BÖLÜM 17- KARANLIĞIN İÇİNDE

1021 Words
Gece, giderek ağırlaşıyordu. Siperlerdeki askerler, sessizliğin geriliminde birbirlerine bakmadan bekliyorlardı. Bir patlama, bir kurşun sesi her an yeniden başlayabilirdi. Toprak, duman ve barut kokusunu hâlâ saklıyordu. Asım Yüzbaşı, dürbününü gözünden indirdi, alnındaki teri elinin tersiyle sildi. Düşman geri çekilmiş gibi görünüyordu ama yılların verdiği tecrübeyle bunun sadece bir aldatmaca olduğunu biliyordu. Telsizini açtı, kısa ve net konuştu: “Gözler dört açılacak. Sakın rehavete kapılmayın. Bunlar fırsat kolluyor.” Onbaşı Kerem, nefesini tutarak silahının namlusunu temizledi. Parmakları titremiyordu, ama gözlerinde farklı bir ışık vardı. Yanındaki Er Murat fısıldadı: “Komutan haklı… Bu sessizlik bana iyi gelmiyor.” Kerem kısa bir tebessümle karşılık verdi: “Bazen en tehlikeli an, sessizliğin ortasındadır kardeşim.” O sırada ufukta küçük ışık parlamaları belirdi. Sanki yıldız kayıyordu ama ardından gelen uğultu gerçeği ortaya çıkardı. Havada ilerleyen havan mermileri birkaç saniye sonra siperlerin arkasına düştü. Yer gök sallandı. “İstihkâmlara sıkışmayın! Dağılıp mevzi alın!” diye bağırdı Asım Yüzbaşı. Askerler, patlamaların arasından sürünerek yeni siperlere geçti. Toprak üzerlerine yağıyor, kulakları çınlatan gürültü karanlığın içinde yankılanıyordu. Ama kimse geri çekilmeyi düşünmüyordu. O an telsizden bir ses geldi. Gürültünün içinde zar zor seçilebiliyordu: “Takviye yola çıktı! Otuz dakikaya sizde olacaklar. Dayanın!” Asım Yüzbaşı kaşlarını çattı. Otuz dakika… Bu, bir ömür gibi uzun bir zamandı. Ama o, askerlerine güveniyordu. Başını kaldırdı, yüksek sesle konuştu: “Otuz dakika dediler. Biz o zamana kadar burayı bırakmayacağız! Burası bizim mevziimiz, burası bizim toprağımız! Herkes yerini koruyacak!” Bir anda moral yeniden yükseldi. Askerler, birbirlerinin omuzlarına dokunarak sessizce güç verdiler. Hastanede ise aynı dakikalarda Cem’in kalbi monitörde hâlâ hızlı atıyordu. Elif, başucunda oturmuş, gözlerini ondan ayırmıyordu. Doktorlar çıkınca odada yalnız kalmıştı. Cem’in parmakları hafifçe hareket etti, sonra kısık bir sesle mırıldandı: “Asım… Yüzbaşı…” Elif’in kalbine bir bıçak gibi saplandı bu söz. O an anladı ki Cem’in zihni hâlâ savaş alanındaydı. Onun için cephe bitmemişti. Gözyaşlarını silip eğildi, fısıldadı: “Dayan Cem… Senin için de, onlar için de dua ediyorum.” Cem’in göz kapakları titredi, dudakları aralandı: “Yalnız bırakmayın… Dayanacağız…” Elif’in yüreği daha da sıkıştı. O anda dışarıdan gelen ambulans sirenleri hastane bahçesinde yankılandı. Yaralı askerler getiriliyordu. Elif pencereye koştu, sedyelere taşınan kanlı üniformaları görünce nefesi kesildi. Her birinde, Cem’in yüzünü görüyormuş gibi hissediyordu. Siperlerde çatışma yeniden başlamıştı. Düşman, havan saldırısının ardından ani bir baskınla ilerlemeye çalışıyordu. Silah sesleri, çığlıklar, patlamalar geceyi bir kez daha cehenneme çevirdi. Onbaşı Kerem, yanındaki Murat’a bağırdı: “Mermiyi bana ver, çabuk!” Murat çantasını açıp şarjörü uzattı. Kerem seri bir hareketle değiştirdi, sonra doğrulup ateşe başladı. Gözleri karanlığa kilitlenmişti, her hedefi tek tek seçiyordu. Asım Yüzbaşı, mevzinin en önünde, askerlerin moralini ayakta tutmaya çalışıyordu. Omzundan bir şarapnel parçası sıyırıp geçti ama o hiç istifini bozmadı. Yere çöktü, kanayan yerini sardı ve telsizi kavradı. “Burada Asım Yüzbaşı. Temas yoğun, ama direniyoruz. Takviyeyi hızlandırın!” Telsizden sadece kısa bir cevap geldi: “Anlaşıldı.” Toprak, gökyüzü, nefesler… Her şey savaşın ritmine uymuştu. Ama askerler için tek bir gerçek vardı: Burayı kaybetmek yoktu. Ve gecenin o en koyu anında, herkes kalbinde aynı duası ediyordu: “Allah’ım, bizi yalnız bırakma…” Gökyüzü, arka arkaya düşen havanlarla aydınlanıyordu. Her patlamada siperler sallanıyor, askerler toprağa daha çok gömülüyordu. Nefes almak bile güçleşmişti; barut dumanı ciğerlere doluyor, kulaklarda sürekli bir uğultu çınlıyordu. Kerem, alnındaki terle karışmış kanı eliyle sildi. Yanında Murat’ın nefes nefese kalışını duyabiliyordu. “Sakın panik yapma!” diye bağırdı. “Biz buradayız, yan yanayız!” O sırada düşman, sağ kanattan yoğun bir ateş açtı. Kurşunlar taşlara çarparak kıvılcımlar saçıyordu. Asım Yüzbaşı hemen yön değiştirdi. “Sağ kanat, yoğun ateşle karşılık ver! Onların ilerlemesine izin vermeyin!” Bir grup asker mevzilerinden doğruldu, makineli tüfekleri geceyi taradı. Mermilerin sesi dağlarda yankılandı. Düşman geri çekilir gibi yaptı ama birkaç kişi hâlâ ilerliyordu. Asım Yüzbaşı gözünü kırpmadan ateşe devam etti. Omzundaki yara sızlıyor ama o hiç belli etmiyordu. “Komutan düşerse tim düşer” sözünü biliyor, askerlerinin gözünün içine bakarak dimdik duruyordu. Aynı dakikalarda Cem yoğun bakımda, bilincin eşiğinde kıvranıyordu. Göz kapaklarının ardında, savaş alanının hayaletleri canlanmıştı. Karanlık bir tünelin içinde koşuyordu. Uzakta silah sesleri, patlamalar… Arkadaşlarının çığlıkları kulaklarını dolduruyordu. Birden karşısında Asım Yüzbaşı belirdi. “Çabuk Cem! Onları yalnız bırakma!” Cem koşmaya çalıştı ama ayakları ağırdı. Bir adım atıyor, sanki çamura saplanıyordu. Tam nefes nefese kalmışken Kerem’in sesi yankılandı: “Komutanım! Dayanamıyoruz!” Cem göğsünü yumrukladı. “Geliyorum!” diye bağırdı. Ama sesi çıkmıyordu. Nefesi kesiliyor, gözleri kararıyordu. Elif onun başucunda ağlayarak, “Dayan Cem, buradasın, savaştasın değil!” diye fısıldıyordu. Ama Cem’in zihni çoktan cepheye dönmüştü. Siperlerde ise zaman adeta donmuştu. Dakikalar, saatler gibi geçiyordu. Takviye hâlâ gelmemişti. Düşmanın ikinci dalgası başlamıştı. El bombaları göğe yükseliyor, patlayarak parçalarını etrafa saçıyordu. Onbaşı Kerem, kaskını kaybetmişti. Saçlarına taş parçaları ve toprak yapışmıştı ama hâlâ ateş etmeyi bırakmıyordu. Yanındaki Murat’a baktı, “Buradan sağ çıkarsak, sana söz veriyorum, ilk izinde memleketine götüreceğim. Bir günlüğüne bile olsa!” dedi. Murat’ın gözleri doldu. “Komutanım… Daha bitmedi. Sözünü sonra tutarsın. Şimdi savaşma zamanı.” Asım Yüzbaşı, onları duydu. İçinden bir gurur dalgası geçti. Genç askerler korkuyordu ama korkunun üstüne yürüyebiliyorlardı. İşte gerçek cesaret buydu. Cem’in rüyasında gökyüzü birden kızıl renge büründü. Önünde yere düşen yaralı bir asker vardı. Koştu, dizlerinin üzerine çöktü. Yaralının yüzüne baktığında donakaldı: Bu, kendisiydi. Kendi yüzüne bakarken içini buz gibi bir korku kapladı. “Ben… ölürsem onlar ne yapacak?” O anda rüya içinden bir ses yükseldi. Asım Yüzbaşı’nın gür sesi gibiydi: “Ya hep beraber, ya hiç! Ayağa kalk Cem, ayağa kalk!” Cem’in elleri titredi. Kalbi hızlandı, monitör alarmları çalmaya başladı. Elif panikle doktoru çağırmak için ayağa fırladı. Ama Cem’in dudakları kıpırdadı. Çıkan kelime çok netti: “Vazgeçmek yok.” Cephede takviye kuvvetlerin ışıkları uzakta göründü. Askerlerin içine yeniden bir ateş düştü. “Takviye geliyor!” diye bağırdı Kerem. Sesleri patlamaların içinde yankılandı. Ama Asım Yüzbaşı hemen uyardı: “Daha değil! Takviye gelene kadar biz buradayız. Herkes mevzisinde kalacak. Şimdi bırakmayacağız!” Ve tim, yeniden barikat kurarak ateşe başladı. Gece, savaşın en kanlı saatlerinden birine şahit oluyordu. Hastanede ise Cem, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide, bilinçaltında hâlâ savaşıyordu. Ama bir gerçek vardı: Cephede de, hastanede de kimse vazgeçmiyordu. Ve sabahın ilk ışıkları, sadece yeni bir gün değil; aynı zamanda yeni kayıplar, yeni umutlar ve yeni sınavlar getirecekti.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD