Bunu kötü atalarının yazdığı kadim kitaplardaki büyülerle, boyunlarında taşıdıkları o güçlü kolyeleriyle yapabiliyorlar. Yani doğaüstü güçleriyle görünmez kötülük tohumu ekebiliyorlar. Filizlenmesi, hatta meyvesini vermesi kısa bir zaman alıyor üstelik."
Eğer söyledikleri gibi iyi tarafa dahillerse bana zarar vermeyeceklerdi. Buna emin olmam da zamanla belirginleşecek bir durumdu. Elinin tersiyle gözlerimi silerken Delfin’in ormanın kraliçesi gibi kendinden emin duruşunu seyrettim.
"Ve siz bunları engellemeye çalışan bir çeşit savaşçısınız, öyle mi?”
Başını salladı. “O masalların gerçekleşmemesi için savaşan.”
Olamazdı. Anlatılanlar, kulaktan kulağa dolananlar birer efsaneydi. Korkunçtu ve besbeterdi. Başım dönüyordu. Delfin’i duymakta zorlanıyordum. Mantığım her birinin üzerine deli gömleği giydiriyordu.
"Bana neden bu kadarını anlatıyorsun, benim bunlarla ne ilgim var? Ben koruyucu değilim, melek değilim, güçlü değilim, sizden biri de değilim."
"İşte her şey bu noktada başlıyor.” Delfin’in yüzüne yine o güvensiz ifade yerleşmişti. “Eğer doğruysa yaşadıkların, zarf ve rüyan birilerinin de senin peşinde olduğunu gösteriyor. Hepsini unut, belki bu bizim iyi niyetimizdendir. Onlardan biri olmadığına hâlâ emin değiliz.”
“Size bunu nasıl ispatlayacağımı bilmiyorum bile,” dedim savunmayla. Kendimi en güçlü karakterlerle dolu bir efsanenin içinde gibi hissetsem de buna dahil olmak istemiyordum. Başımı sağa sola sallarken haykırmamak için zor duruyordum.
“Ya kendini kanıtlamadan öl ya da masumken. Bizim için değişen tek denge, nefsi müdafaamız sonucunda ya biraz üzülmek ya da hiç pişman olmamak.”
Arel’in keskin cümleleri soğuk sesiyle birleşince durumun vahametini kalbimi titreten bir kaygıyla hissettim. Bozulan düzenim ortadayken gerçekleri kanıtlamak için ihtiyaç duyabileceğim her şeyden yoksundum. Zarf ve rüya ikilemi, kendi hayatımda çoktan bir çıkmaza adım attığımı bana bile gösteriyordu.
“Seni eve bırakalım, Vera. Orman bu aydan itibaren tehlikeli.”
Delfin’le yürüdüğümüze inanamıyordum. Neyi kabullenip, neye ikna olduğumu kestiremiyordum. Noyan eli kemerinde dikkatle önden yürürken bir el sırtımı sıvazlayınca gülümsedim. İtiraf edemeseler de bana güvenlerinin daha baskın olduğunu fark ediyordum. İki tarafın iyiliği için de alınan bir karar gibiydi.
Arel’in güçlü çizmeleri en arkamızdan bizi takip ederken şu an bana kim zarar vermek isterse istesin onun dahi koruyacağını biliyordum. Düşmanları olmadığıma eminsem bu iyi bir şey demek değil miydi?
Ailemi kaybettikten iki yıl sonra ilk kez bu kadar güçlü olduğum fikri bilincime nüfuz etti. Delfin’le aynı hizadaki adımlarımın, bilinmezliği geride bırakıp farklı bir geceye karışmasına izin verdim.