BÖLÜM 37- YAĞMURUN ARDINDAKİ SESSİZLİK

1086 Words
Sabahın gri ışığı, yıkık binanın çatısından sızarak içeri dolduğunda, gece boyunca süren yağmur durmuştu. Toprak, barut kokusuyla karışmış nemli bir sessizliğe bürünmüştü. Elif, başını duvara yaslayarak gözlerini araladı. Uyuyamamıştı ama gözlerini kapadığı her saniyede Cem’in yüzü, Serdar’ın sesi ve patlayan silahlar zihninde birbirine karışıyordu. Cem hâlâ ayaktaydı. Ellerinde tuttuğu harita, nemden neredeyse eriyecek hale gelmişti. Gözleri uykusuzluktan kızarmıştı ama dikkatini kaybetmemek için çabalıyordu. “Bütün gece hiç dinlenmedin,” dedi Elif, sessizliği bozarcasına. Cem kısa bir nefes verdi, gülümsemeye benzer bir ifade yüzünde belirdi. “Alıştım. Uyuduğum her saniyede bir şeyleri kaçırıyor gibi hissediyorum.” Elif yavaşça doğruldu, battaniyeyi omzuna sardı. “Serdar’ın o kadar yakınımızda olmasına hâlâ inanamıyorum. Onu güvenilir sanıyordum.” Cem başını kaldırmadan cevap verdi: “İhanet her zaman en yakından gelir. O da bunun farkındaydı, o yüzden bizi buraya kadar yönlendirebildi.” Bir süre sessizlik oldu. Rüzgar, yıkık duvarın arasından geçerken ıslık gibi bir ses çıkarıyordu. Elif, Cem’in yanına yaklaşıp haritaya baktı. “Şimdi ne yapacağız?” Cem, parmağını haritanın köşesine koydu. “Eğer bu bölgede hâlâ eski sığınak varsa, orada iletişim hattı kurabiliriz. Dış dünyayla bağlantı kurmamız şart. Yoksa burada mahsur kalırız.” Elif bir an düşündü, sonra alçak bir sesle sordu: “Peki ya sen? Sen bu kadar yükü nasıl taşıyorsun?” Cem bu kez sustu. O soru, savaşın gürültüsünden daha derindi. Birkaç saniye sonra başını kaldırdı. “Taşımıyorum,” dedi. “Sadece görünmez hale getiriyorum. Çünkü bir asker, yıkıldığını belli ederse, etrafındaki herkes çöker.” Elif’in kalbi sıkıştı. O anda, onun yüzündeki sertliğin ardında bir insanın ne kadar kırılgan olabileceğini gördü. Sessizce yaklaştı, parmak uçlarıyla Cem’in koluna dokundu. “Bazen güçlü görünmek yıkılmaktan daha ağırdır,” dedi. “Bunu biliyorsun, değil mi?” Cem bir an dondu. Bakışlarını Elif’inkine çevirdi. İkisinin arasında kalan hava ağırlaştı, nefesler birbirine karıştı. O an, dışarıda kuşlar cıvıldasa bile içeride yalnızca kalplerinin sesi vardı. Sonra Cem, sessizce elini onun eline koydu. “Elif,” dedi yavaşça, “buradan sağ çıkarsak… bazı şeyleri değiştirmek istiyorum.” Elif’in sesi titredi. “Ne gibi?” “Artık savaşın içinde yaşamayı değil, onun dışında bir hayat kurmayı.” Ama tam o anda, binanın dışından bir ses geldi. Bir taş yuvarlandı, ardından çamurda ilerleyen ayak sesleri duyuldu. Cem refleksle ayağa kalktı, silahını doğrulttu. “Sessiz ol.” Elif nefesini tuttu, kalbi hızla atıyordu. Ayak sesleri yaklaştı, kapının önünde durdu. Sonra tanıdık bir ses yankılandı: “Cem… saklandığını biliyorum. Artık kaçış yok.” Serdar’dı. Ama sesi önceki gibi sert değildi — bu kez sanki bir çatışmadan çok, bir pişmanlık taşıyordu. Cem gözlerini kısmıştı. “Elif,” dedi fısıldayarak, “arkadaki merdivenden aşağı in. Ne olursa olsun dışarı çıkma.” Elif başını iki yana salladı. “Hayır, seni burada bırakmam.” “Bu bir emir,” dedi Cem, sesi soğuk ama gözleriyle onu korumaya çalışan bir yumuşaklık taşıyordu. Kapı gıcırdayarak aralandı. Güneşin ilk ışıkları içeri sızarken, Cem silahını doğrulttu. Serdar içeri adım attı — silahsızdı. Ellerini kaldırmıştı, gözleri yorgun ve karanlıktı. “Beni dinle, Cem,” dedi. “Sana zarar vermek istemedim. Her şey değişti. O dosya… düşündüğün gibi değil.” Cem tetikteydi ama bir an tereddüt etti. Elif, arkada sessizce olan biteni izliyordu. Ve o an, uzaklardan top sesleri yükseldi. Yeni bir saldırı başlıyordu. Üçü de sustu, sadece dışarıdaki patlamalar konuşuyordu. Cem’in iç sesi yankılandı: > “Savaşta kimse gerçekten kazanmıyor… sadece daha az kaybeden oluyor.” Cem’in gözleri Serdar’ın gözlerinde kilitliydi. O an ikisinin arasında yılların, dostluğun ve ihanete uğramanın ağırlığı vardı. Elif, duvarın kenarından onları izlerken nefes bile alamıyordu. Sessizlik, patlamaların uzağında, o harap binanın içinde daha da keskinleşmişti. Serdar, ellerini yavaşça indirdi. “Ne düşündüğünü biliyorum, Cem. Ama bana güvenmek zorundasın.” Cem, silahının namlusunu ondan ayırmadı. “Senin yüzünden üç askerimi kaybettim. Beni hâlâ güvenmeye mi zorluyorsun?” Serdar’ın sesi çatladı, boğazı düğümlendi. “Emir geldi, Cem. Yukarıdan. O operasyonun iptal edildiğini söylediler ama senin birliğin hâlâ sahadaydı. Bana onları geri çekme emri verdiler. Yalan söylediler bana da.” Elif yavaşça ayağa kalktı, gözleri dolmuştu. “Kim yalan söyledi? Kim bu emirleri verdi?” Serdar başını eğdi, sanki bir yükün altında eziliyormuş gibi konuştu: “Yalnızca bir isim biliyorum. ‘Kervan’ kod adıyla geçiyor. Bizimkilerin içinde ama kimin emir verdiğini çözemedim. Her şeyi karıştıran o.” Cem’in kalbi sıkıştı. Bu isim ona yabancı değildi — birkaç gizli raporda geçmişti. Ama hiç kimse bu kişinin kim olduğunu öğrenememişti. Şimdi, tüm kayıpların, ihanetlerin arkasında belki de bu gölge figür vardı. “Yani diyorsun ki,” dedi Cem dişlerini sıkarak, “bizi birbirimize kırdıran kendi komutanlarımız?” Serdar sessizce başını salladı. “Bazıları bu savaşın bitmesini istemiyor, Cem. Barış onlar için tehdit demek.” Elif ileri atıldı, Cem’in koluna dokundu. “O zaman bunu açığa çıkarmalıyız. Herkese anlatmalıyız.” Cem’in bakışları Elif’in ellerine kaydı, sonra onun yüzüne. “Bu sadece bir haber olmaz, Elif. Bu, seni hedef haline getirir.” “Biliyorum,” dedi Elif, sesi titrek ama kararlıydı. “Ama artık gerçeği yazmamak da bir tür ihanet.” Cem, silahını indirdi. Serdar’ın gözlerinde kısa bir an için eski dostluğun izlerini gördü. “Peki, o zaman,” dedi Cem. “Ya birlikte bu işin sonunu getiririz, ya da hepimiz burada kayboluruz.” Tam o anda dışarıdan ağır bir motor sesi duyuldu. Tank paletlerinin toprağı ezdiği, helikopterlerin rüzgarını taşıyan bir uğultu yükseldi. Elif’in yüzüne korku yerleşti. “Bizi buldular,” dedi Serdar. Cem bir anda toparlandı, hızlıca plan yaptı. “Arka çıkıştan dağ yoluna ulaşabiliriz. Elif, sen önde olacaksın. Serdar, sen arkayı tut.” “Bana hâlâ güvenmiyor musun?” “Hayır,” dedi Cem soğuk bir sesle, “ama şimdi birbirimize mecburuz.” Üçü birlikte binadan çıkarken gökyüzü tamamen kararmış, uzaktan top sesleri yeniden yankılanmıştı. Yağmur yeniden başlamıştı — sanki her damla, üzerlerindeki yükü biraz daha ağırlaştırıyordu. Elif, çamura saplanan adımlarına rağmen ilerledi, kalbi deli gibi atıyordu. Cem arkasında, omzunda tüfeğiyle etrafı kontrol ediyordu. Serdar, arkada sessiz ama dikkatliydi. Ve o an, vadinin ucunda bir ışık belirdi — bir askeri konvoy. Cem, hemen yere çöktü, Elif’i kolundan çekerek dizlerinin üzerine yatırdı. “Sakın ses çıkarma,” diye fısıldadı. Elif başını salladı ama nefesini tutarken, Cem’in kalbinin göğsünde attığını hissedebiliyordu. O kadar yakındılar ki, savaşın ortasında bile bir anlığına dünya sadece onların nefeslerinden ibaretti. Konvoy uzaklaştığında Cem başını kaldırdı. “Bu gece ormandan geçeceğiz. Gün ağarmadan sığınağa varmalıyız.” Elif sordu: “Orada kim var?” “Gerçeği anlatabileceğimiz tek kişi,” dedi Cem. “Ama ona ulaşmak… o kadar kolay olmayacak.” Yağmur hızlandı. Gökyüzü gök gürültüsüyle inlerken, üçü karanlık ormanın içine doğru yürümeye başladı. Aralarındaki sessizlik, binlerce kelimeden daha fazlaydı. Ve bu sessizliğin içinde, herkes kendi geçmişiyle yüzleşiyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD