Yaşanan şey, bir efsane değildi. Romeo ve Juliet değildik biz. Birbirimize kavuşamayacağımız fikri öldürmüyordu, yaşatıyordu bizi.
Hatta bizi, en azından beni yaşatan tek fikir bir daha birleşemeyecek kadar büyük acılar çektiğimiz için beraber olmayacağımız gerçeğiydi. Eve girdiğimde ayakkabılarımı kenara fırlatmıştım resmen. Üst kata bile çıkamamıştım elimde ayakkabılarla. Yüktü benim için. Evde robotların bile sesi yoktu. Evin içerisindeki tüm tozları toplayan robotlar gecenin karanlığında uykuya yatmış, şarj oluyorlardı.
Üst kata çıktım uykuya yatmak için. Nasıl yapacaktım bilmiyorum ama. Bu düşüncelerin mahremini bile sakladığı zihnim ile nasıl uykuya dalacaktım hiçbir fikrim yoktu.
Normalde dakikalarımı alacak hazırlanma işi, yarım saatimi aldı. O elbiseyi çıkarmak, makyajımı silmek, pijamalarımı giymek… Hepsi öylesine angarya gelmişti ki bana.
Yatağıma oturduğum sırada her gece gözümün önünde duran, uyandığımda bile bakışlarımın ilk odağı olan fotoğrafı elime alırken göğsüme bastırdım.
Öyle özlemiştim ki… O günden sonra defalarca Allah’a dua etmiştim. ‘Zaman’ demiştim. ‘Neden 5 Kasım’da durmadı?’ diye yakardım aylarca.
İmtihan dünyasındaydık hepimiz. Ben de öyleydim. Kimisinin imtihanı çok ağırdı… Ama sonunda herkes eşit şartlarda yargılandığı bir dünyaya gidiyordu. Eden, eninde sonunda buluyordu. Bana eden yoktu.
Suçlayabileceğim hiçbir şey yoktu. Kendim haricinde… O kadar çok düşünmüştüm ki, acaba o gece krem hazırlamak yerine yatıp uyusaydım hayatımız bugün bambaşka olur muydu? Ayrı olur muyduk mesela?
Göğsüme bastırdığım fotoğraf ile kalbim tekrar teklerken yana doğru yıkıldım resmen. “Özür dilerim,” dedim yaşlarım akarken. “Çok özür dilerim.” Gözlerimin kapanması saatlerimi aldı. Yaşlarımın durması ise, gözlerimin kapanmasını buldu. Sabah alarm beni kaldırdığında, ilk kez kalkmak istememiştim. Mecburiyettendi kalkmam.
Toplantım vardı.
Kalkmıştım. Her sabah olduğu gibi kalkmış, dolaptan takımımı giymiş, hazırlanmış ve evden çıkmıştım. İki katlı villalar, pahalı kıyafetler, son model spor arabalar… Bunların mutluluk getirmediğini söyleyemezdim. Baktıkça bir emeğim olduğunu, başardığımı görüyordum. Ama daha mutlu olabilirdim şu an. Belki bu kadar büyük bir şirketim olmazdı, belki milyonlarım olmazdı. Son model arabam, ailemi rahatça yollayabileceğim tatiller olmazdı. Yine de herkesin kolları birbirine dolanmış olurdu.
Şirkette park yerime park ettim. Herkesin baş selamı eşliğinde şirkete girdim. Sekreterimin yanına gittim. “Toplantı odası hazır mı?” Güler yüzü, her gün olduğum ruh halimin tersinde olduğum için afallarken başını salladı. “Sizi bekliyorduk.”
“Ben gelmeden neden hazır olmuyor bunlar Ceylan? Benim mi sizi bir araya getirmem gerekiyor?”
“Haklısınız. Hemen topluyorum herkesi.”
“On beş dakika içinde herkes toplantı odasında olsun.” Başını sallarken ben de odama gittim. Çantamı masama bırakırken koltuğuma oturdum. İki parmağımla başıma masaj yaparken bu ağrının geçmesini umuyordum.
Zira çok kötüydü.
Sinirimi tepeme çıkarıyordu.
Bilgisayarımla toplantı salonuna geçtiğimde herkesin toplanmış olduğunu görmek rahatlattı beni. Yine saçma sapan sinirleneceğimi biliyordum çünkü. “Evet, hemen başlayalım.” Koltuğa bile tam oturmadan söze girdim. “Son durumları bir de sizden dinleyelim.”
Onur’a döndüm bilgi vermesi için. “Satışlar, bazı influencer’ların da sponsorluğu ile bu ay %9,3 artışa girdi. Ama aynı zamanda öbür markaların satışları bizim satışlarımızın üstünde.”
“Sebebini açıklayacak var mı?” dedim ayağa kalkıp Onur’un da bulunduğu projeksiyonun yanına geçerken. “Neden satışları bizim üstümüzde? Bizden daha mı eskiler? Kimisi evet, kimisi hayır. Daha mı kaliteliler? Çoğunlukla hayır. Peki cilde daha mı uygun? Hayır! En cilde zarar vermeyecek ürünleri üretmiyor muyuz? Neden satışları daha fazla?”
Bir cevap bekledim. Cevap açık ve net olmalıydı. Şu an, daha üç dakika önce öğrettiğini soran bir biyoloji öğretmeni gibi hissediyordum kendimi. Hemen cevap vermelerini istiyordum.
“Neden?!” Sesim istemsizce yükselirken dişlerimi sıktım. Aylardır beraber çalıştığım insanlar nasıl oluyordu da buna cevap veremiyordu? “Peki…” diye yenilgiyi kabul ederken ellerimi masaya yasladım. Onur da geri otururken devam ettim cümlelerime. “Çünkü hep yeni bir şeyler çıkarıyorlar. Biri en iyi fondöteni üretiyor. Biri en iyi ruju. Diğeri far paletini. Biz en sağlıklısını üretiyoruz. Bu kimin umurunda? Yıllardır cildine olanları bilen insanların mı? İlk çıktığımızda çok ilgi gördük, kabul. İyi iş çıkardınız. Ama o dönemler geride kaldı. Yeni fikirlerinizi alayım.”
Bekledim… Bekledim… Bekledim… Yeni fikirlerini bekliyordum. Onlardan istediğim hemen bir şey üretecek birileri olmalarıydı. Fikir fazla önemli değildi. Hepsi işinde başarılıydı. Ama yeri geldiğinde bir yalan bile üretmeleri gerekiyordu en hızlı şekilde.
Masaya vurduğumda sıçradılar yerlerinde. “Iıı,” diye söze girdi Emel. “Makyajı gösteren ayna. Nasıl duracağını öğrenip, sonra alırlar.”
“Yapıldı. Yıllardır telefonları da bu şekilde kullanabiliyorlar zaten.”
“Kullandıkça kendini ıslatabilen makyaj süngeri.”
“Düşünülebilir. Ama tutmaz.”
Başka cevap gelmedi. Dudaklarımı yalarken başımı salladım. “Yarın bir toplantı daha yapalım. Fikirlerinizi de getirin.”
“Sonbahar Hanım.”
“Cem,” derken ona döndüm. Normalde toplantılar güzel geçerdi. Ciddi olurduk pek tabii ama aynı zamanda biri bir şey söylerken çekinmezdi. Bugün farklıydı.
“Sadece kendi sitemizden satış yapıyoruz. Benim fikrimce bazı uygulamalarla da anlaşma yaparak satışa sunabiliriz. Çünkü uygulamalara giren markaların satışlarının stabil olandan daha fazla yükseldiği verilerde de görüldü.” Başımı salladım.
“Düşüneceğim. Sana haber veririm Cem.”
Doğrulurken kollarımı göğsümde birleştirdim. “Toplantı bitmiştir. Kısa sürdü… Fikirleriniz olsaydı daha uzun sürebilirdi. Ama yarına kısmetmiş. Lütfen yarın bir kişi bile boş gelmesin.”
Bilgisayarımı alıp odadan çıkarken masası odama yakın duran Ceylan’ın yanına gittim. “Bugün ki randevularımı iptal et.” Kafamı dinleyecektim artık. Bugün olmazdı. Kendime ayırmak istediğim tek bir gün vardı ve o da bugün olacaktı. “Nasıl isterseniz.”
Çıkıp gittim, kimse de sorgulamadı. Sorgulayamazlardı çünkü. Kimse patronu sorgulayacak cesarette bulunmuyordu. Ama keşke sorgulasalardı.
Şirketten çıkıp arabamın rotasını anayola çevirdiğimde gaza daha çok bastım vitesi atıp. Bakışları aklımdan çıkmıyordu Engin’in. Dün geceyi ve o günü karşılaştırıyordum. Ya gerçekten çok iyi saklıyordu kendini, ya da hep acı çekiyordu ve ben fark etmiyordum.
Sağ yanağımda ıslaklığı hissederken küfür ettim kendime. Ağlamamam gerekiyordu. O günden sonra çektiğim hiçbir acı ağlatamazdı beni.
Gözlerimi yumdum boş Belgrad Ormanı yoluna girerken.
“Engin yeter artık!”
Tekrar yankılandı acımasızca kurduğum cümleler.
“Yapamıyorum anla artık. Sana baktıkça bile acı çekiyorum!”
Ona baktıkça bile acı çekiyordum. Gözlerine bakmak, kalbimde yerleştirdiği filizleri her saniye öldürüyordu.
“Baharım, bunu da atlatacağız. Söz veriyorum.”
“Olmaz! Bu sefer olmaz!”
Olmazdı… Biliyordum, bu sefer olmazdı. Onu atlatmamız mümkün değildi. O evde yaşamaya devam etmemiz, benim ona bakmam mümkün olmamıştı. Geceleri uyandığımda onu görmek bile acıtmıştı canımı. Ya ona dönüyordum ya da komodinde duran fotoğrafa. Sonunda tavana bakmayı tercih ettiğimde kararımı verebilmiştim.
“Olmuyor Engin… Bakamıyorum bile sana! Canım yanıyor. Devam edemiyorum daha fazla.”
Sonunda bu hallerime daha fazla dayanamamış ve gözümün önünde imzalamıştı kâğıdı.
Ve bir anda olmuştu. Anılarımla savaşarak ilerlediğim yolda, bilmediğim bir sebepten arka camın patlaması, benim korkuyla hakimiyetimi yitirişim ve akşam haberlerinde yer alacak ters duran araba. Yol kenarında ters duran araba içinde kollarım arabanın tavanına doğru sarkarken, sirenler eşliğinde saatler sürmüştü bulunmam.
Hepsi saliselik bir andı. Bir salisede o cam patlamış ve ben bir salisede kendimi takla atan arabada hissetmiştim. Ama bilincim tam anlamıyla kapanmadan zihnimde son bir cümle daha yankılandı.
“Acı çekerek ölmeyi, bu acıyı yaşamaya tercih ederdim Engin…”