BÖLÜM 6- KÜLLER İÇİNDE

1024 Words
Toz bulutu dağılmaya başladığında, geriye sadece enkaz ve sessizlik kaldı. Herkes sağa sola savrulmuştu; kimin ayakta kaldığı, kimin yaralandığı belirsizdi. Elif, gözlerini ovuşturup doğrulmaya çalıştı. Kulağında hâlâ uğultu vardı, kalbi hızla çarpıyordu. “Cem!” diye bağırdı, sesi çatallandı. Ama hiçbir karşılık gelmedi. Askerler birer birer kendilerine gelmeye başlıyor, kimisi ayağa kalkıyor, kimisi yaralı arkadaşlarını kontrol ediyordu. Ali hâlâ yerdeydi, ama Elif son gücüyle onun başında yarayı kapatmaya devam ediyordu. Ellerindeki kan pıhtılaşmaya başlamıştı, fakat gözleri sürekli etrafta Cem’i arıyordu. Bir an, kayaların arkasından inleyen bir ses duydu. Elif’in kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Koşarak sesin geldiği yere gitti. Tozun içinde bir siluet belirdi: Cem, kaskı parçalanmış, yüzü kanla kaplanmış ama hâlâ yaşıyordu. “Ben buradayım…” dedi kısık bir sesle, gözlerini zorla açık tutarak. Elif dizlerinin üzerine çöktü, elleri titreyerek yüzüne dokundu. “Sakın gözlerini kapatma Cem, sakın!” Cem zorlukla nefes alırken gülümsedi. “Henüz bitmedik…” dedi, sonra gözleri yeniden bulanıklaştı. O anda telsizden gelen çatallı bir ses tüm sessizliği böldü: “Düşman geri çekilmiyor, yeni bir birlik ilerliyor. Dayanın!” Elif’in gözleri korkuyla büyüdü. Henüz ilk fırtına dinmemişti, ama çok daha büyük bir kasırga üzerlerine doğru geliyordu. Elif, bir an bile tereddüt etmeden cebindeki ilk yardım malzemelerini çıkardı. Ellerinin titremesine aldırmadan Cem’in başındaki yarayı bastırmaya çalıştı. Onun nefes alışları kesik kesikti, göğsü zorla inip kalkıyordu. Elif, gözyaşlarını geri itmeye çalıştı ama sesine engel olamadı. “Dayan Cem… ne olur dayan. Seni bırakmam. Söz verdin, hatırlıyor musun? Henüz yapacak çok şeyimiz var…” Etraflarında askerler toparlanmaya çalışıyor, kimisi mevzi alıyor, kimisi yaralıları güvenli noktaya çekiyordu. Çatışmanın gürültüsü yavaş yavaş yeniden yükselmeye başlıyordu. Patlamanın ardından gelen kısa sessizlik, sadece yeni bir fırtınanın habercisiydi. Timin başındaki teğmen öfkeyle bağırdı: “Herkes mevzilerine! Onlar daha kalabalık geliyor, geri çekilmek yok!” Bu emirle birlikte herkes bir kez daha savaşa hazırlanırken Elif, Cem’in elini tuttu. Parmağını sıkıca kavrayarak gözlerinin içine baktı. “Beni duyuyorsun değil mi? Buradasın, benimlesin.” Cem zorla gözlerini araladı. Dudaklarından dökülen kelimeler neredeyse fısıltıydı. “Sana söz… düşmeden önce… seni göreceğim.” Bu söz Elif’in içini hem acıyla hem umutla doldurdu. Ama bir an sonra etrafı saran silah sesleri ve yaklaşan düşman ayak sesleri, onu gerçeğe geri çekti. Şimdi sadece Cem’i yaşatmaya değil, aynı zamanda bu cehennemden sağ çıkmaya çalışmaları gerekiyordu. Ve o anda, teğmenin sesi bir kez daha yankılandı: “Düşman çok yaklaştı! Hazırlanın, bu geceyi ya yazacağız… ya da burada bitecek!” Kurşun sesleri dağların sessizliğini bir kez daha paramparça etti. Kayaların arasından çıkan alevler geceyi gündüze çevirmiş gibiydi. Elif, Cem’in başından ayrılmadan bir yandan ona bastırma uyguluyor, bir yandan da çevrede olup biteni göz ucuyla takip ediyordu. Kalbi deli gibi çarpıyordu; her patlayan bomba, göğsüne saplanan bir hançer gibiydi. Ali hâlâ yaralıydı ama bilinci açılmıştı. Yerde kıpırdamaya çalışırken dişlerinin arasından inledi. “Elif… Cem… iyi mi?” Elif, gözyaşlarını silip güçlü görünmeye çalıştı. “İyi olacak! Hepimiz iyi olacağız, yeter ki dayan.” O sırada Cem, yarı baygın halde gözlerini araladı. Etrafındaki sesleri duyuyor, ama görüntüler bulanıklaşıyordu. Askerlerin bağırışları, mermilerin ıslığı, Elif’in titreyen sesi… hepsi birbirine karışıyordu. Teğmen, mevzi alan askerlere bağırdı: “Bırakın gelsinler! Onlara bu toprakta adım attırmayacağız!” Ve düşman gerçekten de geliyordu. Yaklaştıkça ayak sesleri taşlara vuruyor, yankılanıyordu. Bir an için her şey ağır çekimde gibi oldu; Elif’in gözleri, Cem’in kanlı yüzünde; Cem’in gözleri ise Elif’in titreyen dudaklarında kilitliydi. Sonra bir anda gök gürültüsünü andıran bir patlama daha yankılandı. Kayaların arkasına siper alan askerler ateşe karşılık verdi. Ortalık cehenneme dönmüştü. Elif, o an tek bir karar verdi: Cem’i burada bırakamazdı. Onu hayatta tutmak için, gerekirse kendi hayatını feda edecekti. Ellerini daha sıkı bastırdı, dudaklarından dualar dökülürken gözleri kararlıydı. Elif, yıllardır savaş bölgelerinde görev yapan bir muhabirdi. Çoğu zaman cephe gerisinde kalmış, askerlerin hikâyelerini yazmıştı. Ama bu kez farklıydı. Karargâhtan gelen özel izinle, bölük komutanı ona cephe hattında bulunmasına onay vermişti. Amaç, dünyanın gözünden uzak kalan bu sınır hattındaki mücadeleyi belgelemekti. Normalde böylesi tehlikeli noktalara bir savaş muhabiri gönderilmezdi. Ancak Elif’in gözü karalığı ve tecrübeleri, üstlerin güvenini kazanmıştı. “Orada olacağım,” demişti kararlılıkla. “Gerçeği anlatmak için, insanların bilmesi için.” Ama şimdi, savaşın ortasında kalmış halde, bu kararının ağırlığını çok daha derinden hissediyordu. Kayıt cihazı, not defteri bir kenarda kalmış, elinde sadece ilk yardım çantası vardı. Bir muhabir değil, bir insan olarak hayatta kalma mücadelesindeydi artık. Timin içinde ilk günden beri sıcak karşılanmıştı; askerler ona kardeşleri gibi davranmış, varlığını yadırgamamışlardı. Çünkü Elif, sadece yazan biri değil, gerektiğinde kanın içine giren, yaralıya koşan, kendi hayatını riske atan biriydi. Bu yüzden patlamanın ardından onun Cem’in başında diz çökmesi kimseye garip gelmemişti. Kurşunlar havada ıslık çalarken, Elif’in aklında tek bir şey vardı: Bu hikâyeyi yazabilmek için değil, Cem’i yaşatabilmek için buradaydı artık. Onun için “savaş muhabiri” kimliği, bir kenara itilmişti. Kurşun sesleri kulak zarlarını yırtacak kadar yakındı. Elif, Cem’in başında diz çökmüş, titreyen elleriyle yaraya bastırıyordu. Ama her saniye daha fazla kan kaybediyordu. Telsizden gelen cızırtılar, askerlerin bağrışları, patlayan el bombalarının uğultusu birbirine karışmıştı. Bir anda, hemen birkaç metre ötesine bir mermi saplandı. Taş parçaları yüzüne sıçradı. Elif irkildi, nefesi kesildi. Bu an, bir muhabir olarak değil, hayatla ölüm arasındaki çizgide kalmış bir insan olarak yüzleştiği andı. Teğmen, onu fark edip bağırdı: “Elif! Geri çekil! Burada kalamazsın!” Ama Elif geri çekilmedi. Gözleri Cem’in solgun yüzüne kilitlenmişti. “Onu bırakamam!” diye haykırdı. O sırada bir asker yanına koştu, eline bir tabanca tutuşturdu. “Kendini savunmak zorunda kalırsan…” dedi, göz göze geldiler. Elif’in içi buz kesti. O tabanca ellerinde öyle ağırdı ki, nefesini tuttu. Ben bir savaşçı değilim, diye düşündü. Ama ardından Cem’in boğuk nefes alışlarını duyduğunda kararını verdi: Gerekirse, onun için kullanacaktı. Düşman artık çok yakındı. Kayaların üzerinden başlarını uzatıyor, makineli tüfeklerle tarıyorlardı. Askerler karşılık veriyor, mevziyi korumak için var gücüyle savaşıyordu. Elif, Cem’in başında diz çökmüş halde bir eliyle yarayı bastırırken diğer eliyle titreyen tabancayı kavradı. Kalbi çılgınlar gibi atıyordu. Bu, onun için bir sınavdı. Muhabir, gözlemci, anlatıcı değil… hayatta kalan, hayatta tutan kişi olacaktı. Ve o anda, göz göze geldiği bir düşman askeri, tüfeğini doğrulttu. Zaman ağır çekimde ilerledi. Elif’in parmağı tetiğe dokundu. Bir çığlık koptu, duman yükseldi. Elif, ilk kez bir silah ateşlemişti. Ellerinin titremesi daha da arttı ama kalbinin içindeki tek ses haykırıyordu: “Yaşamak zorundayız!”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD