VATANA EMANET
Hakkâri kırsalında gece çökerken, dağların üzerinden bir sessizlik süzülüyordu. Ne kuş sesi vardı ne de insan sesi. Sadece rüzgârın, kayalıklara çarpıp yankı yaratan o keskin uğultusu… Bu sessizlik, çatışmanın öncesindeki derin nefes gibiydi.
Pars Timi, Yüzbaşı Alaz Bozkurt’un komutasında, dört gündür bu bölgedeydi. Kaçak silah ve uyuşturucu geçişine dair istihbarat gelmişti. Düşmanın yolu, Türkiye’nin damarlarından biri olan bu geçitten geçiyordu. Alaz için bu sadece bir görev değil, bir onur meselesiydi. Çünkü bu topraklara yabancı değildi. Hakkâri’nin taşına, toprağına, kokusuna alışkındı.
Operasyon gecesi geldiğinde hava kurşun gibiydi. Soğuk, askerlerin kemiklerine işliyordu. Herkes pozisyonundaydı. Dürbünler, hedefe kilitlenmişti. Düşmanın yeri tespit edilmiş, plan belirlenmişti. Her şey saat gibi işlemeliydi.
Ama her savaş planı, ilk kurşunla bozulur.
Saat 03.13. İlk mermi patladı.
Dağlarda yankılanan çatışma sesi uykudaki kuşları bile ürküttü. El bombalarının titrettiği toprak, sanki karanlığın bağrını yırtıyordu. Pars Timi üstün bir taktikle saldırıya geçmişti. Kaçakçılar beklenenden kalabalıktı ama baskın işe yaramıştı.
Yüzbaşı Alaz Bozkurt, çatışmanın ortasında öne atılan askerine seslendi:
“Vural! Sağdan sar, arkadaki yükü kontrol et!”
Üsteğmen Vural Aydoğan, çocukluk aşkını yeni eş yapmış, altı ay önce baba olmuştu. Ama onun için görev kutsaldı. Ailesi için savaşıyordu. Bir anda gözden kayboldu, sonra birkaç el silah sesi…
“Komutanım! Vural vuruldu!”
Alaz, çığlık gibi yankılanan sesi duyduğunda, zamanı durdurmak istedi. Koştu. Mermiler arasından, yeri çatlamış bir kayanın kenarına atladı. Vural’ı bulduğunda gözleri açıktı, nefesi zayıf, sesi kısıktı.
“Komutanım... kızımı gör... benim yerime...”
Ve o an… Sadece bir göz kırpışı kadar kısa ama sonsuz kadar uzun bir veda…
Vural Aydoğan şehit düştü.
Operasyon başarıyla tamamlanmıştı. Yüzlerce silah, mühimmat ve uyuşturucu maddelere el konulmuş, kaçakçılar etkisiz hâle getirilmişti. Ama o başarı, bir cana mal olmuştu. Pars Timi’nin kalbinde bir parça eksilmişti. Sabah olduğunda karargâha acı bir haberle dönüldü.
Vural’ın naaşı, zırhlı taşıyıcıda komutanıyla birlikte geliyordu. Pars Timi sessizdi. Ne bir kelime, ne bir göz teması… Herkes kendi iç hesaplaşmasında kaybolmuştu. Yüzbaşı Alaz Bozkurt’un gözleri kupkuruydu ama yüreği yanıyordu. Bu onun sorumluluğundaydı. Bu tim onun ailesiydi. Bir askerini kaybetmek, evladını kaybetmek gibiydi.
O gün öğleden sonra helikopter pistine inen bir askeri taşıma uçağından iki kişi indi: Albay Atilla Demir ve kızı, Üsteğmen Rüya Demir.
Rüya’nın yüzü solgundu, ama bakışlarında fırtına saklıydı. Van kırsalında görev yapan başarılı bir üsteğmen di . Ancak bu kez durum farklıydı. Çünkü tabutun içindeki kişi, çocukluk arkadaşıydı. Evin arka bahçesindeki salıncağı birlikte kurdukları, kiraz ağacının tepesinden birlikte düştükleri, sırlarını sadece birbirlerine anlattıkları Vural’dı.
Albay Atilla Demir, Pars Timi'nin önünde saygı duruşuyla selam verdi. Gözleri dolu doluydu ama duruşu dimdikti.
“Vural benim oğlumdu,” dedi sessizce. “Resmiyette değil belki, ama kalbimde öyleydi.”
Tabutun başında durdu. Başını eğdi. Dudaklarından dökülen dua, rüzgârla birlikte dağlara karıştı.
Rüya ise doğrudan Yüzbaşı Alaz Bozkurt’un karşısına geçti.
“Komutan Bozkurt,” dedi sesi titremeden, “Bu nasıl olur? Askerini koruyamadın mı?”
Alaz bir adım geri çekildi. Söz söyleyemedi. Dudakları oynadı, ama kelimeler yoktu. O zaten kendi içinde yüzlerce kez vurulmuştu. Rüya’nın sözü bir kurşun gibi göğsüne saplandı.
“Görevdeydik, her şeyi planladık,” diyebildi sonunda. “Ama...”
“Plan mı?” Rüya'nın sesi öfkeyle keskinleşti. “Benim arkadaşım öldü! Karısı dul kaldı, kızı yetim! Siz hâlâ plan mı diyorsunuz?”
Pars Timi’nin askerleri başlarını eğdi. Hiçbir kelime, o anı yumuşatamazdı. Çünkü haklıydı. Rüya’nın öfkesi yalnızca Vural’a duyduğu sevgi değil, o an hissettiği çaresizlik duygusuydu.
O gece, karargâhta yalnızdı Rüya. Naaşın sabah uçağıyla İstanbul’a sevki için evrakları imzalıyordu. Vural’ın eşi telefonda ağlıyordu. Altı aylık kızı ateşlenmişti, “Babasını özledi,” demişti genç kadın.
Rüya gözyaşlarını tutamıyordu. Görev maskesini çıkarıp çocuk Rüya’ya döndü o an. “Ben seni korurum,” diyen Vural’ın sesini hatırlıyordu.
Sabah, helikopter pistine geldiğinde her şey hazırdı. Alaz Bozkurt birkaç metre ötede bekliyordu. Göz göze gelmediler. Rüya, alnını tabuta dayadı. Sessizce mırıldandı:
“Beni affet Vural. Bu kez seni ben koruyamadım.”
Sonra başını dikleştirdi, kararlılıkla yürüdü. Naaşı, Vural’ın eşini ve kızını yanına alarak helikoptere bindi. İstanbul’a döndü.
Ve Pars Timi… Geriye kalanlar… Acının ortasında sessizce bir veda ettiler.
Yüzbaşı Alaz Bozkurt, timin başında durdu. Gözleri boşluğa bakarken mırıldandı:
“Bir gün bunun hesabını verecekler. Sözüm olsun Vural… Senin kanın yerde kalmayacak.”
Ve o dağa, o gece bir yemin daha kazındı:
Şehidin yürekte bıraktığı boşluk asla dolmaz…
Ama o boşluk, düşmanın mezarını kazacak kadar güçlü bir intikama dönüşür.
İstanbul semaları, o sabah alışılmadık bir sessizliğe bürünmüştü. Ne boğaz kıyısındaki martılar öter olmuştu ne de sokaklardaki insanlar yüksek sesle konuşuyordu. Tüm şehir, içinden geçen büyük bir acının gölgesine girmişti.
Saat 08.00’da, askeri kargo uçağı Atatürk Havalimanı’na indi. Gövdesinde Türk bayrağı dalgalanıyordu. İçinde bir tabut vardı; üzerinde yine ay yıldız... Ve o tabutun içinde, vatan uğruna canını vermiş bir evlat: Üsteğmen Vural Aydoğan.
Pistin kenarında, sessizce dizilen bir kalabalık vardı. Kara kıyafetler giymiş yüzler, ellerinde beyaz mendillerle bekliyordu. En önde, kucağında altı aylık bebeğiyle genç bir kadın... Vural’ın eşi, Eslem. Yanında babası gibi gördüğü komutan Albay Atilla Demir ve onun kızı, çocukluk arkadaşı Üsteğmen Rüya Demir.
Uçak kapısı açıldığında zaman durdu sanki. Askeri taşıyıcılar ağır adımlarla yürüdü. Bayrağa sarılı tabut, sessizlik içinde platforma taşındı. Rüya gözlerini kapattı. Bir daha bu anı unutamayacağını biliyordu.
Eşini kaybetmiş genç kadın, kendini tabutun üzerine attı.
“Vural! Beni nasıl bırakıp gidersin! Kızımız daha ‘baba’ bile diyemedi!”
Eslem’in çığlığı havalimanını inletti. Bebek, annesinin göğsünde ağladı. İnsanların boğazı düğümlendi. Rüya, yutkundu ama gözyaşlarını durduramadı.
Saat 11.00 olduğunda, cenaze korteji şehirde ilerlemeye başladı. Polis eskortları, trafik kontrol ekipleri, jandarma birlikleri… İstanbul halkı sokağa dökülmüştü. Ellerinde bayraklar, ağızlarında dualar, gözlerinde öfke ve keder… Şehidin geçtiği her cadde sessizliğe bürünüyor, insanlar diz çöküp tabuta selam duruyordu.
O an İstanbul değil, bir millet yas tutuyordu.
Cenaze töreni için Fatih Camii'nde toplanıldığında avlu hınca hınç doluydu. Komutanlar, siyasetçiler, gaziler, öğrenciler, yaşlılar, çocuklar… Hepsi bir olmuştu. Herkesin gözünde tek bir his: Vural Aydoğan, bu ülkenin kahramanıydı.
İmamın sesi yankılandı:
“Şehit asker VURAL AYDOĞAN a hakkınızı helal ediyor musunu?"
Cemaat "Ediyoruz” diye haykırdı. Ve sonra… O tabut, omuzlara alındı. Dualar, tekbirler, gözyaşlarıyla birlikte yola çıkıldı: Edirnekapı Şehitliği’ne.
Şehitliğe girildiğinde, güneş bulutların arkasında kaybolmuştu. Yağmur damlaları yavaşça düşmeye başladı. Sanki gökyüzü bile ağlıyordu.
Kazılmış bir mezar, bayrağa sarılı bir tabut, başında bir kadın... Rüya Demir.
O hâlâ inanamıyordu. Birkaç hafta önce telefonda konuşmuşlardı. Vural, kızının resmini yollamıştı. "İsmini sen koy Rüya," demişti. "Sen onun halası sayılırsın."
Ama şimdi? Ne isim koymak, ne sarılmak... Artık sadece bir taş kalacaktı arkada.
Tören subayı adım attı, kâğıdı açtı. Titreyen bir sesle konuştu:
“Şehit Üsteğmen Vural Aydoğan, 1995 yılında Ankara’da doğmuştur. 2017 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun olmuş, çeşitli birliklerde üstün başarı göstermiştir. Son görev yeri olan Pars Timi’nde Hakkâri kırsalında düzenlenen operasyonda kahramanca şehit düşmüştür…”
Tören boyunca, herkesin içi buz gibi oldu. Sadece Eslem’in sesi duyuldu:
“Vural! Kızın büyüyünce seni nasıl anlatacağım? Kokunu bilmeden, sesini duymadan nasıl yaşayacak?”
Kadın feryat ediyordu, dua eden eller titriyordu, yüzlerce insan gözyaşlarını gizlemiyordu. Albay Atilla Demir bile gözlüğünü çıkarıp gözlerini silmek zorunda kaldı.
Sonra toprağa verildi. Tabut indirildi. Üzerine bir avuç toprak atıldı.
Ve artık mezar taşıyla anılacaktı adı.
ŞEHİT VURAL AYDOĞAN
Tören, akşam haberlerinde tüm Türkiye’ye ulaştı.
"Altı aylık kızı yetim kalan kahraman subay gözyaşlarıyla uğurlandı."
"Pars Timi şehidini toprağa verdi, millet ayakta."
"Çocukluk arkadaşının tabutuna kapanan genç üsteğmen, yürekleri dağladı."
Tüm televizyonlar o görüntüleri döndürdü. Rüya’nın ağlayan gözleri, Eslem’in feryadı, bebeğin sessiz bakışı… Türkiye ekran başında dondu kaldı. O gece kimse kolay kolay uyuyamadı.
Ama bir yerde… O görüntüler daha derinden izleniyordu.
Hakkâri kırsalında, bir taş karargâhta...
Pars Timi, töreni diz çökmüş hâlde izliyordu. Kimse gözlerini ekrandan alamıyordu. Çavuş Alper, gözyaşını fark ettirmemek için başını eğmişti. Teğmen Sarp, yumruğunu dizine bastırmıştı.
Yüzbaşı Alaz Bozkurt, elleri dizlerinde, gözleri cam gibi donuktu. Haberin sonunda Rüya’nın şu sözleri duyuldu:
"Kanın yerde kalmayacak"
Alaz başını kaldırdı. Sessizce konuştu:
“Hazırlanın. Dağlara dönüyoruz.”
Askerler birer birer başlarını kaldırdı. Herkes biliyordu: Bu artık sadece bir görev değil, bir vicdan savaşıydı.
“Vural’ın kanı yerde kalmayacak,” dedi Alaz kararlı bir sesle. “Biz yas tutamayız. Bizim yasımız, intikamdır.”
Gece yarısı, Pars Timi yeniden yola çıktı.
Kamuflajlar giyildi, silahlar kuşanıldı, botlar bağlandı.
Helikopter pervaneleri dönerken herkes sustu.
Gökyüzü karanlıktı. Ama bir yıldız çok daha parlak görünüyordu.
Sanki dağların tepesinde Vural, onları izliyordu.
Ve Pars Timi...
Bir kez daha dağlara döndü.
Bu kez ellerinde sadece silah değil,
Yüreklerinde bir yemin vardı.
“Bu vatan için ölmek değil, yaşarken savaşmak bizim kaderimizdir.”