BÖLÜM 33- KIRIK EMİRLER

1062 Words
Elif sabahın ilk ışıklarıyla birlikte gözlerini açtığında, çadırın dışında bir hareketlilik vardı. Uykusuz geçen gecenin ardından göz kapakları ağırdı ama içindeki huzursuzluk onu yatakta tutamadı. Dışarı çıktığında askerlerin bir kısmının telaşla hazırlık yaptığını gördü. Kimi telsizle konuşuyor, kimi mühimmatları kontrol ediyordu. Cem’in sesi kalabalığın arasından yankılandı. “Harita güncellendi, doğu hattına yeni bir devriye çıkacak. Herkes dikkatli olsun!” Elif birkaç adım atarak ona yaklaştı. Cem’in yüzü ciddi ama bir o kadar da yorgundu. Gözlerinin altındaki morluklar, günlerdir dinlenemediğini belli ediyordu. “Yine mi devriye?” dedi Elif endişeyle. Cem kısa bir nefes alıp başını onaylarcasına salladı. “Bu sefer farklı. Dün gece alınan istihbarat doğruysa, karşı tarafın yeni bir mevzi kurduğu düşünülüyor. Kontrol etmemiz gerekiyor.” Elif içten içe bir şeylerin ters gittiğini hissediyordu. Bu seferki devriye, diğerlerinden farklıydı. Cem’in sesinde gizlenmiş o sertlik, yalnızca bir asker disiplini değil, yaklaşan bir fırtınanın sessiz habercisiydi. “Ben de gelmek istiyorum,” dedi kararlı bir sesle. Cem kaşlarını çattı, onun gözlerinin içine baktı. “Elif, bu senin görevin değil. Bu sefer gerçekten tehlikeli olabilir.” “Biliyorum,” dedi Elif, “ama eğer bu hikâyeyi yazacaksam, sadece uzaktan izleyerek değil, gerçeğin içinde olarak yazmalıyım.” Cem, sessizce bir süre onu süzdü. Sonra hafifçe başını iki yana salladı ama gözlerinde inceden bir kabulleniş belirdi. “Söz ver o zaman,” dedi alçak bir sesle. “Ne olursa olsun emrime uyacaksın.” Elif başını eğdi, dudaklarından yalnızca kısa bir kelime döküldü: “Söz.” Bir saat sonra, devriye grubu yola çıktığında gökyüzü gri bir örtüyle kaplanmıştı. Soğuk rüzgar yüzlerine çarpıyor, sis dağılmadan vadinin içini karartıyordu. Her adımda toprağın nemi botlarına yapışıyor, sessizlik yalnızca nefeslerin buğusuyla bozuluyordu. Elif, Cem’in hemen arkasında yürürken içini garip bir his kapladı. Sanki uzaktan birileri onları izliyordu. Başını çevirdi, gözleri sisin içine daldı ama hiçbir şey göremedi. Yine de kalbi hızla çarpmaya başladı. Tam o sırada, ileride yürüyen askerlerden biri aniden durdu. Elini kaldırarak sessiz kalmaları için işaret etti. Herkes dondu kaldı. Cem sessizce öne ilerledi, elini silahına götürerek diz çöktü. Gözlerini ufka diktiğinde, sisin arasından beliren gölgeler gördü. Ama bu kez... gölgeler yalnızca insanlar gibi değildi. Tam o anda, gölgeler sisin içinden daha belirgin hâle geldi. Bir anlık sessizlik… sonra rüzgarla birlikte taşların yer değiştirdiği o tiz ses. Cem elini kaldırarak grubu durdurdu, gözlerini kısmıştı. “Hazır olun…” Fakat beklenen saldırı gelmedi. Gölgeler, sanki bir şey arıyor gibiydi. Yavaşça kıpırdandılar, sonra sisin içine karıştılar. Cem nefesini tuttu, ardından Kerem’e fısıldadı: “Bu normal bir devriye değil. Onlar bizi biliyor.” Elif, arkada sessizce not defterini eline aldı ama kalemi titrettiğini fark etti. Bu sefer kelimeler değil, korku yazıyordu defterine. > “Sis, artık sadece hava değil… bir tuzak gibi üzerimize çöküyor.” Cem, grubuna sessiz bir işaret verdi. “Geri çekilmiyoruz. Onlar bizi buraya çağırdıysa, bir sebebi var.” Elif onun yüzüne baktığında, Cem’in gözlerinde sadece askerî bir disiplin değil, kişisel bir kararlılık gördü. Sanki bu sisin ardında sadece düşman değil, geçmişinden gelen bir yüz vardı. Biraz daha ilerlediklerinde, yerde ayak izleri belirdi. Ama bu izlerin yönü… doğuya değil, kampa geri dönüyordu. Kerem diz çöküp izlere baktı. “Komutanım… bunlar bizim askerlerden birine ait. Ama geri dönmemiş.” Cem’in çenesi kasıldı. “Demek onları içeri çekmek için kandırdılar.” Tam o anda telsizden bir cızırtı geldi. > “Cem… beni duyuyor musun?” Elif başını kaldırdı, sesi hemen tanıdı. “Elif…” dedi Cem, şaşkınlıkla. “Bu ses—” Ama sözünü bitiremeden telsiz sustu. Elif’in yüzü soldu. “Bu ses… benim değil…” Cem’in tüyleri diken diken oldu. Çünkü o sesi duymuştu — ama gerçekten Elif’in yanındaydı. O hâlde kim konuşuyordu? Cem, siperin kenarına oturmuş, elindeki haritaya bir süre sessizce baktı. Çizgiler, işaretler, kodlar… Hepsi birer strateji göstergesiydi ama onun gözünde artık sadece insan hayatları anlamına geliyordu. Her bir ok, bir askerin kaderiydi. Her “hedef” kelimesi, birinin o sabah vedalaşmadan çıktığı evi demekti. Elif yanına geldiğinde yüzüne düşen gölgenin bile ağırlığı vardı. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu, sesinde ürkek ama samimi bir merakla. Cem, haritadan gözlerini kaldırmadan cevap verdi: “Bu savaşın sonunda geriye kim kalacak, onu düşünüyorum.” Elif, bu kelimeleri duyunca bir an durdu. Kalbi sanki sırtında taşıdığı kameradan daha ağırlaşmıştı. O an, haber yapmanın değil; yaşamanın ne kadar zor olduğunu hissetti. Elini uzatıp Cem’in eline dokundu. “Belki de geriye kalan, yaşadıklarımız olacak.” Cem başını çevirip ona baktı. O karanlıkta, sadece ayın ışığı yüzlerine düşüyordu. Göz göze geldiklerinde kelimelere gerek kalmadı. O an ikisi de fark etti ki, savaş sadece silah seslerinden ibaret değildi; bazen bir dokunuş, bir nefes, bir an bile insanın direncini ayakta tutmaya yetiyordu. Tam o sırada telsizden bir cızırtı duyuldu. Cem refleksle ayağa kalktı. “Telsiz konuşmalarında yeni emir var,” dedi bir asker. “Yarın şafakta hareket edecekmişiz.” Elif’in yüzü gerildi. “Bu kadar erken mi? Henüz tam hazırlık yapılmadı.” Cem gözlerini yere indirdi. “Savaş kimseyi beklemiyor, Elif. Ne zaman geleceğini seçemiyoruz.” O gece, kamp sessizdi. Ama o sessizlikte kalpler çarpıyor, zihinler savaşıyordu. Elif uyuyamadı; defterini açtı, bir sayfanın üstüne titreyen harflerle şunu yazdı: > “Savaş bazen silahlarla yapılmaz. Bazen susarak, bazen sevip kaybederek olur.” Sabah olduğunda gri bir sis her yeri kaplamıştı. Cem, askerlerin önünde yürürken Elif uzaktan onu izledi. Bir anlık refleksle elini kaldırıp sessizce vedalaştı. Cem dönüp baktığında gülümsemeye çalıştı — ama o gülümsemenin içinde hem umut vardı, hem de veda. Çünkü her savaş, birilerinin hikâyesinin sonunu yazarken, bir başkasının kalbinde yeni bir yara açıyordu. Ve bu kez, o yara ikisinin de içindeydi. Cem’in eli hâlâ telsizin üzerindeydi. Gözleri, sisin arasında kaybolan o gölgelere kilitlenmişti. İçinde tuhaf bir his büyüyordu; hem tanıdık hem de tehditkâr. Kerem sessizce yaklaştı. “Komutanım… bu sesi kim gönderiyor olabilir?” Cem yanıt vermedi. Başını hafifçe eğip etrafı dinledi. Sis, artık rüzgârla değil, sanki bir kalbin atışlarıyla hareket ediyordu. Her nefeste, görünmeyen bir şey onlara daha da yaklaşıyordu. Elif, defterini kapattı, kalemini sıkıca kavradı. “Biri bizi buraya çekiyor,” dedi neredeyse fısıltıyla. Cem gözlerini kısarak başını salladı. “Ve o kişi, bizi bizden daha iyi tanıyor.” Tam o sırada, arkalarından kuru dalların kırıldığı bir ses geldi. Herkes bir anda döndü. Silahlar doğrultuldu. Ama kimse görünmüyordu. Sadece havada yankılanan bir fısıltı: > “Geri dönün… çok geç olmadan.” Elif’in kalbi göğsünde hızla çarptı. Cem, dişlerini sıktı. “Artık geri dönmek için çok geç.” Sis tamamen kapandığında, vadinin üzerini loş bir sessizlik sardı. Ve o sessizlik, yaklaşan fırtınanın ilk işaretiydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD