Zerya ’nın Anlatımıyla...
Üzerimde onlarca kiloluk bir gelinlik…
Tenime batıyor gibi…
Ama acının asıl kaynağı bu değildi.
O gün, o odada…
O gösterişli, gül kokulu, kristal avizeli, saten yorganlı odada…
Ben, içten içe çürüyordum.
Herkes için güzel bir gündü. Ama benim için o gün;
Kırmızı kuşağın değil, kırmızı kanın günüydü.
Yatağın kenarına oturmuştum. Örtüyü kaldırmıştım. Çarşafa bakamıyorum. Meşhur çarşaf. Bembeyaz. Özenle ütülenmiş.
Ellerimi kucağımda birleştirmiş, gözlerimi perdeden sızan ışıkta asılı tutuyordum.
Yüzünü hala net görmemiştim.
İnsan, hayatını birine teslim etmeden önce gözlerine bakmak ister.
Ben gözlerini görememiştim ama birazdan…
İçinde ne olduğunu görecektim.
Kapı açıldı.
Ağır ve sert bir şekilde kapandı arkamızdan.
Kapı çarpması bile kalbimi yerinden oynattı.
İrkilmiştim ama belli etmemeye çalıştım.
Başı dik durmak yıllar içinde öğrendiğim bir şeydi.
Zayıf göründüğün an, seni ezmeye yeminli insanlar etrafını sarar.
Karşımda bir adam duruyordu.
Uzundu.
İriydi.
Ama en çok bakışları büyüktü…
Gözleri göz değil, kör bir karanlıktı.
Baktı bana.
Sanki bir insana değil, bir satın aldığı hayvana bakar gibi.
Sanki önünde bir eşya vardı.
Sanki ben yoktum.
“Tek yapman gereken, karımla benim çocuğumuzu doğurmak.”
dedi.
Başta anlamadım.
Kelimeleri bir araya getirmeye çalıştım.
Karım mı dedi?
Ben, başkasının… karısının… doğurucusu muydum?
“Sen evli misin?” dedim, cümle ağzımdan buz gibi döküldü.
“Tövbe estağfurullah…” dedikleri herhangi bir cümle bile daha sıcak kalırdı onun söylediği şeyden.
“Ben böyle bir şey yapmayacağım. Ben kuma olmak istemiyorum.” dedim.
Adam bir adım attı.
Yüzüme daha yakından baktı.
İçimi deşen bir tonda konuştu.
“Seni bunun için satın aldık. Şimdi görevini yapmak için bekle.”
Satın almak…
Satın almak…
O kelime beynimde çınladı.
Tüm Mardin susmuş, sadece o kelime bağırıyordu:
Satın alınmıştım. Satan kimdi diye düşünmeye gerek yoktu.
Yutkundum.
“Satın almak mı?” dedim usulca.
Sanki daha yüksek sesle söylersem dünyam tamamen yıkılacakmış gibi.
Belki de babam beni kandırmamıştır…
Belki sadece evlenecektim.
Belki bir ihtimal iyi olurdu, okumama izin verirdi…
Belki de hayalperest Zerya, yeni hayatında birazcık huzur bulurdu.
Ama hayır.
Hayır…
Gerçek bu değildi.
Adam başını eğdi, gözleri gözlerimdeydi.
Yüzünde küçümseyen, tiksinen bir gülümseme vardı.
“Haberin yokmuş gibi davranmayı kes. Masum ayaklarını da yapma. Seninle ilgili hiçbir şey umrumda değil. Doğurgan olman dışında. Ve baban bu konuda garanti verdi.”
Garanti…
Babam beni “doğurgan” diye satmıştı.
Sanki tavuk alıyorlardı da yumurtlamama ihtimalime karşı teminat vermişti.
“Bana sormadın ki…” dedim.
Sesi titreyen, yüreği paramparça olan 18 yaşında bir kız…
“Lütfen… Bırak beni gideyim.”
İçimde annemin sesi yankılanıyordu.
“Zerya, fazla cesaret aptallıktır.”
Ama o an içimdeki korkudan başka bir şey konuşmuyordu. Benim korkum da bazen sessiz olmuyordu.
Ve sonra…
Bir tokat.
Yüzüme öyle bir indi ki…
Başımdan ayak parmaklarıma kadar her şeyim sağa savruldu.
Bir anda dengeyi kaybedip yatağa düştüm.
Burnumda bir sızı…
Dudağımda kanın metalik tadı.
Ağzımın köşesinden sızan damlalar beyaz çarşafa düştü.
Kanla mühürlenmişti artık bu evlilik.
Benim kabusum böyle başladı.
Tokattan sonra yatağa yığılmış, dudaklarım kanıyordu. Şiddet. Şiddet daha bu evdeki ilk gecemde bulmuştu beni. Agit hala odadaydı, kapı sıkıca kapanmıştı; çıkmak gibi bir niyeti yoktu. Gözleri donuk, sert ve soğuk bir gölge gibi üzerimdeydi. Odanın havası ağırdı, nefes almak zor, kalbim ise hızla çarpıyordu.
Bir süre öylece sessiz kaldık. İçimde fırtınalar koparken, Agit ’in bakışları beyaz çarşafa takıldı. Kanımdan kalan o kırmızı, parlak lekeyi fark etti. Sesi buz gibi çıktı:
“ Çarşaf işini de böyle halletmiş olduk. Çarşafı değiştir. Bunu da güzelce katla, kan üste gelecek şekilde katla, bohçaya koy. Sonra yatağa yeni çarşaf ser.”
Kelimeleri emirdi, bir zorunluluktu. Titreyen ellerimle kalktım, vücudumda donuk bir ağırlık vardı. O an anladım, bu çarşaf, sadece bir kumaş değil; kirlenen, lekelenen hayatımın da bir simgesiydi.
Agit kıpırdamadan, sadece beni izliyordu. Ben ise, korku ve çaresizlik arasında, eski çarşafı yavaşça kaldırdım. Kan lekesini gözlerimle dikkatle inceledim. O lekeden kurtulmalıydım. O leke, geçmişimin kirini taşır gibiydi. Bakirelik kanı değildi. Ama yine de öyle gibiydi. Karşımdaki adam için bakire olup olmamam da önemli değildi anlaşılan.
Çarşafı büyük bir dikkatle, kan lekesi üstte kalacak şekilde katladım. Her katlama, içimdeki kırılganlığı biraz daha ortaya çıkarıyordu. Katladıkça kalbim de parçalanıyordu. Sonunda çarşafı bohçaya koydum. Elim titriyor, ciğerim yanıyordu.
Yeni çarşaf için yatağa eğildim, titreyen ellerimle onu dikkatlice serdim. Oda tekrar beyazla doldu. Ama içimdeki karanlık hiç değişmemişti.
Agit hala yerinde, sessizce bana bakıyordu. Bir kelime bile etmemişti, ama soğuk nefesi üzerimdeydi. Adını bile başkalarından duyarak öğrenmiştim.
O gece, o daracık odada, yalnızca bizim nefeslerimiz vardı. Ve ben, bembeyaz bir çarşafla, korku ve çaresizliğin içinde kaybolmuş, yeni bir kabusun içinde yaşamaya başlamıştım.
....
Agit, odada sessizce kalmaya devam etti. Sonra kıyafetler aldı dolaptan, ani bir hareketle iç kapıya yöneldi. Kapı kapandıktan sonra arkasından gelen su sesi duyuldu. Agit banyoda duş alıyor, üzerini değiştiriyordu. Oda kısa bir sessizlikten sonra tekrar canlandı.
Bir süre sonra Agit, pijamalarla odaya geri döndü. Sessizce yatağa uzandı, gözlerini kapattı.
“Git duş al, gelinliği çıkar, sonra da bir köşeye kıvrılıp uyu. Bu gecelik bu kadar,” dedi. Sesi yine soğuk ve kesindi ama içinde biraz da emir vardı, biraz da umursamazlık.
Odaya yayılan karanlık ve ağır hava içinde ben yalnızdım. İlk başta Agit ’in söylediklerini düşünerek biraz zaman geçirdim, suyuna gitmeyi denedim; biraz bekleyip daha sakin, düzgünce konuşmaya çalışmayı planladım. Ama içimde büyüyen o sıkışmışlık hissi, bu durumun daha da kötüye gideceğini hissettiriyordu. Artık dayanacak halim kalmamıştı. Kendi kendime dedim ki, “Gidip duş alayım. Belki biraz temizlenir, rahatlarım. Hem sözünü dinliyor görünürüm. ”
Dolabı açtım. İlk gözüme çarpan gece için konmuş bir gecelikti. Kumaşı çok inceydi, ve üzerimde durduğunda çok açık, seçik olacaktı. O an, kendi bedenimi nasıl koruyacağımı bilemediğim için, o gecelik bana biraz fazla savunmasız hissettirdi. Benimle o dedikleri şeyleri yapmaya niyeti yoktu ama belli de olmazdı. Ayrıca hevesli gibi görünmek istemiyordum ve benim için yabancıydı. Yanında, daha rahat ve kapalı görünümlü bir eşofman takımı vardı. Gözlerim o tarafa kaydı. “Bunu giymeliyim.” dedim sessizce.
Eşofman takımını alıp ağır adımlarla banyoya gittim. Fakat gelinlik, sırtımdaki fermuardan dolayı hala üzerimdeydi. Ellerim titreyerek o fermuarı açmaya çalıştım ama başaramadım. Parmaklarım beceriksizce kayıyor, fermuar hiç inmiyordu. Panik ve çaresizlik birbirine karıştı. “N’ apacağım şimdi?” diye düşündüm.
Tekrar odaya döndüm, sesimi olabildiğince yumuşak tuttum, “Ben bunu açamıyorum.” dedim, utangaç ve çekingen.
Agit, yataktan kalktı. Bana baktı, gözlerinde sinir vardı. “Beceriksiz.” dedi, sonra sertçe yanına gelip fermuarı aşağı doğru indirdi. Hareketi sertti, neredeyse çarparcasına. Hiç bakmadan biraz indirmişti. “Gerisini halledersin herhalde.” dedi. Sonra tekrar yatağa döndü, gözlerini kapattı.
Ben öylece kaldım, banyoya geçtim, ellerimle gelinliği açmaya çalışmaya devam ettim. İçimde korku, öfke ve çaresizlik vardı. Zorlukla çıkardım gelinliği. Banyodaki askıya astım. Suyu ayarlamaya çalıştım daha önce üvey annem yaparken gördüğüm gibi ama pek başarılı olamadım galiba. Ya soğuk oluyordu ya sıcak. İçim yandığı için soğuk olmasını tercih ettim. Ortasını bulamamıştım.
Soğuk suyun altında gözlerimi kapattım. Yıllardır kapalı, zincirli, kısıtlanmış bir hayatın içinde kıvranmıştım. O ahırda geçirdiğim uzun yıllar, bedenimi ve ruhumu çürütmüştü. Şimdi ise, yüzümü sudan kaldırdığımda aynada bana bakan o yabancı kadın... O ben miydim gerçekten? Yoksa yıllar boyunca parça parça kaybettiğim, içine kapanmış küçük kız mı?
Babam… O ismi düşündükçe içimde bir volkan patlar gibi oluyordu. Beni sattığını, sanki bir mal gibi el değiştirdiğimi, umutlarımı paramparça ettiğini düşünmek aklımı oynatıyordu. Nasıl olabilir böyle bir şey? Annemi öldürdü, ablamı kaybettirdi, beni bu korkunç hayata mahkum etti ve sonra utanmadan bana hayatımdaki en büyük yükü, kuma olma kaderini reva gördü. Yıllarca kapalı kalmış, zincirlenmiş bedenim nasıl taşıyacaktı böyle bir ağırlığı?
Kuma olmak... Sanki üzerime bir mezar örtüsü gibi çökmüştü. Ölmekten farksızdı bu. Nasıl dayanacaktım?
Banyoda dururken ellerim titriyordu. Vücudumun hala nasıl oluyor da bu adamın karısı olup onun çocuğunu doğuracağı fikri aklım almıyordu. Nasıl? Nasıl yapacaktım bunu? Daha önce hiç kimse bana bu konudan bahsetmemişti. Okula fazla gitmemiştim, kitap okumamıştım. Bildiğim tek şey, babamın beni satmış olmasıydı.
Nasıl olur da benim bedenim başka bir adamın ve kadının çocuğunu taşırdı? Bu, anlam veremediğim, korkutucu bir şeydi. Hem bedenim buna hazır değildi, hem de ruhum. Yıllardır zincirli kaldığım, esir olduğum o karanlık hayatımda, böyle bir şeyin mümkün olduğunu hayal bile edemezdim. O adamla nasıl bir bağ kuracaktım? Bana söylediklerine göre, sadece çocuk doğuracaktım. Ama nasıl? Nasıl olacaktı bu? Anlamıyor, kafamda bir kaos yaşıyordum.
Kendi düşüncelerim içinde boğulurken, “Ben bunu nasıl yapacağım? Bedenim buna nasıl dayanacak? Ya çocuk doğuramazsam? Ya zarar görürsem? Ya… ya bunlar olursa?” diye korkuyordum. Kuma olmak… Ölümden bile betermiş gibi geliyordu bana. Kendi hayatımı, bedenimi, ruhumu tamamen kaybetmekti. Hem korkuyordum, hem isyan ediyordum.
Su damlaları yüzümden süzülürken, içimde büyüyen o korku ve öfkeyle bir yandan da çaresizliğimden titriyordum. Babamın bana biçtiği bu kader, bana ait değildi.
Banyonun soğuk taşları üzerime düşen su damlalarını iyice hissettirirken, içimde hem derin bir yalnızlık hem de tarifsiz bir hüzün vardı. Özgürlük diye bildiğim tek şey, geçmişteki anılarımda, annemin dizlerinde huzurla uyuduğum o kısa anılardı. O anılar bile artık çok uzaktaydı.
Bedenim ve ruhum buna hazır değildi. Henüz… Çok gençtim, çok yalnızdım. Ve önümde sadece bilinmeyen, korkunç bir yol vardı.
Benim Agit' le mutlaka konuşmam gerekiyordu. Henüz geç olmadan. Eşofmanları giydim. Saçımdan hala sular damlarken odaya geçtim.
" Konuşabilir miyiz? Lütfen. " dedim.
Gözlerini açtı. Öfkeyle bana baktı.
" Git kurulan önce. Bu ne hal? Saçından su akıyor. Pis sularla odayı kirletiyorsun. "
Benim doğru düzgün banyo yapma ve uzun uzun kurulanma şansım olmamıştı ki. Bu benim suçum değildi. Aceleyle çıkmıştım üstelik uyumadan konuşmak için.
" Konuşmak istiyorum. "
" Ne istiyorsun ne? Daha fazla para mı? "
" Para falan istemiyorum. Sadece konuşmak istiyorum. "
Agit ayağa kalktı. Dolabı açıp suratıma bir havlu fırlattı.
" Pisliğini odaya saçmadan söyle ne söyleyeceksen. Yıkanmana rağmen leş gibi kokuyorsun zaten. "