BÖLÜM 21- GÜNEŞSİZ SABAH

1041 Words
Sabahın ilk ışıkları, dağların ardında güçlükle doğuyordu. Ama bu ışık, yeni bir günün umudu değil, geceden kalan karanlığın yarattığı yorgunluğun üstüne düşen solgun bir perdeden ibaretti. Siperlerin içi hâlâ duman kokuyordu. Toprağın üzerinde barut, kan ve yanık kokusu birbirine karışmıştı. Cem, sırtını siperin soğuk duvarına yaslamış, derin derin nefes alıyordu. Omzundaki sargıdan hâlâ kan sızıyordu ama umursamıyordu. Gözleri yerde yatmakta olan askerlerin üzerinde geziniyordu. Hepsi gece boyunca yan yana savaşmıştı, kimisi hayatta kalmıştı, kimisi sessizce gitmişti. Asım Yüzbaşı, ayağa kalktı. Üzerindeki üniforma paramparça olmuş, yüzüne barut izi sinmişti. Timin önünde dikilirken sesi hem yorgun hem de sertti: “Geceyi atlattık. Ama bedelini ödedik. Kaybettiklerimizin hesabını unutmayacağız. Şimdi toparlanma zamanı. Hepiniz, ölen arkadaşlarınızın omuzlarından kalkıyorsunuz. Onların mücadelesini yarıda bırakamayız.” Sözleri, siperlerde yankılandı. Herkes başını eğdi. Sessizlik, savaşın en ağır anıydı; çünkü kurşun sesinden çok, arkadaşlarının eksikliği insanın kalbine işliyordu. Elif, güvenli bölgenin köşesinde yaralılarla ilgileniyordu. Gözleri kan çanağına dönmüş, elleri titremekten sanki donmuş gibiydi. Ama durmadı. Her pansuman, her sargı onun için bir dua gibiydi. Cem yanına yaklaştı. Göz göze geldiklerinde Elif’in gözlerinden süzülen yaşları gördü. “Onları kurtaramadık…” dedi Elif, sesi titreyerek. Cem başını salladı. “Biz elimizden geleni yaptık. Bazen savaş, en çok kalbimizi vuruyor. Ama senin burada olman… pek çok askerin nefesini hayatta tuttu.” Elif, onun bu sözleriyle kısa bir anlığına derin nefes aldı. Ama ardından uzakta, beyaz bir çarşafa sarılı cesetler gözünün önüne geldi. Kalbi sıkıştı. “Cem… ben bu kadarını kaldırabilecek miyim bilmiyorum.” Cem onun elini tuttu, parmaklarını sımsıkı kavradı. “Sen çoktan kaldırdın, Elif. Bu gece senin cesaretin olmasaydı, kayıplarımız çok daha fazla olurdu.” Bir süre sessizce el ele kaldılar. Çatışmanın uğultusu yavaş yavaş yerini kuş seslerine bırakıyordu. Ama bu sabahın kuşları bile sessiz, ürkekti. Ömer Çavuş yanlarına yaklaştı. “Komutan, haber var,” dedi Cem’e bakarak. “Düşman gece geri çekilmiş. Ama iz bıraktılar. Onlar da ağır kayıp vermiş.” Cem derin bir nefes aldı. O an anladı ki, bu savaş sadece mermiyle değil, sabırla da kazanılacaktı. Asım Yüzbaşı herkesi topladı, siperlerin içindeki sessizliği bozdu. “Şimdi yas zamanı değil. Yaralılarımızı güvenli noktaya taşıyacağız. Ölülerimizi de bayrakla uğurlayacağız. Bu bizim borcumuz.” Askerler bir bir yerlerinden kalktı. Kimi omzundan yaralı, kimi dizinde sargı vardı. Ama hepsi aynı kararlılıkla ilerledi. Bayrağa sarılı tabutlar hazırlanırken, güneş nihayet dağın üzerinden yüzünü gösterdi. Elif, o an gözyaşlarını saklamadı. Güneş, şehitlerin üzerine doğuyordu. Cem ise elini kalbine götürerek içinden sessizce mırıldandı: “Söz veriyorum… bu savaş boşuna olmayacak.” Ve o sabah, tim için yeni bir sayfa açılıyordu. Umut kırık, kalpler yorgun ama inanç hâlâ dimdikti. Siperlerin üzerindeki gökyüzü artık griye dönmüş, puslu sabah ışığı toprağın üzerinde geziniyordu. Askerler, gece boyu çarpıştıkları o toprak parçasına bakarken hem gurur hem de hüzün hissediyorlardı. Çünkü o toprak, sevdiklerini alıp götürmüştü ama aynı zamanda geride kalanlara yaşama sebebi olmuştu. Bayrakla sarılan tabutlar, siperlerin hemen gerisindeki küçük düzlüğe taşındı. Her birini taşırken askerlerin yüzlerinde tarifsiz bir sessizlik vardı. Kimse ağlamıyordu; gözlerinden yaşlar aksa bile ses çıkmıyordu. Çünkü bu sessizlik, şehitlere duydukları saygının en saf hâliydi. Asım Yüzbaşı, ön safta dikildi. Üzerindeki yırtık üniforma, yüzündeki kan lekesi, gecenin ağırlığını taşıyan gözleriyle konuşmaya başladı: “Bugün, yanımızdan üç yiğidi uğurluyoruz. Onlar bu toprakları savunurken gözlerini kırpmadan şehit oldular. Bizim omuzlarımızdaki sorumluluk artık daha da ağır. Onların bıraktığı emaneti taşımak, bizim boynumuzun borcu.” Sözleri rüzgârın uğultusuna karıştı. Bir an herkesin boğazı düğümlendi. Cem, tabutlardan birinin başında dimdik duruyordu. Elif, biraz gerideydi; kalemi yoktu, kamerası çalışmıyordu, ama kalbine kazıyordu her anı. Askerler hep birlikte silahlarını kaldırıp saygı atışı yaptığında gökyüzü bir an yankılandı. Kuşlar ürkerek havalandı. Elif’in gözleri doldu. Çektiği bütün görüntüler arasında bu sahnenin en derini, en yakıcı olanı olacağını biliyordu. Cem, tabutların yanına diz çöküp başını eğdi. Dudaklarından kısık bir dua döküldü. Elif, onun omuzlarının titrediğini fark etti. O güçlü, soğukkanlı görünen yüzün ardında, Cem’in kalbinin nasıl yandığını o an anladı. Tören bittiğinde askerler sessizce mevzilerine dağıldı. Ama siperlerin içindeki atmosfer değişmişti. Gece yaşanan kayıplar, onları daha da birbirine kenetlemişti. Artık herkes sadece emirle değil, birbirleri için de savaşmaya hazırdı. Elif, Cem’in yanına yaklaştı. Sesi yumuşak ama kararlıydı: “Bunu yazacağım Cem. Onların isimlerini, kahramanlıklarını… Hiçbirini unutturmayacağım. Bu, senin savaşın kadar benim de görevim.” Cem ona baktı, gözlerinde minnetle karışık bir parıltı vardı. “Onların hikâyesini kaleme alırsan… işte o zaman gerçekten ölmemiş olacaklar.” O anda ikisi arasında sessiz bir yemin edilmiş gibiydi. Ve günün geri kalanında, çatışmalar yeniden başlayacak olsa da, timin kalbinde bir ateş yanıyordu: Umut ateşi. Cem’in yorgun bakışları, Elif’in yüzünde bir anlık huzur arıyordu. Çatışmaların arasında, siperlerin ardında geçen günler artık onları insanüstü bir sabra zorlamıştı. Elif, ellerini titreyen not defterinin üzerinde gezdirirken, Cem yanına yaklaşarak kısık sesle, “Yorgunsun… bu kadarını taşımak kolay değil,” dedi. Elif başını kaldırdı, göz göze geldiler. O anda savaşın uğultusu uzaklaştı sanki. “Belki de bu yüzden buradayım,” diye fısıldadı Elif. “Gerçekleri kaydetmek için… ama bazen düşünüyorum da, ya bu gerçekler bizi de tüketiyorsa?” Cem, tüfeğini dizine yaslayıp onun yanına oturdu. Yüzünde sert bir ifade vardı ama gözlerinde saklı bir yumuşaklık belirmişti. “Bizi tüketse de… yaşananları yazman, gördüklerini paylaşman gerek. Belki yarın biz burada olmayacağız, ama senin kalemin kalacak.” Bir anlık sessizlik çöktü. Elif derin bir nefes alıp başını Cem’in omzuna yasladı. İkisinin de kalpleri hızla atıyordu; bu kadar ölüm ve kaosun içinde bile insanın kalbine sızan bir sıcaklık vardı. Uzaklarda yeniden silah sesleri patladı. Cem refleksle doğruldu, bakışlarını karanlığa dikti. “Gitmeliyiz,” dedi. Ama Elif’in parmakları onun bileğini yakaladı, kısa bir an daha bırakmak istemezcesine. O an, savaşın ortasında bile insanca kalabilmenin ne demek olduğunu ikisi de derinden hissetti. Cem, Elif’in bileğini kavrayan o narin dokunuşu hissettiğinde, içinde yıllardır unuttuğu bir sıcaklık uyandı. Savaşın acımasız gerçekliği, patlayan mermiler, yıkılan binalar, kan ve toz bulutu… hepsi bir anlığına arka planda kaldı. Elif’in gözlerinde gördüğü şey, hâlâ umut olduğunun kanıtıydı. “Söz ver bana,” dedi Cem kısık bir sesle, “ne olursa olsun hayatta kalacaksın. Benim için değil, gerçeğin kaybolmaması için.” Elif’in dudakları titredi, ama gözlerinde kararlı bir ışık vardı.Elif, Cem’in sözlerinden sonra derin bir nefes aldı. Kalbinin çarpıntısı hızlanmıştı, ama bu korkudan çok yaşama tutunma arzusuydu. “Benim görevim gerçeği yazmak, seninki korumak… İkimiz de kendi yolumuzda savaş veriyoruz,” dedi. Gözleri bir an Cem’in gözlerinde kilitlendi; sanki tüm savaş, tüm gürültü susmuş da yalnızca ikisinin kalp atışları duyuluyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD