Babam, annemin ölümünden tam bir yıl sonra evlendi.
Bir yıl kadınsız mı durdu? Hiç sanmıyorum. Annem hayattayken bile sadık olmamıştı. Onun ölüsüne saygı göstereceğini düşünmek zaten aptallık olurdu. Babam gibi adamlara hep anlayış gösterildi bu topraklarda.
“Kadın kaçtı.”
“Adam ne yapsın, genç daha.”
“Yuva kurması lazım.”
Bu sözlerle susup baktı herkes.
Babamın yeni eşi... Üvey annem.
Çok büyük değildi aslında. O zamanlar bana büyük gelirdi. Babamdan on bir yaş küçüktü. Yani evlendiğinde 24 yaşında falanmış. Daha önce kısa süreli bir evlilik yapmış, çocuğu olmadığı için baba evine geri gönderilmişti. Bu köyde çocuk doğuramayan kadın, yarım kadın sayılırdı. Babam da ona talip oldu. Kimse ona fikrini sormadı. Ağlaya ağlaya geldi bu eve. Sonuçta çocuk doğuramayan kadını almıştı babam. Daha iyisini mi bulacaklar? Ne acımasız dünya.
İmam nikahıyla küçük, sessiz bir düğün yaptılar. Ben o gün uzun zaman sonra ilk kez ahırdan çıkabildim. Babam düğün hazırlıkları için yardım etmeme izin vermişti. Hatta o gün gerçekten karnımı doyurabildiğim ender günlerden biri oldu. Yediğim sıcak yemek, sanki bir yılın açlığını bastırmaya yetmemişti ama en azından doymak nasıl bir histir, yeniden hissettim.
O gün yardım istemeyi düşündüm. Belki de hayatım boyunca en büyük cesaretimi topladığım gündü. Kalabalığın içinde dolaşırken, yüzlere baktım. Bir kişi... Sadece bir kişi bana "İyi misin?" deseydi...
Bir kişi bile sorsa "Sen niye bu kadar zayıfsın?" deseydi...
Umudum olacaktı.
Konuşacaktım.
Anlatacaktım.
Kurtulacaktım belki.
Ama kimse bakmadı yüzüme.
Kimse gözlerime cesaretle bakamadı.
Başlarını çevirdiler.
Sustular.
Böylece kurtulma şansım orada, o düğün günü, ellerimin arasından kayıp gitti.
Babam bana yeni elbise almıştı. Banyo yaptım, saçlarımı taradım. Ama yine de gözlerine iğrenç görünüyor olmalıydım. Kimse kirimin, pasımın altında boğulan çocuğu göremedi. Oysa bana buna reva gördüklerinde 13 yaşında bir çocuktum.
Aslında uzun zaman sonra o gün aynaya baktım. Gerçekten kötü görünürdum. Kemikleri sayılan cılız yüzü kararmış bir kız. Oysa annem yaşarken böyle değildim ben.
Üvey annem…
İyi biri değildi. Zaten olamazdı. Bu evde iyiliğin bile sınırı vardı. Babamdan nefret ediyordu. Bizi de sevdiğini sanmıyorum. Ama bana karşı farklı bir tavrı oldu. Belki de yaşadıklarım yüzünden bana acıdı. Belki kendini gördü bende.
“Sen de mahkumsun, tıpkı ben gibi.” der gibiydi bazen bakışlarıyla.
Bazen sıcak poğaça getirirdi bana gizlice.
Bazen artan yemeği ayırır, bana saklardı.
Yapabileceği şeyler kısıtlıydı.
Çünkü o da dayak yiyor, o da eziliyordu.
Babamdan sakınması gerektiğini biliyordu. Büyük hamleler yapamazdı.
Abim...
O başka bir belaydı zaten. Babamın kopyasıydı. Babamın öğrettiği tüm kötülükleri kendine rehber edinmişti. Üvey annem ondan da kurtulmak istedi. Çünkü abim de ona emirler yağdırmaya başlamıştı. Sözüm ona evin erkeklerinden biri olmuştu.
Sonunda başardı. Abim şehre gönderildi. Bir iş bulundu ona. Artık sadece ara sıra geliyordu köye.
Gelişleri kabus gibiydi benim için. Çünkü her gelişinde gözlerinde hala babamın karanlığıyla bakardı bana.
Sanırım şartlar biraz daha normal olsaydı, üvey annem benden de kurtulmak isterdi. Ama ben zaten acınacak haldeydim. O yüzden bana dokunmadı. Dokunamadı.
Ben, o evde, o zincirlerin içinde büyümeye devam ettim.
Her geçen gün daha fazla sessizleştim.
Ama içimde bir şey büyüyordu:
Öfke.
Hayal kırıklığı.
Ve hiç sönmeyen bir kurtulma arzusu.
O arzu olmasa yaşayamazdım.
..
Zaman böylece geçip gitti.
İlk regl olduğumda…
O anı asla unutmam.
Sanki kan değil de ölüm akıyordu içimden.
Annemin ölümünü gördüğümden beri, kan görmek bende hep aynı korkuyu uyandırıyordu:
"Tamam." dedim kendi kendime.
"Ben de ölüyorum artık. Dayaklar benimde sonum oldu. "
Ne olduğunu bilmiyordum. Annem bunu bana hiç anlatamamıştı. Zaten ne zaman fırsat bulacaktı ki? Üvey annem anlattı bana. Soğuk bir sesle, fazla duygu göstermeden. O da pek bilmiyordu belki. Yani bir çocuğa nasıl anlatılır bilmiyordu. Ama en azından ölmediğimi öğrendim.
O sıralarda onun da karnı büyümeye başlamıştı. Hamileydi artık. Zor bir hamilelik geçirdi. Karnındaki bebeği korumak için babama daha fazla boyun eğdi. Bana verdiği yemek azaldı.
“Babana yemek verdiğimi söyleme, seni dövmesin.” diyordu. Ama bence asıl korktuğu onu dövmesiydi.
“Evladım önemli. Eğer ona bir şey olursa beni de yaşatmaz.”
İçimdeki açlıkla kavrulurken, onun korkusunu da anlıyordum. Hepimiz aynı adamın kurbanlarıydık. Bebeği ölürse babam onu öldürür diye korkarken bebeği sevmek kolay değildi. Babam öyle zalim birine dönüştü ki annemi öldürdükten sonra, tarifi yoktu. Sanırım annemin ölümü ona kendini daha güçlü hissettirmişti.
Babam o günlerde sık sık şehre gitmeye başladı.
Söylediği gerekçesi abimi görmekti.
Ama ben biliyordum. Başka bir kadını vardı muhtemelen.
Üvey annem de farkındaydı ama hiç dile getirmedi.
Çünkü bazen susmak, dayak yemekten daha güvenliydi.
Babamın gelmeyeceğinden emin olduğu bazı gecelerde beni eve aldı. O anlar benim için küçük bir mucize gibiydi. Rahat bir yatak… Temiz bir yastık… Üzerime kapanan battaniye bile bana lüks geliyordu artık.
Bana ev işlerini öğretmeye başladı.
Bulaşık, yemek, temizlik…
“Benim iki evliliğim de cehennem oldu." dedi bir gece.
"Ama belki senin olmaz. Ev işi bilmen iyi olur. En azından bu konuda dayak yemekten kurtulursun."
Sözlerinde umutsuz bir öğüt vardı.
Kurtuluş vaadi değil; sadece daha az dayak yeme ihtimali...
Okula gidemiyordum.
Babam bir gün insafa gelir mi? Sanmıyordum.
Bana evlilikten başka kaçış yolu görünmüyordu artık.
O gecelerden birinde kaçmayı düşündüm.
Kapı açıktı.
Babam yoktu.
Elimi uzatsam özgürlüğe dokunacaktım.
Ama…
Bunu yapamadım.
Çünkü biliyordum:
Babam üvey annemi döve döve öldürürdü.
Karnındaki masum bebeğiyle birlikte.
Az da olsa bana insanlık gösteren birini, ölümün kucağına itip gitmek bana yakışmazdı.
Vicdanımı satamazdım.
Hem...
Annem bile başaramamıştı bunu.
Dış dünyayı hiç tanımayan ben nasıl başaracaktım?
Ne param vardı, ne sığınacak yerim.
Daha sadece 14 yaşındaydım.
Bir gece üvey annem çok ağladı.
Ona kıyamayıp ilk kez sarıldım o gece.
Kollarımda titredi.
"Altı ayda kısır olduğuma karar verdiler ve beni baba evine geri yolladılar." dedi.
"Oysa şimdi hamileyim. O kadar çok söylediler ki kısır olduğumu, sonunda ben de inandım. Suçu kadında bulmak kolay gelir çünkü. Benden sonra aldıkları kıza da kısır dediler. Ama kimse dönüp de acaba adam mı kısır demedi."
Ne demek istediğini anladım.
Ona kimse şans vermemişti.
Bir ihtimal, biri dönüp adama baksaydı, bu evlilik hiç yapılmazdı belki.
İki çocuklu, biri kayıp, üç çocuklu bir adamın eşi olmazdı.
Ama burada kadınların kaderini kimse umursamazdı.
Biz yalnızca taşınacak yük, doğuracak beden, susacak seslerdik.
İşte o gece…
Bir şey daha anladım:
Bazen kötülük; sadece dayak, açlık, zincir değildir.
Bazen kötülük; susan diller, kaçan gözler, görmeyen kulaklardır.
Ve bu suskunluk, bazen bir adamın yumruğundan daha ağır vurur insana.
Ve bir gün üvey annem geldi. Öncesinde gelip gidenler olmuştu. Evde bir telaş dönemi oldu ama ne olduğunu anlamıyordum. Ben burada unutulmuş bir haldeydim. Öyle bir telaş hali. Açlıktan ölüyor gibiydim. Sonra üvey annem geldi. Ve o an bana kurtulma şansı gibi gelen ama içime de ne olduğunu bilmediğim bir sıkışma hissi oturtan o cümleyi söyledi.
" Zerya evleniyorsun. Baban seni verdi. Ağa gelini oluyorsun. "
Ve ben daha fazla açlığa dayanamadım. Bedenimdeki sıkışma hissi daha da arttı ve bayıldım.