Helikopterin pervaneleri gökyüzünü delerken kulakları sağır eden bir uğultu hastane bahçesine yayıldı. Rüzgâr, etraftaki yaprakları ve tozları savuruyor, acil servisin ışıkları titreşiyordu. Askerler Cem’in sedyesini hızla helikoptere doğru taşıyor, Elif’i de koruma çemberi içinde yönlendiriyorlardı.
Elif’in kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Bir yandan Cem’in nefesini kontrol ediyor, diğer yandan etraflarındaki askerlere bakıyordu. Onların bakışları soğuk ve kararlıydı; ama içinde saklı bir gerginlik vardı. Çünkü bu transfer, sıradan bir yaralı tahliyesi değildi.
Helikopterin kapısı açıldığında içeride başka bir ekip hazır bekliyordu. Medikal personel ve tam donanımlı iki özel harekâtçı… Belli ki Cem sıradan bir asker değildi; devletin gözü gibi koruduğu biri olmuştu.
Elif, kendini istemsizce sorguladı:
“Ben… ben nasıl bu dünyanın içine çekildim? Bir muhabirim, sadece gerçeği anlatmak istedim. Ama şimdi bir savaşın tam göbeğinde, devletin en gizli operasyonlarının ortasındayım.”
Askerlerden biri, Elif’in gözlerine bakarak kaskının vizörünü indirdi. Sert bir sesle konuştu:
“Siz de bizimle geliyorsunuz hanımefendi. Güvenliğiniz artık kişisel bir mesele değil, ulusal güvenlik konusu.”
Elif’in boğazı düğümlendi. İtiraz edecek gücü bulamadı. Cem’e baktı, onun göz kapakları yarı kapalıydı ama parmakları Elif’in eline sıkıca kenetlenmişti.
Helikopter havalandığında, şehir ışıkları hızla geride kaldı. Altlarında İstanbul’un gece silueti, karanlık denizin üzerinde bir tablo gibi uzanıyordu. Ama gökyüzünde bir özgürlük duygusu yerine, Elif’in içinde daha büyük bir esaret hissi büyüyordu. Çünkü ne kadar yükselirse yükselsin, artık bu savaşın dışına çıkamayacağını biliyordu.
Cem, gözlerini araladı. Gürültü arasında zor duyulan bir sesle fısıldadı:
“Elif… korkma. Ben yanındayım. Ve seni hiçbir yere bırakmayacağım.”
Elif’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Pervanelerin çığlığı, onun sessiz dualarını bastırıyordu.
O sırada pilot kulaklıktan rapor verdi:
“Komutanım, kuzey hattında radarımıza giren bir cisim var. Tanımlanamıyor.”
Kabin bir anda buz kesti. Yüzbaşı, harita ekranına eğildi. Sert bir emir verdi:
“Dikkatli olun. Bu sivil bir uçak değil. Büyük ihtimalle takip ediliyoruz.”
Helikopterin içinde mermiler kontrol edildi, silahlar mekanizmaya sürüldü. Elif’in gözleri büyüdü. Onun için haberlerde anlattığı çatışmalar bir ekrandan ibaretti; ama şimdi, kendi hayatının bir sahnesi haline gelmişti.
Cem, yaralı olmasına rağmen gözlerini açıp sert bir tonla konuştu:
“Elif… eğer bir şey olursa, sana güveniyorum. Askerler sana yardım edecek. Ama sakın yalnız başına kalma.”
Elif başını eğdi, gözyaşları yanaklarını ıslattı. “Senin yanında kalacağım. Ne olursa olsun.”
Ve o anda, helikopter sarsıldı. Gece göğünde bir patlama yankılandı. Ardından kokpitten bir ses duyuldu:
“Isı güdümlü füze! Kaçış manevrası yapıyoruz!”
Helikopter aniden yana yatarken, Elif Cem’in üzerine kapandı. İçinde tek bir cümle yankılanıyordu:
> “Artık bu savaş, sadece onların değil… benim de savaşım.”
Helikopter şiddetle sarsıldığında içeridekiler demirlere tutundu. Elif’in kalbi neredeyse göğsünden fırlayacak gibiydi. Dışarıda gökyüzünü yaran parlak bir ışık, yaklaşan tehlikenin habercisiydi. Pilot tiz bir sesle bağırdı:
“Karşı tedbir fırlatıyorum! Hazır olun!”
Helikopterin gövdesinden alev topu gibi fırlayan flare’ler geceyi aydınlattı. Füze, sıcak ışıltılara yöneldi ve büyük bir patlamayla havada infilak etti. Ancak bu sadece ilk saldırıydı. Radar ekranında başka sinyaller de belirmişti.
Yüzbaşı dişlerini sıkarak telsize seslendi:
“Merkeze rapor edin! Hava sahamız ihlal edildi, koordinatları gönderin!”
Askerler silahlarını kucaklarına aldı, gözlerindeki gerginlik açıkça okunuyordu. Elif, tüm bu kaosun ortasında Cem’in elini bırakmadı. Onun hafifçe açılan gözleri Elif’in kararlılığını görmüş gibiydi.
Cem kısık bir sesle konuştu:
“Beni değil… seni korumaları lazım.”
Elif gözyaşlarını bastırdı.
“Hayır Cem. Biz birbirimizi koruyacağız.”
O sırada helikopterin gövdesine yakın bir patlama daha oldu. Bu kez sarsıntı daha şiddetliydi. Metalin iniltisi, motorun zorlanması ve pilotun panik dolu sesi duyuldu:
“Sağ motor isabet aldı! Kontrolü kaybediyoruz, acil inişe geçiyorum!”
Helikopter alçalmaya başladı. Gece karanlığında hızla yaklaşan orman silueti seçiliyordu. Askerler, kasklarını ve kemerlerini kontrol ederken Elif’i de koruma altına aldılar. Bir asker onun üzerine atılıp bağırdı:
“Başınızı koruyun!”
Dakikalar saniyelere dönüştü. Pervaneler boğuk bir ses çıkarıyor, gövde yana yatıyordu. Elif, Cem’in yüzüne baktı. Zayıf ama inatçı bir gülümseme vardı.
“Beni bırakma Elif…”
Elif gözyaşları içinde fısıldadı:
“Asla bırakmam!”
Ve bir anda helikopter yere çakıldı. Şiddetli bir gürültü, ağaçların kırılması, metalin parçalanması ve ardından karanlığı yaran bir sessizlik…
Elif gözlerini açtığında başı dönüyordu. Kulaklarında çınlayan uğultunun arasından inleme sesleri duydu. Etrafı duman ve yanık kokusu kaplamıştı. Yanındaki askerlerden biri kalkmaya çalışıyor, diğeri hareketsiz yatıyordu. Cem sedyede, kanlar içinde ama hâlâ hayattaydı.
Elif’in zihninde tek bir şey vardı:
“Onu buradan sağ çıkarmalıyım.”
Helikopter enkazının etrafını kesif bir duman sarmıştı. Çatırdayan metalin sesi ve yere düşen parçaların tıkırtısı hâlâ duyuluyordu. Elif dizlerinin üzerinde sürünerek Cem’in yanına ulaştı. Onun yüzü solgundu ama göğsü hafifçe inip kalkıyordu.
“Dayan Cem… biraz daha…” diye fısıldadı, elleriyle onun kanlı yüzünü sildi.
Yan tarafta yaralı askerlerden biri ayağa kalkmaya çalıştı. Kaskı çatlamış, alnından kan süzülüyordu. Ama bakışlarında hâlâ görev bilinci vardı.
“Herkes… çevreyi kontrol etsin. Düşman yaklaşmadan yaralıları toparlamalıyız!” diye bağırdı.
Elif korkuyla etrafına bakındı. Ormanın karanlığında çıtırtılar duyuluyordu. Rüzgârın hışırtısından daha farklı, sanki adım sesleri…
Yüzbaşı Asım, yere düşmüş tüfeğini alıp sürünerek ayağa kalktı. Kanlar içindeydi ama sesi hâlâ sertti:
“Temas ihtimali yüksek! Elif Hanım, Cem’den ayrılmayın. Biz çevre güvenliği alıyoruz.”
Elif’in kalbi hızla çarptı. O an şunu fark etti: Bu sadece bir kaza değildi. Onları düşürmek için saldırmışlardı ve şimdi işlerini yarım bırakmak istemeyeceklerdi.
Bir asker, telsizi çalıştırmaya uğraşıyordu ama cızırtıdan başka bir şey çıkmıyordu. “Sinyal kesilmiş! Haberleşme yok!” diye bağırdı.
Elif, Cem’in elini sıkıca tuttu. Onun gözleri yarı kapalıydı ama dudakları kıpırdadı.
“Elif…”
Elif eğilip kulak verdi.
“Ne var, Cem? Ben buradayım.”
“Yaklaşıyorlar… hissediyorum.”
Elif’in boğazı düğümlendi. Çünkü o anda karanlıkta bir gölge belirdi. Ardından bir diğeri. Ormanın içinden ağır adımlarla yaklaşan silahlı siluetler…
Askerler mevzi almaya başladı. Metal sürtünmeleri, emniyet sesleri havada yankılandı. Asım Yüzbaşı’nın sesi karanlığı yardı:
“Hazır olun! Düşman temasına çok az kaldı!”
Elif’in kalbine korku saplandı ama gözlerinde bir ateş yandı. Çünkü artık sadece bir muhabir değildi. Cem’in yanında, onun hayatı için savaşan biriydi.
Dumanın arasında göz göze geldiler; bir yanda yorgun ve yaralı ama dimdik duran Mehmetçikler, diğer yanda karanlıkta sinsice yaklaşan siluetler… Ay ışığı dalların arasından sızıyor, yaklaşan gölgelerin ellerindeki namluları parlatıyordu.
Asım Yüzbaşı, elini kaldırıp askerlerine işaret etti.
“Konuş yok, ateş yok. Bekleyin…”
Elif’in kalbi göğsünü parçalayacak gibiydi. Ellerini Cem’in göğsüne bastırmış, onun zayıf nefeslerini hissetmeye çalışıyordu. O an kendini hiç olmadığı kadar çaresiz hissetti. Bir muhabir kalemiyle savaşırdı, ama burada kalem değil, barut konuşuyordu.
Yaklaşan adımlar netleşti. Dalları kıran ağır bot sesleri artık neredeyse kulaklarının dibindeydi. Sessizliği ilk bozan, karanlığı yaran o keskin komuttu:
“Teslim olun!”
Yabancı bir aksan, soğuk ve emir dolu bir tını… Silahlarını doğrultmuş bir grup siluet, dumanın içinden belirdi.
Asım Yüzbaşı dişlerini sıktı.
“Burada teslimiyet yok,” diye fısıldadı yanındakilere.
Sonra bir an gözlerini Elif’e çevirdi. Bakışları sert ama içinde gizli bir güven vardı.
“Ne olursa olsun Cem’in yanından ayrılma. Seni de onu da koruyacağız.”
Elif’in nefesleri hızlandı. Düşman adım adım yaklaşıyordu. Birkaç saniye sonra çatışma başlayacaktı, bundan kaçış yoktu.
Elif, Cem’in elini tutarken dudaklarından bir fısıltı döküldü:
“Allah’ım… ikimizi de koru.”
Ve o anda ilk kurşun patladı. Orman, gecenin sessizliğini boğan silah sesleriyle yankılandı.