''Sonsuz bir Dostluğun Miladı''
Keyifli okumalar...
Bölüm Şarkısı: Kodaline - Brother
'Aybige ile Rona’nın Dostluklarının Başlama Hikayesi'
Yalnızlığı çok sevdiğini söyleyen biri bile hayatında bir süre sonra birilerini ararken bulur kendini. Canının acıyacağını bilse bile bu acıyı tek başına yüklenmeyecek olmak rahatlatır, gelecek yaralara karşı kalbini ferah tutar. Ne kadar yük yüklenecekse yüklensin, tek başına olmadığını bildiği için işini daha da kolay yapar. Bu, insanlığın doğasında olan bir gerçektir. İnsanlar iç güdüsel olarak yalnız kalamayan, kalsa bile zorlanan varlıklardır.
Bazı canlar, bazı hayatlara oldukça zamansız dokunabiliyordu. Hatta bazen de bu canlar hayatımıza kendimizi en yetersiz ve yalnız gördüğümüz o sınır noktasında giriyordu. Rona ile Aybige’nin dostluklarının temeli de böyle atılmıştı. Rona da Aybige’nin hayatına tam da böyle bir anda çıkıvermiş, Aybige’nin gerçekten Aybige oluşuna neden olmuştu.
Bazı insanlar sadece karşımıza çıkan tesadüflerden ibaret değildi, bu kaderdi. Aybige ve Rona’nın birbirlerini bulmuş olması da onların en büyük şanslarıydı belki de kaderleri adına…
M.Ö 762 Yılı, Ordu-Balık
Küçük kız, çıplak ayaklarına rağmen sert adımlarıyla toprak yolu eşelerken dağınık ve birbirine girmiş gece karası saçlarının arasından çevresindeki insanlara bakına bakına yürüyordu. Daha 8 yaşındaydı ama yaşıtlarından onu ayıran değişik ve korkutucu bir cesareti vardı. Attığı tek bir adımda bile fark edilebilecek bir özgüvene sahipti. Oysaki sahip olduğu bu kadar güvene ve cesarete rağmen ona ait hiçbir şeyi yoktu. Daha kendisinin ne olduğunu, kim olduğunu, iyinin ve kötünün farkını bilmediği ve bir takım arayışlara düştüğü yaşlarıydı.
Bir süre de hayatında yaptığı en büyük cesaret gösterisini yapmış ve kendisini köle gibi kullanan çiftçi adamdan kendisini kurtarmıştı. Adam aslında balıkçılıkla uğraşsa da sonralarda tarımın daha da gelişmesiyle çiftçiliğe geçmişti fakat kendisinden çok küçük kızı çalıştırıyordu küçücük elleri ve küçücük bacaklarıyla. Küçük kız, başlarda adamın kendisine iyilik yaptığını bu yüzden bunun karşılığını ödemesi gerektiğini düşünüyordu. Küçük kızı, balıkçı adam küçük kız daha bebekken bir tahta kasanın içinde nehirde bulmuş ve evine alıp büyütmüştü. Adamın amacı kızı bir köle gibi kullanmak üzere büyütmekti belki ama küçük kız o zamanlar bunu ona yapılmış bir iyilik olarak görüyordu. Eh, nasıl olsa her şeyin ödenecek bir karşılığı yok muydu? Karşılıksız bir iyilik çölde su bulmak kadar imkansızdı onun için. Bu yüzden de yıllarca adamın bir dediğini iki etmemişti fakat artık dayanacak gücü kalmamıştı. Küçük kız, birinin boyunduruğu altında yaşayabilecek ve özgürlüğü kısıtlanabilecek bir kişiliğe sahip değildi. Özgürlüğüne kavuşabilmek için de oradan kaçmıştı fakat bu sefer de ortalıkta kalmıştı. Bir süredir de bu böyle gidiyordu.
Doğuştan sefil bir hayata sahip olan, kimsesiz ve bir adı bile olmayan küçük bir kız çocuğuydu sadece. Para kazanamıyordu, gittiği her yer onu kovuyordu. Karnını doyurabileceği tek yol köylülerden karnını doyuracak kadar cüzi miktarda yiyecek ve donmasını önleyecek kadar giysi çalmaktı. Üstü başı sürekli olmayacak yerlerde dolaştığından kir pas içindeydi ve bu haliyle tıpkı bir erkek çocuğuna benziyordu fakat bu da küçük kızın umurunda değildi.
Ayaklarını yere vura vura ilerlerken elleri boynundaki ucunda minik bir demir halka olan kolyede dolandı. Sahip olduğu ve muhtemelen onu nehire bırakan ailesinden kalan yegane şey buydu. 8 yıl boyunca bu halkaya tutundu hayalleri, belki de bir gün ailesi gelip onu bulabilmek için bu değerli aksesuarı ona bırakmışlardı. Bu yüzden bir gün ailesi gelip onu tanıyabilsin diye kolyesini satmadı, atmadı, değiş tokuş etmedi. Bu onun sahip olduğu tek eşeydi ve canı pahasına da korumalıydı. Tabii diğer çocuklara göre boynundaki çalıntıydı... Bir adı bile olmayan, yaşı sadece çevresindekilerden duyulan tahmini sayılardan ibaret olan bir kıza kim inanacaktı ki? O da açıklamamayı seçti. Ne olduğunu ve kim olduğunu bilmediği bu diyarda hırsız olarak anılsa ne olacaktı ki? Belki de çoktan ölmeliydi.
Açlıktan karnının kazındığını hisseden kız kirli ellerini ince giysisinin üzerinden karnına kapattı. Belki de iki gündür hiçbir şey yiyememişti. Zaten yeterince acıkmadığı sürece de bir şey çalmaya yeltenmezdi, çalarken de doyacağı kadarını alır fazlasına göz koymazdı. Hırsız olabilirdi fakat son derece de gururluydu. Midesinin bulandığını hissederken çevresini kontrol etti ve bir köylüye ait olan büyük ağaca küçücük bedeniyle tırmanmaya başladı. Ttabii küçük olması onu bazı şeylerden alıkoyamıyordu. Bu bir hurma ağacıydı. Zaten çoğunlukla da bu ağaca denk gelir ve bu meyvelerden yerdi. Ayrıca doyurucuydular da. Bu yüzden fazla fazla toplamasına gerek kalmıyordu.
O an karnını doyurmaktan başka bir şeye odaklanamazken kendisini taşıyabileceği bir dala oturdu ve meyvelerden yemeye başladı. Yüzünde sık oluşmayan çocuksu bir gülücük oluşurken daldan sarkan bacaklarını sallıyor kendince dans ediyordu. Birden başına çarpan taşla zayıf bedeni sarsılıp elindeki meyvelerle ağaçtan aşağıya düşerken ağzından bir çığlık yükselmişti. Düşerken bile hala aç olan midesini düşüyor ve ona taş atan kişiye olan siniriyle içinden yakınıyordu. Hurmaların sahibi yere düşen hurmaları gösteriyor, bağırıyor ve sırtına avucunun içiyle sert darbeler indiriyordu.
''Seni pislik! Günlerdir hurmalarıma pis ellerini değdiren velet sensin ha! Yüce Tanrı'nın cezasına maruz kalacaksın.''
Belli ki o da küçük kızı bir erkek çocuğu sanmıştı. Hoş, kız olsa da fark etmezdi. Adam, küçük kıza kendini açıklaması için tek kelimelik bir süre bile bahşetmemiş, sırtına nasırlı avuçlarıyla darbelerini indirmeye durmadan devam etmişti.
Onu durdurmak için bir şey yapmıyordu küçük kız, çünkü suçluydu. Hırsızlık yapmıştı ve eğer yakalanmışsa bunun bedelini ödemeliydi, bedelini ödemezse Tanrı onu meyveyi dalından fütursuzca kopardığı için cezalandıracaktı. O zamanki düşünceleri bu yöndeydi.
Dinlerine göre herhangi bir canı söndürmek, bir meyveyi dalından ayırmak bile tanrısal maddeye zarar vermek sayılıyor ve aydınlığın tutsaklığını uzatmaya neden oluyordu. Bu tutsaklıklarına da sadece seçilmişler son verebilirdi. Onlar saf varlıklardı, dünyevi zevklerden arınmışlardı ve insanları onlar kurtarabilirdi. Büyüklerden duyduğuna göre onların sindiriminde ışık ile karanlığın birbirinden ayrıldığına, dua ve şarkı yardımı ile bu elde edilen ışığın tekrar Tanrı'ya geri döndüğüne inanılıyordu ayrıca.
İnanışlarınıza göre insanlar ikiye ayrılırlardı, iyiler ve kötüler. Bu iki tarafın çatışması üzerine kurulmuş sağlam kuralları vardı ve bunlara uymamak birer uyumsuzluktu, kabul edilemezdi. Küçük kız da o uyumsuzluklardan biriydi. İyi miydi, yoksa kötü mü? Bir tarafa ait miydi? Bilmiyordu.
''Hey! Çek o ellerini, yoksa ona dokunan her parmağın için ayrı bir işkence düşünmek zorunda kalacağım.'' Ansızın yükselen o ses o gün karanlığa doğan güneş misali küçük kızı kurtarmıştı. Minik kalbiyle benliği bir kuğu gibi kanatlarını açtı ve kendisini özgürce gölete bıraktı. O ses sadece kurtarıcısına ait değildi; o ses aynı zamanda onun yoldaşı, ailesi olacaktı. Onun adı Rona'ydı.
Adam küçük kıza yönelttiği avucunu havada asılı bırakırken önce yüzünden bir şaşkınlık ifadesi geçti, sonra o ifadenin yerini gözlerindeki alaycı parıltılar aldı.
''Sen mi vereceksin bana cezamı? Git işine velet!''
Adam, ağzının içinde birkaç homurtu daha çıkarıp küçük kızı tekrar savsakladı. Ne bekliyordu ki? Zaten küçük kız çok da bir şey yiyememişti, yiyebildiği iki lokmayı da adamın üzerine mi kusmalıydı? Bir iki adım istemsizce gerilerken gözlerini yerden ayırmıyordu küçük kız.
Bu utanca dayanmak imkansızdı. Gururunun yerlerde sürünüşünü ufak bir pencereden izlermişçesine izledi. Gururuna ait hayali elbisenin etekleri yerde sürünüyor, kendisiyle beraber utanç duygusunu da yanında sürüklüyordu.
Hurmacı adamın kendisini kurtarmaya gelen Rona'ya sataştığını göz ucuyla gördü küçük kız. O sadece benim gibi değmeyecek birine yardım etmek istemişti diye düşündü ve daha da vicdan azabı çekti. Eline aldığı ağaç dalını bir kılıç misali adama savuruyor, korkusuzca kendisini savunuyordu Rona. Bu haline gülmek istemişti, ona komik gelmişti o zaman. Gerçi hala komik gelmiyor da değildi.
Adamın sinirlenip Rona'ya biraz daha sert müdahale ettiğini görünce içi savaşma arzusuyla doldu küçük kızın.
Zayıf bedeni, bir sincap misali adamın sırtına doğru atılırken boğazından sağır edici bir çığlık yükseldi. Adam sırtına yapışan küçük kızı sarsıp sallarken adamın tutunduğu boynunu bırakmamak için direndi. Adam, son bir kuvvetle küçük kızı savurdu.
Dengesini kaybedip dizlerinin üzerinde yere yığılırken tüm damarlarında akan kanın çekildiğini ve hepsinin zihninde toplandığını hissetti. Zihni, sinirden patlayacak kıvama gelmişti sanki o an. Ben hiçbir zaman insan yerine konulmazdı, hep dışlanırdı, hırpalanırdı fakat hiçbir zaman içinde böylesine delice bir intikam ateşinin yandığını hissetmemişti.
İçindeki savaşçı kadını ilk keşfettiği andı o an belki de.
O gün Rona ile birleşip adamı birkaç hurma için küçük kızı hırpaladığına pişman etmişlerdi. Adam onlara lanetler savura savura uzaklaşırken küçük kız içinde kıpır kıpır hareket eden o duyguyu o zamanlarda anlamlandıramamıştı. Şimdi ise o duyguya bir ad koyabiliyordu, tatmin olma duygusu. Tatmin olma duygusunu o gün sonuna kadar yaşamışken, günün sonunda yosunlu kayalıkların üzerinde bağdaş kurup, keyifli gülücükler eşliğinde yedikleri hurmalarla o duyguyu taçlandırmışlardı.
Ruhuna atılan çentiklerin birer güç simgesi olduğunu sanırdı küçük kız. O çentikler çoğaldıkça en güçlü olan yine o olacaktım. Acıttıkça güçlendirecek, güçlendikçe de saygı duyulan ve korkulan biri haline gelecekti. Küçüklükten gelen ezik ve çürümüş benliği böyle teselli bulacaktı çiziklerle dolu ruhunda. Bir gün onu yok sayan herkesin karşısına en güçlü, en yenilmez halimle çıkacaktı. Küllerinden doğup ismini bir nabız gibi attıracaktı kelamlarında. İsminin geçmesi bile kalplerini titretecekti. Ufak bir fısıltısı, toprağı ayaklarının altından kaydıracak, kulaklarını sağır eden bir gürültüye gebe bıraktıracaktı. İçkilerinin kırmızı renginde onun kan içinde kalmış yüzü gözlerinin önüne gelecekti. Ağlamaktan kan toplamış gözleri yerini öldürmekten kan toplamış ellere bırakacaktı. Böyle vahşi olmayı o seçmemişti, onu buna onlar zorlamıştı. Kana susayan küçük kız değil, onların çürümüş benliğiydi. Açlıktan gözü döndüğü için küçük bir hurma çalan ve dayak yiyen o küçük, pasaklı kız onların aç ruhlarını daha da aç bırakıp ölüme terk edecekti. Güç onun için bu demekti. Ne kadar az kişi sever, ne kadar az kişiye değer verirsen o kadar güçlüydün. Sevgi aciz kılardı. Sevgi çaresiz ve bitap kılardı. Değer verirsen verdiğin kadarından da fazlasını senden alırlardı. Kilitli kapılarını en savunmasız halimde bir kez araladı orada da kalp denilen minik odacığıma Rona’yı sığdırdı sadece küçük kız.
Kan ve gözyaşı üzerine kuracağı hayatının en masum zamanlarını geçiriyordu Rona ile. Hurmaların sahibinden kaçtıktan sonra tüm gün dolaştılar, çevreyi keşfettiler, kendi içlerinde eğlenip şakalar yaptılar, sohbetler edip evrene karşı olan meraklarını dillendirdiler ve karınları acıktığında ise bol bol meyve çalıp yediler. Birbirleri dışında en büyük dostları tenlerini okşayan rüzgar, gökyüzüne serpiştirilen yıldızlar ve parıl parıl parlayan dolunaydı. Günün sonuna yaklaşırken karınları tok, keyifleri yerindeydi.
Rona mavi ile yeşilin uyumla dans ettiği gözleriyle heyecanla etrafta şu zamana kadar gördüğü ona ilginç gelen her şeyi küçük kıza anlatırken, küçük kız genelde sessiz kalıp meraklı gözlerle Rona'yı dinlemeyi tercih ediyordu. Aslen küçük kız Rona'yı onun anlattığı şeylerden daha çok merak ediyordu fakat Rona kendisi hakkında hiçbir şey anlatmıyor, ısrarla konuyıu başka şeyler üzerine çekmeye çalışıyordu. Küçük kızın Rona hakkında edindiği bilgiler onun üzerinden yaptığı gözlemlerden ibaretti. Anladığı kadarıyla hırsızlık konusunda ustalaşmış bir çocuktu ve o da kendisi gibi kimsesizdi. Aynı yaştalardı fakat Rona'nın normalde gördüğü insanların gözlerinin aksine renkli olan gözlerindeki yaramazlık içeren parıltılar Rona'yı yaşından daha olgun gösteriyordu. Çünkü o parıltılar normal çocuksu yaramazlıkları değil yüksek zekanın parıtılarıydı. Rona'nın koyu toprak rengi saçları uzundu. Küçük kız ona bu şekilde bir kız gibi göründüğünü söyleyip bulduğu ince dal ve çalılardan küçük bir toka yapmış ve Rona'nın saçlarını tepesinde topuz şeklinde toparlamıştı. Yine yıldızların konumu hakkında bir şeyler anlatırken gözleri küçük kızın saçlarında ve yüzündeki, ellerindeki kirlerde gezindi. Ne kadar pis göründüğümü düşünüyor olmalı diye düşündü kız ve başını utançla yere eğdi.
''Neden temizlenmiyorsun? Su kaynaklarının yerini mi bilmiyorsun?'' Rona'nın sesi küçük kızı utandırmak istemezmişçesine zarif ve sessizdi. Küçük kız başını eğmeye devam ederken dağınık siyahları yüzünün üzerine daha da düştü ve omzunu silkti. Rona dudaklarını birbirine bastırırken gözlerini bulundukları konumda gezdirdi. O her yeri bu yaşına kadar keşfetmişti. Nerelerden giysi ve yiyecek alınabilir, nerelerde su var, nerede uyunur hepsini biliyordu. Bu yüzden bulundukları konumda su kaynağının nerede olduğunu düşünmesi pek uzun sürmemişti.
Ellerinden tekini ayağa kalkıp küçük kıza uzattı. ''Gel bakalım, yüzünün güzelliğini ortaya çıkaralım.''
Küçük kız şaşkın kahvelerini karşısında ona elini uzatan çocuğa çevirdi. Gerçekten de yüzü güzel miydi? Oysaki o hiç yüzüne bakmazdı, kendisini bilmezdi, neye benzediği hakkında en ufak fikri yoktu. İsmi bile yoktu, bir kimliği yoktu, güzel bir yüzü olsa ne olacaktı ki? Küçük kız çekingen hareketlerle elini çocuğun soğuk eline bırakıp ayağa kalktı. Rona gülümseyerek küçük kızı en yakındaki su kütlesinin olduğu kaynağa götürürken hareketleri kızı utandırmamak ve korkutmamak için olabildiğince sakindi. Küçük kızı yavaşça arazide ağaçların arasında kalan bir bölgedeki küçük su kaynağına götürdü.
''Üzerindekileri utanıyorsan çıkarmayabilirsin sadece suya doğru gir. Ben hemen geliyorum.'' Rona küçük kızı suya doğru yönlendirirken etraftaki ağaçlarda gözlerini gezdirdi ve bulabildiği ağaç kabuklarından ve toplayabildiği meyvelerinden ezerek, karışıktırarak ve birbirine yapıştırarak aromalı bir yıkanma aracı elde etti. İçlerine su kaynağının kenarında kalmış Lotus Çiçeklerinden de eklerken yapraklarından bir kısmını da kenara ayırdı. Bunları daha sonra kullanabilirleridi. Küçük çocuk yaşına rağmen keşfetmeye, okumaya ve öğrenmeye her zaman meraklıydı ve bu konularda da bilgi sahibiydi. Bitkisel ilaç hazırlamak da bu bilgi birikimlerinden sadece birisiydi. Yuvarlak top haline getirdiği temizleme macunlarını ağaçlardan kopardığı yapraklara sardı ve etrafa yayılmalarını önledi. İşi bittiğinde gülümseyerek küçük kızın yanına döndü. Küçük kız üzerindekileri çıkarmış suyun içine girmiş olduğu yerde titreyerek Rona'yı bekliyordu. Rona endişeyle yanına gitti.
''Üşümemek için suyun içinde hareket etmen gerekiyor, kaskatı kesilmişsin.'' Küçük kızın yanına gidip onun vücuduna sardığı kollarını açarken kendisi de giysileriyle suyun içine girmişti. Kızı suyun içinde oynayarak yüzdürdü bir süre. Küçük kız yüzme bilmediğinden Rona'nın sıska kollarına sıkıca tutunmuştu. Korkmuyordu, yine de endişeliydi fakat Rona yanında olduğu için içi rahattı bu yüzden eğlenmenin tadını çıkarmaya karar verdi çünkü hayatında ilk defa çocuk olduğunu hissediyordu. Rona küçük kızı iyice oynatıp onunla beraber bir süre güldükten sonra kızı suyun sığ bir tarafına çekti ve mahremiyetine dikkat ederek saçlarını yıkamaya başladı. Önce su ile ıslattığı dağınık saçlarına elindeki yaprağa sarılmış macundan sürmeye başladı. Küçük kız aldığı meyve kokularıyla gülümserken suyla oynuyor, Rona'nın onu yıkamasına izin veriyordu.
''Birazdan çok temiz hissedeceksin. Bu yıkanma aracını başka kimse için kullanmam haberin olsun. Bunlar çok değerli biliyor musun? Bir yaşlı amca gizlice bir Çin kaynağını okumama izin verdi ve orada bu tarifi buldum. Çok hoş kokuyor değil mi?'' Rona küçük kızın siyah, uzun saçlarını iyice temizlerken bir yandan da küçük kızı rahatlatmak ve güldürmek için sürekli konuşuyordu. Bir yandan da küçük kızın hiç konuşmuyor olması onu üzüyordu, bu yüzden daha sık konuşması için onu konuşmaya teşvik ediyordu aslında.
''Bunlar nedir?'' Küçük kız omzuna doğru düşen Lotus yapraklarına şaşkınca bakarken kısık sesiyle konuştu. Rona meraklanıp soru sormasına sevinirken sorusunu zevkle cevapladı.
''Bunlar Lotus Çiçeği yaprakları. Bu güzel kokuya en baskın kokuyu veren onlar aslında.'' Küçük kız merakla omuzundan aldığı yaprağı parmakları arasına alıp beyaz, yumuşak yaprağı inceledi. ''Lotus mu?''
''Oldukça faydalı ama fazlası zehir olan çok güzel bir çiçek. En kirli ve bulanık suların içinde bile yetişebilen ve o suyu temizleyip pisliklerden, hastalıklardan ayrıştıran değerli bir bitkidir.'' Rona'nn açıklamasına karşılık kız merakla Rona'ya bakmayı sürdürdü. Rona'nın oldukça bilge bir çocuk olduğunu anlamıştı fakat her şeyi bu kadar biliyor olması ona hayranlık duymasına neden oluyordu. Rona kusursuz biriydi ona göre.
''Sen de ona benziyorsun ama farkında değilsin biliyor musun?'' Rona'nın sorduğu soruyla küçük kız ne dediğini anlamadığı için öylece Rona'ya bakıyordu. ''Nasıl yani? Ben bir bitki miyim?'' Küçük kızın sorduğu soru çocuğun gülmesine neden oldu. Küçük kız göründüğünden daha saftı aslında ama dışarıya güçlü bir imaj yansıtmak istediğinden o saf yanını bastırıyordu.
''Hayır yani sen de girdiğin ortamları güzelleştirebilecek ve temizleyecek yetkinliğe sahipsin fakat bunun farkında değilsin sadece. Büyüyünce topluma faydalı biri olacağına eminim.'' Küçük kız şaşkınca saçlarını eliyle tarayan ve suyla durulayan çocuğa baktı.
''Ama... Ama ben bir hırsızım ve kimsem de yok. Kime, nasıl fayda sağlayacağım?'' Rona küçük kızın sorduğu soruya karşılık dudaklarını birbirine bastırıp minikçe gülümsedi.
''Kimsesiz olman seni vasıfsız yapmaz. Şu an hırsızlık yapıyor olman da seni kötü bir insan yapmaz. Eminim Tanrı minik karnını doyurmak için yaptığın ufak tefek hırsızlıkları affedecektir.'' Rona küçük kızın vücudunu da elindeki macunla iyice yıkadı mahremiyetine dikkat ederken.
''İşte, tertemiz oldun.'' Rona'nın gülümseyerek gözlerine bakışına karşılık küçük kız da gülümsedi ve artık temiz olan ellerini yumuşak ve temiz olan saçlarında gezdirdi. Artık saçları kaskatı ellerine gelmiyor ve parmaklarına takılmıyordu. Daha sık temizlenmeliydi çünkü bu temizlik hissiyatı çok hoşuna gitmişti. Küçük kız gülümseyerek başını sallarken küçük çocuğa hayatında ettiği en içten teşekkürü etti.
''Teşekkür ederim Rona.'' Rona küçük kızın içten minnetini gülümseyerek kabul etti ve küçük kızı düşmemesine ve üşümemesine dikkat ederek sudan çıkarıp ağaçlardan birinin kenarına bıraktı. Küçük çocuk çantasına sakladığı birkaç kumaştan kızın üzerine kıyafet yaptı. ve kendi üzeri de kurusun diye ağacın kenarına yerleşti. Yıldızlar ve dolunay iki küçüğün akşamına aydınlık kattı. Rona kollarını arkasına atıp ellerini ensesinde birleştirirken temiz havanın ciğerlerine nüfuz etmesine izin verdi. İkisi de birbiri hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Küçük kızın vahşi olduğunu düşünüyor olabilirdi belki Rona fakat bu küçük kızın umurunda değildi çünkü bu inkar edebileceği bir şey değildi. Genellikle konuşan ve soru soran taraf Rona oluyordu, küçük kız ise susmayı ve yüzündeki minik tebessümle onu izlemeyi ve dinlemeyi tercih ediyordu.
''Senin adın ne küçük?'' Rona'nın sorusuna karşılık küçük kız gözlerini kaçırdı. Bir adı yoktu ki onu cevaplayabileceği.
''Benim bir ismim yok ki.'' Rona küçük kızın dediğine karşılık şaşırmıştı. Küçük kızın kimsesiz olduğunu biliyordu fakat en azından bu yaşa kadar bir ismi vardır diye düşünmüştü. Mesela ona Rona ismini köylerindeki bir demirci vermişti. İsmi büyük hükümdar Attila'nın oğlu manasına geliyordu. Onun kadar güçlü olmasını dilemişti belki de Rona'ya bu ismi verirken, kim bilir?
''Bu zamana kadar sana nasıl seslendiler?'' Rona'nın sorusuna karşılık kız dudaklarını büzüp yine omzunu silkti. Kimse ona bir isimle seslenme gereği duymamıştı zaten kendisi görünmez gibi bir şeydi. Göründüğünde de ona cadı, pislik gibi hakaretlerde bulunurlardı.
''O zaman... Ben sana bir isim vereceğim.'' Rona'nın düşünceli ve hevesli bir şekilde kurduğu cümleye küçük kız şaşkınca baktı. Sonunda bir ismi mi olacaktı yani?
''Koyacağım isim sana uygun olmalı. Geleceğine ışık tutan bir isim olmalı seninkisi.'' Rona düşünürcesine parmağını dudaklarına vurdu ve gözlerini etrafta gezdirdi. Gözleri gökyüzünde takılı kalırken dudakları ik yana doğru açıldı ve yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Küçük kıza gökyüzünün üzerinde fütursuzca parıldayan ayı işaret etti ve seslendi. ''İşte!''
‘’Senin adın Aybige olsun. Dolunay kadar parlak ve güzelsin. Evet evet! Senin adın Aybige. Gecenin karanlığına bir güneş gibi doğacak olan Aybige.’’ Dedi ve o gün o küçük kızın adı Aybige oldu. Dolunay kadar parlak ve güzel olan Aybige. O, bu, şu, pislik, kokarca değil Aybige olmuştu ve o gün yüzündeki gerçek gülümsemeyle Rona’ya adını seslice zikir ederken içinden yemin etti. Ona verilen bu isimle bir gün onu fare kadar gören insanların üzerine dolunay gibi çökecekti ve Rona’nın da dediği gibi gecenin karanlığına tıpkı bir güneş gibi doğacak, onu hor görenleri uykuya daldıkları en savunmasız anlarında kafesleyecekti; tıpkı kendisini benzettikleri fareler gibi.
&
M.Ö 770 Yılı
Aradan geçen 8 yıl Aybige'ye beklediği kadar acımasız davranmamıştı çünkü artık yalnız değildi. Kimsesizliğine biri ortak olmuştu artık. Adı Rona olan bu ortak Aybige'nin her şeyi olmuştu zamanla. Yıllarca beraber gezdiler, yeni yerler keşfettiler, beraber talimler yapıp okçuluk ve dövüş konusunda birbirlerini geliştirdiler. Her gün birbirlerine yepyeni şeyler öğrettiler ve yepyeni şeyler kattılar. 16 yaşındaki bedenlerine yaşlarına göre daha olgun zihinleri eşlik etmişti, serpilerek büyümüş ve bugüne gelmişlerdi. Tabii bu arada ara ara ufak çaplı hırsızlıklarına devam ettiler fakat tamamını kendileri için yapmıyorlardı. Tanıdıkları birkaç fakire de çaldıklarından dağıtıyorlardı.
İleriden bir kafile görünürken Rona ile göz göze geldiler. Gözleri dışındaki her yerleri başlarına sardıkları bezlerden dolayı kapalıydı zaten. Rona'nın mavi ve yeşil karşımı yosunları anımsatan gözleri Aybige'ye güven verircesine kırpılırken Aybige başıı sallayıp saklandıkları kayanın üstünden kafileyi gözleriyle takip etti.
''Bayağı yüklü görünüyor. Sanırım soylu birine gidiyorlar.'' Söylediğine karşılık Rona başını sallasa da bu sefer öncekilere göre endişeli olduğunu fark etti Aybige Rona'nın.
''Bir şey mi oldu Rona?''
''Bu sefer kolay olmayacak gibi hissediyorum.'' Rona'ya yanaştı Aybige ve elini onu rahatlatmak istercesine Rona'nın omzuna bıraktı.
''İstemiyorsan vazgeçebiliriz fakat bu iş için söz verilen parayı peşin aldık.'' Aybige'nin söylediğine karşılık Rona başını salladı. Aybige haklıydı. Bu haydutluk işi için paralarını ve yiyeceklerini peşin almışlardı. Üstelik çoğunu insanlara dağıtmışlardı bile. Bu işi başarmaktan başka çareleri yoktu. Aybige gülümseyerek serçe parmağını Rona'ya doğru uzatıp gözlerini Rona'nın gözlerine değdirdi ve her zamanki sözünü tekrarladı.
''Ebediyen''
Rona da gülümserken kendi serçe parmağını Aybige'ninkine doladı ve devam ettirdi.
''Yanında olacağım.''
''Öldükten sonra bile'' diye devam ettirdi Aybige.
''Birbirimizi bulacağız.'' Rona sözlerini tamamlarken kendisini daha ferahlamış hissediyordu artık. Tekrardan hırsızlık yapacakları kafileye döndüler ve artık zamanının geldiğini anlayarak birbirlerini başlarını sallayarak onayladılar. İlk Aybige öne çıktı ve kafile biraz önlerinden geçtikten sonra en arkadaki atın sırtına yüklenmiş çuvallardan içi meyve ile dolu olduğuna okunu doğrulttu. Doğru zamanın geldiğine emin olduktan sonra oku çuvala gönderdi. Ok, çuvala saplanıp çuvalın yırtılmasına neden olurken içindeki elmalar tek tek yere dökülmeye başladı. Atın yanlarından ilerleyen nöbetçi insanlar ne olduğunu anlamak istercesine çuvala sonra da etrafa bakarken Aybige bir oku da diğer sağlam çuvala atıp başka meyvelerin dökülmesini sağladı. Bunların sonu gelmeyeceğini anlayan adamlar sırtlarındaki oklarını çıkarıp etrafı gözleriyle iyice taradı ve Aybige'ye dikkat kesildiler. Birkaç adam Aybige ile oyalanırken içinde paraların olduğunu tahmin ettikleri çantalar ve atlar yanındaki diğer nöbetçilerle ilerlemeye devam ediyordu. Aybige arkadakileri oyalarken adamlar ön taraftakilere bağırdı.
''Eşkiyalar bastı! Malları koruyun!'' Arkadakiler Aybige'ye doğru oklarını fırlatırken genç kız kendisini bir şekilde oklardan sıyırıyordu. Adamların yanında silah olabileceğini daha doğrusu bu kadar ustaca ok kulanabileceklerini tahmin etmemişti. Mallar gerçekten de önemli birine gidiyor olmalıydı, bu kadar ustaca güvenlik sağlanmasının başka açıklaması yoktu. Rona da ön taraftaki mallara ulaşmak üzere arkadan yaklaşmışken karnına doğru atılan okla boğazı yırtılırcasına çığlık attı Aybige.
''Rona! Hayır, hayır hayır... Rona!'' Aybige üst üste ok yiyen Rona'ya doğru koşmaya çalışırken kendisine de saplanan okla acı içinde duraksadı. Omzuna ok yiyen Aybige daha fazla yoluna devam edemeyip yere yığılırken gözünün ucuyla onlara saldıranları görebilmişti. Bu geçen kafilenin bir tuzak olduğunu anlaması için geç olmuştu. Dolan gözlerini kırpıştırarak bacağına da saplanan oka sinirle baktı. Bu oyuna nasıl gelmişlerdi? Mallarıyla beraber kafile yoluna devam ederken uğultular duymaya başladı Aybige. Son gücünü Rona'ya doğru kendisini sürüklemek için kullandı. Rona çoktan bilincini yitirmiş gibi görünüyordu. Aybige endişeden öleceğini hissetti. Rona'yı kaybedemezdi, söz vermişlerdi birbirlerine.
Ay batıyor ve ölmekte olan ay ışığı sapsarı bir yarı ışıkta, şafağın ilk solgunluğuna karışıyordu. Çalılar mürekkep kadar siyah, toprak kasvetli bir gri, gökyüzü renksiz ve de keyifsizdi. Tepenin üstünde bazı karaltılar gördüğünü sandı. Yamacı gözleriyle tararken kendisine doğru koşan atlılar gördü. Doğu'da gökyüzü aydınlanıp gün ışığı belirince ve dünya canlı renkleri bir kez daha kazanınca, manzarayı daha keskin gözlerle taradı Aybige.. Atlıların başındaki kendilerini kurtaracak olan adamdı. Aynı zamanda da onları oyuna getiren ve bu hale sokan kişiydi. O kişi hükümdar Tun Baga Tarkan'dı. Yaralı bedeni bir yandan bulunduğu için acizce seviniyor, bir yandan da bir o kadar aciz zihni 'ya sizi öldürürlerse?' gibi kanlı düşüncelerle boğuluyordu.
Atlılar yanına ulaştı, arkadaşı ise çoktandır baygındı. Aybige ise acizdi. Kendisi ve yoldaşı için yardım dilenen aciz bir hırsızdı. Tun Baga Tarkan atından indi, dibime kadar yürüdü. Heybetli bedeni yürürken gri toprak havaya karıştı. Birkaç kez öksürdü Aybige.
''Şu eşkıyalar sizsiniz değil mi? Herkesi canından bezdiren? Sonuna yakaladık sizleri.'' Aybige'ye yöneltilen soru yüzünü kızarttı, kendini gri toprağa karmak katmak istedi.
''Ölümü hak ediyoruz gök ve ayın temsilcisi, Tanrı'dan kut bulmuş bilge! Lakin, lütfen canımızı bağışlayın, size hayatım boyunca hizmet edeceğime söz veriyorum!''
Tun Baga Tarkan'ın yüzü kırıştı ardından kocaman bir kahkaha attı. ''Bu bala pek tatlıdır! Yanındaki genci ata sırtlayın. Bu kız bana eşlik edecek!''
Hükümdar birliğine emir verirken odaksız, şaşkın gözleri hükümdarın suretine çevrildi. Çekik gözleri gülümsemesinden kaynaklı daha da çekilmiş, adeta yok olmuşlardı. 16 yaşında hayattan bihaber, hırsızlık yapan, sıradan bir köylüyken hükümdarın yüce kudretine mazhar olmuştu. Rona'nın ve kendisinin yaraları ile ilgilenilmişti. O gün yerleşkeye kadar yan yana atlarda sohbet ederek zaman geçirmişlerdi. Manzara hakkında, sanat hakkında, hayatı hakkında, Rona ile tanışma hikayesi hakkında... Her konuyu kendisinin 16 yaşında, küçük bir kız olmasına aldırmadan Aybige ile konuşmuştu. O zaman kendisini değerli ve saygın hissetmişti. Onu baş muhafızı yapacağını söylediğinde de hissettiği buydu. Hükümdara hürmet ve de minnet duygusu üst seviyelerdeydi.
Arkasındaki atın üstünde baygın bir şekilde giden yoldaşı, ailesi Rona'ya şefkatle baktı ve gülümsedi. İkisinin de hayatı kurtulmuştu fakat kendilerini bundan sonra nelerin bekleyeceğinden habersizdi.
Yine de bu iki yoldaş birbirlerinden hiç ayrılmayacaklarının bilincindelerdi... Farklı zamanlarda ve farklı bedenlerde olsalar bile...