Düğün sonunda bitmişti.
Ceylin beni zorlayarak odama götürmüştü ama istemiyordum ki!
Zorla evet demiştim zaten.
Kapının önüne geldiğimizde Ceylin durdu.
"Sabah Sabriye abla kanlı çarşafı almaya gelir." dedi.
Anlamaz gözlerle baktım bir kaç saniye. Sonra kafama dank etti. Bu konulardan bu kadar uzaktım işte.
Ceylin kapıyı açıp beni odaya itti. Ardından kapıyı kırarcasına kapattı. Taylan daha odaya gelmemişti. O gelmeden hızlıca üstümü değiştirmek için gardolabı açtım. En adaplı pjamamı alarak üstüme hızlıca geçirdim.
Pjamamı giydiğim anda Taylan girdi odaya. Bana yan gözlerle baktı.
"Sonunda baş başa kaldık he?"
Sesi soğuktu. Güldü. Bana doğru gelmeye başladı. O geldikçe ben geriye çekildim. En son sırtım buz gibi duvara deydi. Parmaklarıyla çenemi kaldırdı.
"Merak etme... Bu gece sana dokunmayacağım." Çenesiyle yatağı işaret etti.
"Ben duşa gireceğim sen uyu." sadece emir veriyordu. Bunun onu daha Cool yapacağını sanıyordu sanırım?
İçimden inşallah burada soyunmaz diye dua ediyordum ki dolaptan kıyafetlerini alıp banyoya girdi.
Çok fazla uykum vardı. Gözlerim bulanık görmeye bile başlamıştı.
Hızlı adımlarla yatağın yanına gittim. Çarşafı kaldırıp altına girdim. Gözlerimi yavaş yavaş kapattım.
***
Gözlerimi açtığımda odanın içine dolan sabah ışığı beni rahatsız etti. Birkaç saniye nerede olduğumu bile anlamadım. Dün gece yaşanan her şey, düğün, kalabalık, bakışlar… Sonra bir anda hatırladım: Artık bu evdeydim.
Başımı yana çevirdim. Taylan yatakta değildi.
Sanki hiç burada yatmamış gibi… Çarşafı bile bozulmamıştı.
Kapı hafifçe aralandı. Taylan içeri girdi. Saçları geriye taranmıştı, üstünde gri bir tişört ve siyah bir eşofman vardı. Dün geceden çok daha sakin görünüyordu.
“Hazırsan aşağı iniyoruz.” dedi.
Ne bir “günaydın”, ne bir gülümseme… Sadece emir.
Yataktan kalktım, saçlarımı hızlıca topladım. Birkaç saniye aynada kendime baktım. Yorgun, uykusuz ve yabancı bir evin geliniydim artık.
Taylan kapıyı açıp beni bekledi. Koridordan geçerken evin ihtişamı daha da belli oluyordu. Geniş merdivenlere geldiğimizde aşağıdan konuşma sesleri geldi. Büyük ihtimalle bütün aile çoktan oturmuştu.
Taylan birkaç basamak indi, sonra bana bakmadan:
“Bugün herkes seni görmek isteyecek. Sakin dur.” dedi.
Sanki sakinliğimi nasıl kontrol edeceğimi bilmiyormuşum gibi.
Merdivenlerden indiğimde kocaman bir salon ve uzun bir masa gördüm. Masada Taylan’ın ailesi oturuyordu:
Amcası Caner Karasoy
Yengesi Sabriye
Halası Derya
Dedesi Hasan Ağa
Babaannesi Meliha Hanım
Kuzenleri, çocuklar… Kalabalık bir aile.
Hepsi oturmuş, konuşuyor, gülüşüyordu. Ama ben inince herkes bir anda sustu.
Meliha Hanım elini havaya kaldırdı.
“Gel kızım, gelinimiz… Hoş geldin.” dedi.
Mecbur gülümsedim. Masanın boş iki sandalyesine Taylan’la birlikte oturduk. Taylan yine tek kelime etmiyordu. Çok rahat görünüyordu. Sanki herkes bu anı yıllardır bekliyormuş gibi.
Sabriye eğilip bana doğru konuştu:
“Umarım iyi uyumuşsundur Alya.”
Uyudum mu…?
Bilmiyordum.
Sadece başımı salladım.
Caner Ağa yüksek bir sesle:
“Bugün işleri Taylan halleder. Alya da evin düzenini görür, Sabriye anlatır ona.” dedi.
Yani daha ilk günden görev bile verilmişti.
Masada konuşmalar sürekli Taylan etrafında dönüyor, herkes ona soru soruyor, onunla gülüyordu. Ben ise sadece sessizce oturuyor, tabağımdaki zeytinleri çatalın ucuyla çeviriyordum.
Arka tarafta hizmetçiler dolaşıyordu ama masaya yaklaşmıyorlardı. Yalnızca fısıltılar duyuyordum.
“Gelin sabah hiç konuşmadı…”
“Taylan Bey’le hiç yan yana görünmediler.”
“Acaba memnun değil miymiş?”
“Genç kız tabi… Korkmuştur.”
Bedenim kasıldı. Kalbim sıkıştı.
Bir anda Taylan’ın bakışlarının üzerimde olduğunu hissettim. Başımı kaldırdığımda gerçekten bana bakıyordu. Ne söylemeye çalıştığını anlamadım ama gözleri bir şeyler anlatıyordu.
Yanımdaki büyük aile, karşımdaki soğuk adam, kulaklarıma dolan fısıltılar…
Yeni hayatım böyle başlamıştı.
Masada sessizce otururken bir anda herkesin bakışlarının bana çevrildiğini fark ettim. Sanki komut verilmiş gibi tüm konuşmalar kesildi ve meraklı gözler beni incelemeye başladı.
İlk soruyu Sabriye sordu:
“Kaç kardeşsiniz Alya? Ailen kalabalık mı?”
Boğazım düğümlendi.
“Üç… Üç kardeşiz.” dedim.
Masadan hafif bir “hıı” sesi yükseldi.
Derya hala elindeki çatalı bıraktı.
“Peki yemek yapmayı bilir misin? Taylan seçicidir biraz.”
Bu soru mide boşluğuma yumruk gibi indi.
Taylan’a baktım. Umursamazca önündeki çayı karıştırıyordu.
“Bilirim…” dedim kısık bir sesle.
Başka biri—Taylan’ın kuzeni—gözlerini kısıp bana döndü.
“Senin köy bizimkine yakınmış, ama biz seni daha önce hiç görmedik. Çok mu dışarı çıkmıyordun?”
Bir an duraksadım. Bu sorunun cevabını nasıl söyleyeceğimi bilemedim.
“Pek… pek sayılmaz.” dedim.
Meliha Hanım gözlüklerinin üstünden bana baktı.
“Annenin adı neydi kızım? Bizim aileden duyan olmadı da…”
İşte bu soru.
Annemden bahsedilmeye başlaması içimde bir şeyleri sıkıştırdı.
“Esma.” dedim.
Bir anda masada yine bir “hıı” fısıltısı dolaştı.
Herkes sanki beni sorguya çekmek için yarışıyordu.
Hasan Ağa bastonunu masaya hafifçe vurdu.
“Siz gençler nasıl tanıştınız bakalım?”
O saniyede elimdeki çatalı neredeyse düşürecektim.
Masadaki herkes bana bakıyordu.
Taylan ise su içer gibi sakin, umursamazdı.
Yutkundum.
“Biz… tanışmadık.” dedim.
Bir sessizlik oldu.
Kimse ne diyeceğini bilemedi.
Sabriye kaşlarını kaldırdı.
“Nasıl yani? Sözlenmeden önce görüşmediniz mi? Hiç mi konuşmadınız?”
Başımı sağa sola salladım.
Derya hâlâ şaşkındı.
“Kız sen Taylan’ı daha önce hiç görmedin mi?”
Bu sefer sesim iyice kısmıştı.
“Hayır.”
Masada birkaç kişi birbirine baktı.
Arka taraftaki hizmetçilerin bile fısıltıları arttı.
“Çok tuhaf…”
“Genelde görürlerdi…”
“Taylan Bey’in kararıdır herhalde…”
Sonra bir soru daha.
Bitmek bilmiyordu.
Masadaki konuşmalar yeniden yükselirken, bu kez Taylan’ın aneannesi Hatun Ana bana doğru eğildi.
Gözleri meraktan parlıyordu ama bakışında bir yumuşaklık vardı.
“Peki kızım…” dedi.
“Sen nasıl bir hayat yaşadın? Böyle kapalı kutu gibi görünüyorsun. Anlat biraz, sen kimsin?”
Bir anda herkes susup bana baktı.
Dikkatlerin hepsi üzerime yük gibi çöktü.
Kalbim hızlandı.
Normale göre çok hızlı.
Derin bir nefes aldım.
Kendimi savunuyormuş gibi hissetmeden cevap vermek istedim.
“Ben… hep evin en büyük çocuğu oldum.” dedim yavaşça.
“Sorumluluk verildi ama özgürlük pek verilmedi.”
Masadakiler dikkatle dinliyordu.
“Dışarı pek çıkmazdım. Bizim köyde kızların çok ortalıkta görünmesi hoş karşılanmazdı.”
Bu cümleyi söylerken içimde bir sızı oldu ama gözümü kaçırmadım.
Ceylin, masanın biraz uzağından bana destek verir gibi başını salladı.
“Daha çok ev işleriyle ilgilenirdim. Kardeşlerim olurdu… Onlarla vakit geçirirdim.”
Cümlenin devamını getirmeden durdum.
Derya hemen atladı:
“Yani hiç kendi başına bir şey yapamadın mı?”
“Pek sayılmaz.” dedim.
“Bir şey yapmak istesem de izin çıkmazdı.”
Herkes birbirine baktı.
Kimi şaşırdı, kimi anlamaya çalıştı, kimi ise belli ki çoktan kendi kafasında bir hikâye yazmıştı.
Sabriye kaşlarını kaldırdı:
“Peki neyi severdin? Hani… en çok nelerden hoşlanırsın?”
Bu soru rahatlattı biraz.
İlk kez birinin merakı tehdit gibi hissettirmiyordu.
“Kitap okumayı severim.” dedim.
“Kendi kendime kalmayı severim. Sessiz yerleri seviyorum. Bir de… bahçeyle uğraşmayı.”
Hatun Ana gülümsedi.
“Demek toprak seversin. Güzel. Burada bol bol işin olacak o zaman.”
Masadakiler hafifçe güldü.
İlk kez nefes alabildiğimi hissettim.
Tam o sırada, Taylan hiçbir şey yokmuş gibi çayını içmeye devam ediyordu.
Bana tek bir bakış bile atmadan.
Sanki söylediklerim onun için hava akımıydı.
Sonra halası olan Sevde adındaki kadın konuştu:
“Zor bir hayat olmuş kızım. İnşallah burada daha rahata kavuşursun.”
Bu söz içimi tuhaf yaptı.
Rahatlık…
Bu evde?
Belki.
Belki de hiç değil.
Ama o an tek bildiğim, ilk kez geçmişimi birkaç cümleyle bile olsa anlatmış olmamdı.
Ve kimse itiraz etmemişti.
“Kızım, gençsin… Korkuyor musun bu yeni hayattan?”
Bunu soran Meliha Hanım’dı.
Gözlerindeki merak sert değildi, sadece gerçek bir meraktı.
Ama ben cevap veremedim.
Sadece başımı eğdim.
Taylan nihayet konuştu, ama bana değil.
Soğuk ve netti.
“Yeter. Daha kahvaltıdayız.”
Masadakiler hemen toparlandı.
Herkes bir anda normal sohbetine döndü ama baskıyı hâlâ hissediyordum.
Çatalı tutan parmaklarım titriyordu.
Bir aileye değil, kocaman bir kaleye girmiş gibiydim.
Ve o kalede herkes beni izliyordu.
Sultan Anne kaşı çatık şekilde bana döndü.
“Tam olarak yaşın kaç?”
Sesi sertti, adeta bir sorgu gibiydi.
“Bir buçuk ay sonra… 19.”
Masada bir anda herkesin ağzından aynı anda çıkan bir ses yükseldi:
“Aaa!”
Derya şaşkın gözlerle bana döndü.
“Peki annen seni kaç yaşında doğurdu?”
Yutkundum.
Boğazım, sanki içinden kelime geçirmeye çalışan bir düğüm gibiydi.
“On beş…” dedim kısık bir sesle.
“Bu yüzden beni pek sevmez. Babam da… ilk çocuk kız olunca hiç istemedi beni.”
Masada hafif bir sessizlik oldu.
Kimse açık açık acıdığını söylemedi ama yüzlerde bir düşüncelilik belirginleşti.
Sultan Anne derin ve yavaş bir nefes aldı.
Bakışı biraz yumuşadı ama hâlâ sert bir hava vardı.
“Hayat… herkese aynı başlamaz kızım.” dedi.
“Zor şeyler yaşamış olabilirsin ama artık buradasın. Bizde kimse çocuk yaşta anne olmaz. Öyle şey olmaz. Bunu bil.”
Bu cümle, bağırmadan söylenen ama ağırlığı olan bir cümleydi.
Sanki beni korumaya çalışma ile yargılama arasında bir yerde duruyordu.
Derya ise hâlâ şaşkındı ama sesi daha yumuşaktı:
“Demek o yüzden böyle… içine kapanıksın.”
Başımı hafifçe salladım.
Ne diyeceğimi bilmiyordum.
Sofradaki hava yavaşça normale dönmeye başladı ama içimdeki sıkışma hâlâ yerindeydi.
Yine de… ilk kez biri gerçekten dinlemişti.
Yargılamadan, küçümsemeden.
Bu bile garip şekilde iyi hissettirmişti.