Sabahın erken saatleriydi. Güneş, sisin ardından güçsüzce süzülüyor, ormanı solgun bir ışıkla kaplıyordu. Kuşlar bile sessizdi; sanki doğa bile yaklaşan fırtınayı sezmişti.
Elif, haritanın üzerinde Cem’in parmaklarının dolaştığı noktaya bakıyordu.
“Buradan geçersek, köyün arka tarafındaki patikayı kullanırız,” dedi Cem, alçak bir sesle. “Ama eğer tahmin ettiğim doğruysa, orada biri bizi bekliyor olacak.”
Serdar sessizce telsizini kontrol etti. “Merkezle bağlantı hâlâ zayıf. Yani oraya girersek tamamen yalnızız.”
Cem’in gözleri kısa bir an Elif’e kaydı. “Zaten öyle değil miyiz?”
Elif, onun o yorgun ama kararlı bakışına cevap vermedi.
Kalbinin bir köşesinde bir korku vardı — bu sefer Cem’in dönmeyebileceğine dair derin, içgüdüsel bir korku.
Bir süre sonra üçü, dar bir patika boyunca ilerlemeye başladı. Yağmur durmuştu, ama toprak hâlâ ıslaktı. Ayakkabılar her adımda çamura gömülüyor, sessizlik içlerine işliyordu.
Bir noktada Elif dayanamayıp sordu:
“Cem… o gece Serdar’ın bahsettiği bilgi sızdırma olayı… Gerçekten seni mi arıyorlar?”
Cem başını eğdi, dudaklarını ısırdı. “Eskiden… bir görevde birini kurtarmam gerekiyordu. Ama o kişi yanlış ellerdeymiş. Onun yüzünden insanlar öldü. O günden beri benim adım, bazı yerlerde kara listeye yazıldı.”
Elif’in nefesi kesildi. “Yani seni kendi ordun bile tehdit olarak görüyor olabilir mi?”
Cem başını kaldırmadan sadece, “Belki de.” dedi.
Ama gözlerinde, geçmişin yükünü taşıyan bir adamın çaresizliği parlıyordu.
Serdar araya girdi: “Hedef noktasına yaklaşıyoruz. Dikkatli olun.”
Yarım saat kadar sonra, patikanın sonundaki küçük bir açıklığa vardılar.
Orada sessizlik, doğallıktan çok yapaydı — kuş sesi bile yoktu.
Cem, elini kaldırarak durmalarını işaret etti. “Bir şey doğru değil.”
Serdar hemen diz çöktü, etrafı gözleriyle taradı. “Sanki bizi bekliyorlar…”
Tam o anda, uzaklardan bir kurşun sesi yankılandı.
Mermi, Elif’in hemen yanındaki ağaca saplandı.
Serdar karşı tarafa ateş açtı, Cem onu siperin arkasına çekti.
“Geri!” diye bağırdı. “Elif, aşağı yat!”
Elif refleksle eğildi, ama toprak parçası yüzüne sıçradı, kalbi deli gibi atıyordu.
Cem, hedefin yönünü tespit etmeye çalışırken birden telsizden cızırtılı bir ses geldi.
“Cem Demir… sonunda seni bulduk.”
O ses, yıllar önce kaybolduğunu sandığı bir sesti.
Dondu kaldı. Elif’in gözleri büyüdü.
“Kimdi o?”
Cem’in sesi titredi, neredeyse fısıltıya dönüştü.
“Bir zamanlar kardeşim sayılırdı.”
O anda, ağaçların arasından siyah üniformalı birkaç adam belirdi.
Silahlarını kaldırmış, adım adım yaklaşıyorlardı.
Serdar mermileri sayarak karşı ateşe geçti, ama çok fazlaydılar.
Elif bir yandan Cem’e baktı, bir yandan nefesi kesilmişti.
“Cem, buradan çıkamayız!”
Cem silahını sıkıca kavradı, gözleri ateşle doluydu.
“Ben çıkmasam da sen çıkacaksın.”
“Hayır!” diye haykırdı Elif, gözyaşlarını durduramayarak. “Seni bir daha kaybetmeyeceğim!”
Cem’in gözleri onun gözlerine kenetlendi.
“Beni kaybetmeyeceksin… sadece biraz uzak kalacağım.”
Sonra Serdar’a döndü.
“Onu al, kuzey yamacından çıkar. Ben arkada kalırım.”
Serdar itiraz edecekti ama Cem’in sesi komutan gibiydi:
“Bu emir, Serdar!”
Elif çığlık attı, “Hayır Cem, lütfen!”
Ama Cem onun saçlarını ellerinin arasına alıp alnına kısa bir öpücük kondurdu.
“Bir gün yine bulurum seni,” dedi. “Ne olursa olsun.”
Serdar, Elif’i zorla sürükleyerek uzaklaştırdı. Kurşun sesleri arkalarından yankılanıyordu.
Elif son bir kez arkasına baktığında Cem’in siluetini gördü — sisin içinde kaybolan bir gölge gibi.
Ve o an anladı…
Bazı ayrılıklar savaşla değil, kaderle olurdu.Elif’in dizleri çamura saplanırken nefesi kesilmişti. Serdar onu bir kayanın arkasına itti, kurşun sesleri hâlâ yakınlardan yankılanıyordu.
“Başını eğ!” diye bağırdı Serdar, gözleriyle ormanı tararken.
Elif, kulaklarında yankılanan patlamaların arasında Cem’in sesini duyar gibi oldu. Ama bu bir hayaldi, değil mi? Yoksa gerçekten hâlâ orada mıydı?
Birden telsizden cızırtılı bir ses yükseldi.
> “Serdar… beni dinle… Elif’i güvene al. Sınırı geçene kadar durmayacaksınız.”
Elif, irkilerek telsizi eline aldı. “Cem! Neredesin, ne olur cevap ver!”
Kısa bir sessizlik oldu. Ardından onun sesi geldi — yorgun, ama kararlı.
> “Benim işim henüz bitmedi. Geri dönüp kalanları oyalayacağım. Sizi bulmalarına izin vermem.”
“Hayır!” dedi Elif titreyen sesiyle. “Bu intihar olur!”
Ama Cem sadece sustu. Sonra bir mermi sesi daha geldi, ardından telsiz tamamen sustu.
Elif’in elleri titredi, gözlerinden yaşlar süzüldü. “O hâlâ orada…”
Serdar sert bir sesle konuştu: “Şimdi yaşamak istiyorsan, devam etmeliyiz. Cem de bunu isterdi.”
Yavaş yavaş geri çekildiler. Ormanın derinlikleri, sanki onları yutmak istercesine karanlıktı.
Elif her adımda kalbinden bir parça kopuyormuş gibi hissediyordu. Yağmur yeniden başlamıştı — ince, sessiz bir ağıt gibi.
Bir tepenin yamacına vardıklarında Serdar onu bir kayanın altındaki dar geçide yönlendirdi.
“Buradan geçersek nehir hattına ulaşırız,” dedi. “Ama hızlı ol.”
Elif son kez arkaya baktı. Ormanın sisinin içinde bir ışık parladı, sonra sönüp gitti.
Kalbi o an paramparça oldu.
“Ya o dönmezse?” diye fısıldadı.
Serdar sadece başını öne eğdi. “O, dönmekten çok… bizi yaşatmayı seçti.”
Elif o gece konuşmadı. Sessizce yürüdü, her adımda Cem’in sesini, bakışını, son dokunuşunu zihninde yeniden yaşadı.
Ve içinde bir karar şekillendi.
Eğer Cem gerçekten orada kalmışsa… o, geri dönüp onu bulacaktı.
Ne pahasına olursa olsun.
Rüzgâr uğuldarken, Elif sanki bir fısıltı duydu.
Ses, rüzgârın arasına gizlenmişti; ama kalbi tanıdı o tınıyı. Cem’in sesiydi sanki.
Bir adım attı, sonra bir tane daha. Serdar dinlenmek için biraz geride kalmıştı, Elif ise sanki bir şeye çekiliyordu.
Karanlıkta, bir kayanın dibinde küçük bir metal parıltısı gözlerine çarptı. Eğildi.
Elinin titrek ışığında bir bıçak… ve bıçağın sapında tanıdık bir işaret vardı.
O işaret — Cem’in kampta kazıdığı, sadece ikisinin bildiği semboldü.
Kalbi bir anlığına durdu.
> “Demek yaşıyorsun…”
diye fısıldadı.
Serdar geldiğinde Elif’in elindeki bıçağı görünce nefesi kesildi.
“Bunu nereden buldun?”
“Elimi uzattığımda oradaydı. Sanki biri bilerek bırakmış gibi.”
Serdar kaşlarını çattı, etrafı kontrol etti. “Belki de izleniyoruz. Bu bir tuzak da olabilir.”
Elif başını iki yana salladı. “Hayır. Cem’in işareti bu. O hâlâ hayatta, biliyorum.”
Serdar’ın gözlerinde kısa bir tereddüt belirdi. “Elif, seni korumakla görevliyim. Onu aramaya dönmek... bu intihar olur.”
“Elimde delil var, Serdar!” dedi Elif. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama sesinde kararlılık vardı. “O beni bulmamı istiyor. Eğer bu bir tuzaksa bile... o tuzağa kendi isteğimle düşerim.”
Bir süre birbirlerine baktılar. Yağmur şiddetlendi. Sessizliği sadece gök gürültüsü bozuyordu.
Sonunda Serdar başını eğdi. “Tamam,” dedi derin bir nefesle. “Ama yalnız gitmiyorsun. Bu, artık ikimizin meselesi.”
Elif, elindeki bıçağı göğsüne bastırdı. “Onu bulmadan buradan çıkmayacağım.”
Ve o anda, uzaklardan bir işaret fişeği gökyüzünü aydınlattı.
Kısa, beyaz bir parıltı — Cem’in özel kodu.
Elif’in nefesi kesildi.
> “O…” dedi, gözleri ışığın yönünde. “O orada.”
Serdar hemen sırt çantasını kaptı. “O zaman vakit kaybetmeden gidiyoruz.”
Elif bir an durdu, yağmurun altına yüzünü kaldırdı. Gözlerini kapatıp mırıldandı:
> “Bu kez seni bırakmayacağım, Cem.”
Ve ikisi, gecenin karanlığına doğru koşmaya başladı —
bu kez sadece hayatta kalmak için değil, yarım kalmış bir aşkı tamamlamak için.