Sabah, ormanın üzerine gri bir sessizlikle doğdu. Yağmur durmuştu ama toprak hâlâ nemliydi; rüzgâr, yanık barutun kokusunu taşımaya devam ediyordu.
Cem, yavaşça doğrulduğunda kolundaki sargı hâlâ tazeydi. Elif hemen yanındaydı; göz altları morarmış, uykusuz gecenin izleri yüzüne kazınmıştı.
Serdar, telsiziyle uğraşırken kısa bir sinyal sesi duyuldu. Parazitli, cızırtılı bir ses ama netti:
> “Tüm birimler… hayatta kalanlar merkeze dönsün. Operasyon sonlandırıldı.”
Elif’in kalbi bir anlığına durdu. “Operasyon sonlandırıldı mı?”
Cem, gözlerini uzaklara dikti. “Yani bu… savaş bitti.”
Ama sesinde huzur değil, belirsizlik vardı. Çünkü savaş bitmişti ama onların hikâyesi yeni başlıyordu.
Serdar telsizi indirdi. “Yakında bir kurtarma ekibi gönderilir. Burada kalmamız daha güvenli.”
Elif başını salladı. “Peki ya sen?”
Cem gözlerini ona çevirdi. “Ben… döneceğim.”
Elif’in nefesi kesildi. “Ne demek dönmek? Daha yeni kurtulduk oradan!”
Cem elini alnına götürüp derin bir nefes aldı. “Benim yüzümden insanlar öldü Elif. Bu savaş bitti ama hesabım bitmedi. Merkez beni çağırırsa, gitmek zorundayım.”
Elif’in gözleri doldu. “Savaş değil bu, intihar! Artık senin de hakkın var yaşamak, sevdiğin birini seçmek, korkmadan nefes almak…”
Cem sessiz kaldı, sadece elini onun eline koydu. “Ben seni seçtim zaten. Ama bazen, insan sevdiklerini korumak için gitmek zorundadır.”
Elif, hıçkırıklarını tutarak ayağa kalktı.
“Seninle yaşamak istiyorum, savaşla değil! Her defasında gitmeni izlemekten yoruldum Cem.”
Cem ayağa kalktı, bir adım attı. “Ben de yoruldum, Elif. Ama geçmiş, peşimi bırakmıyor.”
Aralarındaki mesafe, kelimelerden daha keskin bir duvar gibiydi.
Serdar sessizce uzaklaştı, onlara zaman tanımak istercesine.
Elif başını eğdi, fısıldar gibi konuştu:
“Eğer gidersen… belki bir daha dönemezsin.”
Cem yaklaşıp elini onun saçına uzattı. Parmakları arasında birkaç ıslak tutam kaldı.
“O zaman beni kalbinde tut. Çünkü bazen dönmek değil, hatırlanmak yeterlidir.”
Elif’in gözlerinden yaşlar süzülürken, Cem başını eğdi. Dudakları onun alnına değdi.
Sessizlik, bir veda kadar ağırdı.
Ama o anda, uzaktan helikopter sesi duyuldu. Gökyüzünde bir gölge, ardından toz bulutu.
Serdar bağırdı: “Kurtarma geldi! Hazırlanın!”
Elif’in kalbi hızla çarptı. Cem’e baktı, gözlerinde hem umut hem korku vardı.
Cem sadece gülümsedi. “Geri dönüyoruz. Ama bu, sonumuz değil.”
Helikopterin pervaneleri rüzgârı dalgalandırırken Elif son kez ormana baktı.
Yaşadıkları her an, her yara, her söz o toprağa kazınmıştı.
Ve o anda içinden bir söz geçti:
> “Eğer kader bizi ayıracaksa, o zaman kaderi yeniden yazacağım.”
Helikopter yükseldiğinde, gökyüzü gri değil, umutla doluydu.
Ama Elif’in kalbinde biliyordu: Bazı savaşlar bitse bile, aşkın savaşı yeni başlıyordu.
Helikopterin içi, metalik bir sessizlikle doluydu.
Rotorların sesi kulakları sağır edercesine uğulduyordu ama Elif’in içinde bundan daha gürültülü bir şey vardı: söylenmemiş cümleler.
Cem, karşısındaki koltukta oturuyordu; başı hafif eğik, kolundaki bandaj sızının altında titriyordu.
Elif’in gözleri ondan bir an bile ayrılmadı. Sanki her nefesinde, her bakışında onu son kez izliyormuş gibi.
Serdar, sessizce telsizle iletişimi sürdürüyordu.
“Merkeze yaklaşmamıza on beş dakika kaldı,” dedi, kulaklığını düzeltirken.
Cem başını kaldırmadan sadece, “Anlaşıldı,” diye karşılık verdi.
Helikopterin küçük penceresinden bakınca, aşağıda orman sonsuza uzanıyor gibiydi. O karanlık, o yağmur, o geceler... Hepsi birden akıp gidiyordu.
Elif’in aklından bir soru geçiyordu sürekli:
> “Biz oradan sağ çıktık ama birbirimizden çıkabilecek miyiz?”
Cem’in yüzü ifadesizdi. Ama gözleri, bir savaşçının değil; içinde bir fırtına kopan bir adamın gözleriydi.
Kendini susturmak zorundaydı. Çünkü bir kez konuşursa, geri dönemezdi.
Sadece bir kez onun adını fısıldasa, bütün duvarları yıkılırdı.
Helikopter yere indiğinde, etraf gri bir betonla çevriliydi. Soğuk, keskin bir sessizlik hâkimdi.
Karargâhın ışıkları titrek yanıyordu.
Bir subay onlara doğru yaklaştı. “Binbaşı Cem Aksoy. Komutan sizi derhal görmek istiyor.”
Cem başını salladı. “Anlaşıldı.”
Elif bir adım attı. “Ben de geliyorum.”
Subay kaşlarını çattı. “Sivil personel içeri alınamaz.”
Cem araya girdi. “O benimle geldi. Benim sorumluluğumda.”
Subay tereddüt etti, sonra geri çekildi. “Peki efendim, ama içeride sizi yalnız almak zorundayız.”
Elif’in kalbi sıkıştı.
Cem ona döndü, bir an sustu, sonra sadece “Bekle.” dedi.
Bir kelimeydi ama bin duygu taşıyordu.
Elif başını eğdi, içinden “Bekleyeceğim.” dedi sessizce.
Cem ağır adımlarla binaya girdi.
Kapı kapandığında, Elif’in içindeki boşluk büyüdü.
---
Saatler geçti.
Gecenin ilerleyen vakitlerinde karargâh sessizleşti. Görevliler azalmış, ışıklar kısılmıştı.
Elif oturduğu yerde ellerini birbirine kenetlemiş, gözlerini kapıya dikmişti.
Ne zaman bir gölge geçse, kalbi hızla çarpıyor ama gelen hep bir başkası oluyordu.
Sonunda Serdar yanına geldi.
“Elif, dinlenmen gerek. Komutanlık sorgusu sabaha kadar sürebilir.”
Elif başını iki yana salladı. “Bekleyeceğim. O dönecek.”
Serdar, yorgun bir gülümsemeyle başını eğdi. “Senin bu inancını keşke herkes taşısa.”
---
Cem, komutanın karşısında dimdik duruyordu.
Odasında sadece bir masa, iki sandalye ve loş bir ışık vardı.
Komutan dosyalara baktı, sonra gözlüğünü çıkarıp başını kaldırdı.
“Binbaşı, operasyon başarısız oldu. Ama siz ve ekibiniz hayatta kaldınız. Neden?”
Cem gözlerini kısmadan yanıtladı:
“Emirleri yerine getirdim. Ancak hedef bölgedeki direniş beklenenden güçlüydü.”
Komutan dosyayı masaya koydu. “Bu kadar basit değil. Kayıtlarda sivil bir kadın var. Kim o?”
Cem sessiz kaldı.
Komutan sesini yükseltti. “Sivil bir kadını savaş bölgesine neden aldınız, Binbaşı?”
Cem gözlerini kaldırdı, hiç kımıldamadan. “O, bir hedef değil. Bir neden.”
Komutan kaşlarını çattı. “Anlamadım.”
“Hayatta kalmamı sağlayan neden,” dedi Cem. “Bazen emirler insanı yaşatmaz, insanlar yaşatır.”
Odayı bir süre sessizlik kapladı.
Komutan derin bir nefes aldı. “Resmî raporda o kadının varlığını görmeyeceğim. Anlaşıldı mı?”
Cem başını eğdi. “Emredersiniz.”
Ama içinden fısıldadı:
> “Ben onu bir raporla değil, kalbimle saklarım.”
---
Sabahın ilk ışıkları ufuktan yükselirken Cem, odaya geri döndü.
Elif uyumamıştı. Gözleri şişmiş, ama hâlâ aynı umutla bakıyordu.
Cem kapıda durdu, bir süre sadece onu izledi.
Sonra sessizce yanına oturdu.
“Elif…”
Elif başını kaldırdı. “Ne dediler?”
“Operasyon bitti. Ama görevim bitmedi.”
Elif nefesini tuttu. “Yine mi gideceksin?”
Cem yavaşça başını salladı. “Bu sefer gitmem gerek. Çünkü gitmezsem, seni de tehlikeye atarım.”
Elif ayağa kalktı, ellerini yumruk yaptı. “Ne tehlikesi? Her şey bitti demedin mi?”
Cem başını eğdi. “Savaş bitse de, içimdeki düşman hâlâ yaşıyor.”
Bir adım attı ona doğru.
“Elif, seni buradan götürmek isterdim. Ama beni bulurlar. Seni bulurlar. O yüzden…”
Elif bir anda onun göğsüne yaslandı, gözyaşlarıyla konuştu:
“Ben senden kaçmam. Eğer tehlike varsa, seninle olurum. Savaş varsa, yanında dururum. Yeter ki bir daha arkanı dönme.”
Cem, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı.
Ellerini onun yüzüne koydu. “Keşke bu dünya senin kadar cesur olsaydı.”
Elif başını kaldırdı, gözlerinin içinde fırtınalar vardı.
“O zaman sen de bu dünyanın kurallarına göre değil, kalbine göre yaşa.”
Cem’in bakışları bir anlığına yumuşadı.
Sonra eğilip, dudaklarını onun dudaklarına değdirdi.
Bu öpücük, bir veda değil; bir söz gibiydi.
> “Ne olursa olsun, seni bulacağım.”
---
Güneş tam doğarken, Cem kamyonetin arkasına atladı.
Serdar direksiyondaydı.
Elif uzaktan onları izliyordu.
Kamyonet uzaklaşırken Cem, son kez arkasına baktı.
Elif’in silueti, yükselen ışıkta bir umut gibi parlıyordu.
O an Cem kendi kendine fısıldadı:
“Bir gün… yağmur durduğunda, geri döneceğim.”
Ve motor sesi uzaklaşırken, Elif ellerini kalbine bastı.
Çünkü artık biliyordu —
Bazı ayrılıklar, kavuşmaların en derin başlangıcıydı.