Kurşunların uğultusu ormanı delip geçiyordu. Ağaç gövdelerine saplanan mermiler, kabukları paramparça ederken çam iğneleri havada savruluyordu. Her şey saniyeler içinde olmuştu; sessizlik bir anda cehenneme dönüşmüştü.
Asım Yüzbaşı, siper aldığı kayadan başını çıkarıp hızlıca düşman mevzilerini taradı. Ellerindeki silahın tetiğini çektiğinde, namlu ateş kusar gibi parladı.
“Geri çekilmek yok! Konumunuzu koruyun!” diye bağırdı.
Çavuş Murat, yanındaki makineli tüfeği kurup seri atışa geçti. Mermilerin sesi geceyi dolduruyor, düşmanı bir anlığına geri püskürtüyordu. Ancak karşı tarafın da hazırlıklı olduğu belliydi. Düşman, tam teşekküllü ve disiplinli bir ekiple gelmişti.
Elif, Cem’in başında çömelmişti. Etrafında kurşunlar uçuşurken nefesini tutuyor, sanki tek hareketi bile gökyüzünü yere indirecekmiş gibi hissediyordu. Cem’in alnından soğuk terler süzülüyordu.
“Elif…” diye mırıldandı, gözlerini zorla aralayarak.
“Dayan, lütfen dayan,” dedi Elif, sesi titrek ama kararlıydı. Ellerini daha sıkı bastırdı, kanamayı durdurmaya çalışıyordu.
O sırada bir patlama oldu. Düşman roketlerinden biri, biraz ilerdeki ağacı paramparça etti. Toprak havaya savruldu, dal parçaları sağa sola saçıldı. Elif’in kulakları uğuldadı, gözleri bir an için karardı.
Asım Yüzbaşı, telsizi omzuna bastırdı:
“Kartal Bir, burası Asım. Acil destek talep ediyoruz. Bölge yoğun ateş altında!”
Telsizden cızırtılı bir ses geldi:
“Asım, dayanmanız gerek. Hava desteği en az yirmi dakika uzağınızda.”
Yirmi dakika… Askeri bir çatışmada sonsuz gibi gelen bir süre.
“Anlaşıldı,” dedi Asım, dişlerini sıkarak. Sonra yanındaki askerlere baktı.
“Çocuklar, burada kalırsak yok oluruz. Onları dar geçide çekmemiz gerek. Orası bizim avantajımız!”
Plan açıktı: düşmanı kontrolsüz bir şekilde dar boğaza sürmek, orada sıkıştırıp etkisiz hale getirmek.
Murat, ateşin arasından bağırdı:
“Komutanım, bizi oraya kadar götürmek kolay olmayacak!”
Asım’ın gözleri kararlıydı.
“Kolayını kim söyledi Çavuş? Biz buradayız çünkü kolay olmadığı için!”
Bir işaretle üç asker sağ kanattan, ikisi sol kanattan hareketlendi. Ateş altında sürünerek ilerliyor, sis bombalarıyla düşmanın görüşünü kesmeye çalışıyorlardı. Orman, gri bir duman perdesine bürünmüştü.
Elif, hâlâ Cem’in yanında kalmıştı. Duman ciğerlerine doluyor, boğazını yakıyordu. Ama yerinden kıpırdamadı. Çatışmanın tam ortasında olmasına rağmen, Cem’i bırakmak aklının ucundan bile geçmiyordu.
Bir an, sisin içinden bir düşman silueti belirdi. Elif’in gözleri korkuyla açıldı. Adam, namlusunu doğrultmuştu. Tam o sırada bir kurşun ıslığı duyuldu ve düşman yere yığıldı. Elif başını çevirdiğinde, Asım Yüzbaşı’nın ona bakıp hafifçe başını salladığını gördü.
“Yanından ayrılma,” dedi sert bir sesle. Sonra yeniden ateşe döndü.
Dakikalar birbirini kovaladı. Her şey, sanki saatler süren bir hayatta kalma savaşına dönüşmüştü.
Sonunda Asım, askerlerine bağırdı:
“Şimdi! Geri çekil, dar geçide doğru!”
Birlik, kontrollü şekilde geri çekilmeye başladı. Düşman da onları takip ediyordu; tam istedikleri gibi…
Elif, Cem’i sırtlayacak güce sahip değildi ama iki asker yardıma geldi. Onu dikkatlice kaldırıp taşırken Elif yanlarından ayrılmadı. Her adımda gökyüzü, silah sesleriyle yankılanıyordu.
Gece, hiç olmadığı kadar uzun ve ölümcül bir sınava dönüşmüştü.
Düşman, sisin içinde yönünü kaybetmiş gibi görünse de, peşlerini bırakmaya niyetli değildi. Göz göze çatışmalarda her iki taraf da kayıp veriyor, ormanın içine karışan çığlıklar ve silah sesleri geceyi boğuyordu.
Dar boğaz göründüğünde Asım Yüzbaşı’nın yüzündeki sert ifade biraz olsun yumuşadı. İşte planın kilit noktası burasıydı. Askerler hızla mevzilere dağıldı; biri makineli tüfeği kayalara sabitledi, diğeri el bombalarını hazırladı. Elif ve Cem güvenli sayılabilecek bir kayanın arkasına alındı.
“Burası son şansımız,” dedi Asım, askerlerine göz gezdirerek. “Onlar bu dar geçide girdiği an avantaj bizde olacak. Hepiniz hazır olun.”
Dakikalar geçmek bilmedi. Sonunda, ağaçların arasından ayak sesleri duyuldu. Düşman karaltıları sisin içinden çıkarak dar geçide ilerlemeye başladı. Tam o anda Asım işareti verdi.
Kayaların üzerinden kurşun yağmuru başladı. Bombalar peş peşe patladı, dar geçit bir cehenneme döndü. Düşman panikle sağa sola koşarken, Asım’ın birliği disiplinli bir şekilde ateşi yönlendiriyordu.
Elif, tüm olanları donmuş gözlerle izliyordu. Yaşadığı her saniye, savaş muhabiri olarak bugüne kadar gördüğü tüm çatışmalardan daha ağırdı. Bu kez yalnızca izleyen değil, doğrudan hedefin içindeydi. Kalemiyle değil, hayatıyla sınanıyordu.
Düşman geri çekilmeye başladığında orman sessizliğe gömüldü. Yalnızca ağır nefesler, yanık barut kokusu ve yaralıların iniltileri kalmıştı.
Asım Yüzbaşı telsizi kaldırdı:
“Asım’dan Kartal Bir’e… Bölge temiz. Destek geldiğinde yaralı tahliyesine başlayacağız.”
Sonra Elif’e döndü.
“Senin burada olman hâlâ inanılır gibi değil,” dedi, başını hafifçe iki yana sallayarak. “Ama şunu bil; biraz önce sadece haber değil, hayat yazdın.”
Elif cevap veremedi. Gözleri Cem’in yüzünde, zihni savaşın yıkıcı yankılarıyla doluydu.
Çatışmanın ardından gece sessizliğe gömülse de herkesin kulaklarında kurşun sesleri çınlıyordu. Askerler mevzilerden çıkıp hızla alanı kontrol etmeye başladı. Yaralı olan iki er, sedyelere alınarak güvenli noktaya taşındı.
Cem hâlâ güçsüzdü ama gözleri açıktı. Elif onun yanına diz çöktü, elini tutarak fısıldadı:
“Bitti… Şimdilik güvendeyiz.”
Cem yorgun bir tebessümle karşılık verdi. Dudaklarından zor çıkan kelimeyle, “Sen varsın ya… o bana yeter,” dedi.
Asım Yüzbaşı yanlarına geldi, yüzünde hem yorgun hem gururlu bir ifade vardı.
“Geçidi tuttuk ama bu sadece bir başlangıç. Düşman bu kadar kolay pes etmez. Hazırlıklı olmalıyız.”
Elif başını kaldırdı, gözlerinde hem korku hem de kararlılık vardı.
“Ben de buradayım. Haberci olarak değil… yanınızda duran biri olarak.”
Yüzbaşı kısa bir bakışla ona karşılık verdi. “O zaman gözlerini dört aç. Bu savaşın gölgesi daha yeni düşüyor üzerimize.”
Rüzgâr, ormandan soğuk bir uğultu taşıdı. Sanki yaklaşmakta olan fırtınanın habercisiydi.
Geceyi delen sessizlik, sadece uzaklardan gelen tek tük silah sesleriyle bozuluyordu. Tim, yeniden mevzilenmiş, pusuda bekliyordu. Herkesin yüzünde aynı yorgunluk, aynı inat vardı.
Elif, Cem’in elini bırakmadı. Onun bakışlarında bir anlığına da olsa huzur buldu. Ama içindeki fırtına dinmiyordu; biliyordu ki yarın yeni bir çatışma, yeni bir kayıp ihtimali demekti.
Asım Yüzbaşı telsizi sıktı, gelen emri dinledi. Kaşları çatıldı. Ardından sessizce timine baktı:
“Üstten teyit geldi. Burası daha sıcak olacak. Hepiniz hazır olun.”
O an, karanlığın içinde saklı bir tehlike daha yaklaşıyor gibiydi. Ve herkes, bu savaşın asıl perdesinin daha açılmadığını hissediyordu.
Nöbet kulübesinin önünde ateşin hafif çıtırtısı duyuluyordu. Askerlerden biri elindeki çayı yudumlarken sessizce mırıldandı:
“Komutanım… Bu sessizlik bana hiç iyi gelmiyor.”
Asım Yüzbaşı gözlerini ufka dikti. Gece karanlığı, sanki içine saklanmış düşmanı gizliyordu.
“Doğru hissediyorsun,” dedi alçak bir sesle. “Böylesi sessizlikten sonra fırtına kopar.”
Cem, yatağında gözlerini kapamıştı ama kulakları hâlâ her sesi ayırt edebiliyordu. Elif’in elini daha sıkı tuttu. O an içinden geçen tek şey şuydu:
“Ben iyileşmeliyim… Çünkü bu savaş sadece benim değil, onun da savaşı.”
Ve uzaklardan gelen tek bir patlama, o gece herkesin içindeki gerçeği hatırlattı: Bu topraklarda huzur bir anlıktı, mücadele ise hiç bitmiyordu.