Sultan annenin gidişinin üzerinden saatler geçmişti.
Resmim bitmişti.
Makyaj masamın başına geçip, hizmetçilerin yerleştirmediği makyaj malzemelerini tek tek dizmeye başladım. Tam o sırada kapı tıklandı. Cevap vermeme fırsat kalmadan içeri hizmetçilerden biri girdi.
“Sultan ana sizi yemeğe çağırıyor.” dedi.
Sonra hiç yüzüme bakmadan ekledi:
“Ayrıca sabah Sabriye ana çarşafı almayı unutmuş. Ben alacağım.”
İçim ürperdi.
Çünkü gece Taylan’la hiçbir şey yaşamamıştık.
“Sen çık… ben geliyorum.” diye mırıldandım.
Hizmetçi odadan çıkınca yatağa yöneldim. Çarşafın üzerindeki örtüyü kaldırdım.
Altında bir kâğıt ve küçük bir şişe vardı.
Kâğıdı açıp okumaya başladım.
Şişedeki sahte kan.
Çarşafı isteyince üstüne dök.
-T
İyi düşünmüştü.
Kâğıdı buruşturup cebime soktum. Şişeyi açıp çarşafa birkaç damla sahte kan damlattım. Sonra çarşafı toparlayıp kapıya çıktım.
Kadın çarşafı elimden aldı.
“Bahçedeler.” dedi. “Akşam yemeği bahçede yenecekmiş.”
Bunu söylerken bile yüzüme bakmadı. Merdivenlerden inmeye başladı.
Ben de ağır adımlarla arkasından indim.
Bahçe katına geldiğimde başka bir hizmetçi arka bahçeye çıkan kapıyı işaret etti.
Kapıyı açıp dışarı çıktığımda sofranın daha yeni kurulduğunu gördüm. Evin neredeyse yarısı bahçedeydi.
Gözüm istemsizce Taylan’a kaydı.
Küçük yeğeni Gökçe kucağındaydı. Balkon salıncağında birlikte sallanıyorlardı. Taylan gülümsüyordu…
Onu ilk kez bu kadar rahat, bu kadar sakin görüyordum.
Bir an için…
İçimde tuhaf bir boşluk oluştu.
Bakışlarımı hemen kaçırdım. Kendime kızdım. Ne diye bakıyordum ki? Sanki bakınca bir şey değişecekti…
Tam sofraya doğru yönelecektim ki, Gökçe’nin annesi bunu fark etti. Taylan’ın ablasıydı. Gözleri keskin, bakışları ölçer biçerdi. Kucağındaki bebeğe uzanan Taylan’a, sonra bana baktı. Dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı.
“Nicesi sizlere.” dedi, sesi yüksek değildi ama bahçedeki birkaç kişinin duyabileceği kadar netti.
Sanki biri boğazımı sıkmıştı.
Herkes bir an sustu. Bazıları anlamazdan geldi, bazıları gülümsedi. Sultan anne başını hafifçe salladı, yüzünde belli belirsiz bir memnuniyet vardı. Taylan ise başını kaldırdı. Göz göze geldik.
Sadece bir saniye.
Ama yetti.
Bakışlarında ne alay vardı ne de soğukluk. Daha çok… anlamaya çalışan bir ifade. Sonra Gökçe’yi daha sıkı kavrayıp yeniden salıncağı sallamaya başladı.
Ben başımı öne eğdim. Yanaklarımın yandığını hissediyordum. Gökçe’nin annesi yanıma yaklaştı, kolumu hafifçe tuttu.
“Hadi gel.” dedi. “Sofra kuruluyor.”
Ses tonu yumuşaktı ama içinde sınayan bir şey vardı. Beni masaya doğru yönlendirdi. Sandalyeye oturduğumda ellerim dizlerimde kenetlenmişti.
Bu evde herkes her şeyi görüyor gibiydi.
Kim, kime, nasıl bakıyor…
Kim, neyi, ne kadar hissediyor…
Ve ben…
Daha ilk günden, bakışlarımın bile fark edildiği bir yere düşmüştüm.
Bahçede konuşmalar yavaş yavaş çoğalırken, tabaklar masaya gelmeye başladı. Ama ben hâlâ az önce söylenen o cümlenin içindeydim.
Nicesi sizlere…
Bu sadece bir temenni miydi?
Yoksa bir uyarı mı?
Bilmiyordum.
Ama içimde bir şeylerin daha yeni yeni başladığını hissediyordum.
Sultan annenin gidişinin üzerinden saatler geçmişti.
Resmim bitmişti.
Makyaj masamın başına geçip, hizmetçilerin yerleştirmediği makyaj malzemelerini tek tek dizmeye başladım. Tam o sırada kapı tıklandı. Cevap vermeme fırsat kalmadan içeri hizmetçilerden biri girdi.
“Sultan ana sizi yemeğe çağırıyor.” dedi.
Sonra hiç yüzüme bakmadan ekledi:
“Ayrıca sabah Sabriye ana çarşafı almayı unutmuş. Ben alacağım.”
İçim ürperdi.
Çünkü gece Taylan’la hiçbir şey yaşamamıştık.
“Sen çık… ben geliyorum.” diye mırıldandım.
Hizmetçi odadan çıkınca yatağa yöneldim. Çarşafın üzerindeki örtüyü kaldırdım.
Altında bir kâğıt ve küçük bir şişe vardı.
Kâğıdı açıp okumaya başladım.
Şişedeki sahte kan.
Çarşafı isteyince üstüne dök.
-T
İyi düşünmüştü.
Kâğıdı buruşturup cebime soktum. Şişeyi açıp çarşafa birkaç damla sahte kan damlattım. Sonra çarşafı toparlayıp kapıya çıktım.
Kadın çarşafı elimden aldı.
“Bahçedeler.” dedi. “Akşam yemeği bahçede yenecekmiş.”
Bunu söylerken bile yüzüme bakmadı. Merdivenlerden inmeye başladı.
Ben de ağır adımlarla arkasından indim.
Bahçe katına geldiğimde başka bir hizmetçi arka bahçeye çıkan kapıyı işaret etti.
Kapıyı açıp dışarı çıktığımda sofranın daha yeni kurulduğunu gördüm. Evin neredeyse yarısı bahçedeydi.
Gözüm istemsizce Taylan’a kaydı.
Küçük yeğeni Gökçe kucağındaydı. Balkon salıncağında birlikte sallanıyorlardı. Taylan gülümsüyordu…
Onu ilk kez bu kadar rahat, bu kadar sakin görüyordum.
Bir an için…
İçimde tuhaf bir boşluk oluştu.
Bakışlarımı hemen kaçırdım. Kendime kızdım. Ne diye bakıyordum ki? Sanki bakınca bir şey değişecekti…
Tam sofraya doğru yönelecektim ki, Gökçe’nin annesi bunu fark etti. Taylan’ın ablasıydı. Gözleri keskin, bakışları ölçer biçerdi. Kucağındaki bebeğe uzanan Taylan’a, sonra bana baktı. Dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı.
“Nicesi sizlere.” dedi, sesi yüksek değildi ama bahçedeki birkaç kişinin duyabileceği kadar netti.
Sanki biri boğazımı sıkmıştı.
Herkes bir an sustu. Bazıları anlamazdan geldi, bazıları gülümsedi. Sultan anne başını hafifçe salladı, yüzünde belli belirsiz bir memnuniyet vardı. Taylan ise başını kaldırdı. Göz göze geldik.
Sadece bir saniye.
Ama yetti.
Bakışlarında ne alay vardı ne de soğukluk. Daha çok… anlamaya çalışan bir ifade. Sonra Gökçe’yi daha sıkı kavrayıp yeniden salıncağı sallamaya başladı.
Ben başımı öne eğdim. Yanaklarımın yandığını hissediyordum. Gökçe’nin annesi yanıma yaklaştı, kolumu hafifçe tuttu.
“Hadi gel.” dedi. “Sofra kuruluyor.”
Ses tonu yumuşaktı ama içinde sınayan bir şey vardı. Beni masaya doğru yönlendirdi. Sandalyeye oturduğumda ellerim dizlerimde kenetlenmişti.
Bu evde herkes her şeyi görüyor gibiydi.
Kim, kime, nasıl bakıyor…
Kim, neyi, ne kadar hissediyor…
Ve ben…
Daha ilk günden, bakışlarımın bile fark edildiği bir yere düşmüştüm.
Bahçede konuşmalar yavaş yavaş çoğalırken, tabaklar masaya gelmeye başladı. Ama ben hâlâ az önce söylenen o cümlenin içindeydim.
Nicesi sizlere…
Bu sadece bir temenni miydi?
Yoksa bir uyarı mı?
Bilmiyordum.
Ama içimde bir şeylerin daha yeni yeni başladığını hissediyordum.
Sofraya tabaklar dizildikçe konuşmalar da artmaya başladı. Kim ne yapmış, kim gelmiş, kim gitmiş… Herkes bir şeyler anlatıyor ama ben tek kelime edemiyordum. Kaşığımı elime almıştım ama dokunmuyordum bile.
Sultan anne bunu fark etti.
“Alya.” dedi sakin ama buyurgan bir sesle.
“Yemek ye kızım. Aç kalınmaz bu evde.”
Başımı sallayıp tabağıma eğildim. Birkaç lokma aldım ama boğazımdan zor geçti. O sırada Taylan salıncağı yavaşlattı, Gökçe’yi annesine uzattı. Küçük kız mızıldanınca alnından öptü. O hareket… nedense içimi burktu.
Taylan masaya doğru yürüyüp benim tam karşıma değil, çaprazıma oturdu. Ne konuştu ne de bakışlarını üstüme dikti. Ama orada olduğunu hissettiriyordu. Sessizliği bile yer kaplıyordu.
Gökçe’nin annesi, kaşığını tabağına vurup konuştu:
“Alya gelin… alışabildin mi buraya?”
Soruyu öyle bir sormuştu ki; hem masumdu hem de ölçer gibiydi.
“Alışmaya çalışıyorum.” dedim kısa bir cevapla.
“Kolay değil tabii.” dedi bu kez başka bir kadın. “Yeni ev, yeni insanlar…”
Sultan anne araya girdi:
“Zamanla olur. Her şey zamanla olur.”
Taylan başını hafifçe kaldırdı. İlk kez konuştu.
“Zorlanıyorsa söylesin.” dedi. “Kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değil.”
Bu cümle masada kısa bir sessizlik yarattı.
Gökçe’nin annesi hafifçe gülümsedi.
“Bak sen…” dedi. “Daha ilk günden sahip çıkmalar başlamış.”
Söz şaka gibiydi ama altında bir şeyler vardı. Ben yine başımı öne eğdim. Taylan cevap vermedi. Sadece kaşığını eline aldı.
Yemek ilerledikçe sohbet dağıldı. Kimisi bana çocukluğumu sordu, kimisi köyü merak etti. Çok detaya girmedim. Kısa, yuvarlak cevaplar verdim. Ne kadar az anlatırsam, o kadar güvende hissediyordum.
Bir ara Sultan anne bana doğru eğildi.
“Yemekten sonra odana çıkarsın.” dedi. “Bugünlük yeterince yoruldun.”
İçimden bir oh çektim.
Masadan kalkarken herkes yavaş yavaş dağıldı. Gökçe’nin annesi yanımdan geçerken kulağıma eğildi.
“Bakışlarını kontrol etmeyi öğrenirsin zamanla.” dedi alçak bir sesle.
“Bu evde her şey görülür.”
Donup kaldım.
Hiç cevap vermedim. Veremezdim.
Merdivenlere yönelirken arkamdan Taylan’ın sesi geldi.
“Alya.”
İlk kez adımı bu kadar net duydum.
Duraksadım ama dönmedim.
“Yarın…” dedi kısa bir duraklamayla. “Bahçeyi gezmek ister misin?”
Bu bir emir değildi. Bir teklifti.
“Bakarız.” dedim sadece.
Ve yukarı çıktım.
Odamın kapısını kapattığımda sırtımı yasladım. Kalbim hızlı atıyordu. Bu ev, bu insanlar, bu evlilik… Hepsi üzerime yavaş yavaş çöküyordu.
Ama bir şey daha vardı.
Bu evde herkes bakıyordu.
Herkes görüyordu.
Ve ben… artık saklanamayacağımı hissediyordum.